Kriz Durumundan “Normalleşme“ Sürecine Geçişin Sancıları

Koronavirüs salgınının dünyayı felç ettiği 2020’nin ilk beş ayında alınan önlemler, yapılan müdahaleler birçok ülkede kademeli olarak ve bir dizi başka tedbirler alınarak gevşetilmeye başlandı. Tüm dünyada bütün devlet mekanizmaları, sürecin en başından itibaren, işçi ve emekçileri değil, doğası gereği sermayedarları, kapitalistleri ve tekelleri düşünmüş, onların en az zarar görmesi için tedbirler almış, bugün bu tedbirleri gevşetme sürecinde de öncelikli olarak bu kesimin çıkarlarına dayalı bir uygulamalar serisine yönelmiştir. Korona salgınını içine alan son iki aylık süreçte dünyanın en zengin 25 kişisinin, salgına rağmen servetlerinin toplam 255 milyar dolar artması ise bu tablonun en açık göstergesi olmuştur.

Ülkemizde de durum farklı değildir. Hemen her gündemi maniple ederek kendi lehine çevirmeye çalışan egemen sınıflar, pandemi sürecini de ustaca kullanarak yaptıkları her şeyin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Geç alınan önlemleri abartarak, ellerinde her türlü malzemenin fazlasıyla olduğu ve dolayısıyla dünyanın en iyi önlem alan ülkesi oldukları propagandası yapmaları bunun en çarpıcı örneklerindendir. Öyle ki; kendi sağlık personeli yeterli maske bulamazken, hastalara solunum cihazları yetmezken, birçok ülkeye yardım tırları gönderilmesi bile, TC açısından tüyler ürperten bir vahametin göstergesidir. Diğer ülkelerin bu yardım tırlarıyla dalga geçen açıklamaları bunun en canlı örneğidir.

NORMALLEŞME Mİ DEDİNİZ?

Henüz koronavirüs salgını tam anlamıyla kontrol altına alınmadan, normalleşme sürecine geçileceğine dair açıklamalar peşi sıra gelmeye başladı. Bayram sonrasında her şeyin düzeleceği, hayatın normale döneceği açıklamalarını hangi bilimsel verilere dayanarak yaptıklarını bilmiyoruz ancak bildiğimiz bir şey var ki; normalleşme denilen sürecin faturası yine işçi ve emekçilere kesilecektir. Sürecin ilk gününden bugüne kadar, tedbir denilen şeyin, aslında yeni saldırı dalgalarını beraberinde getirdiği çok açıktır. Tedbirlere yoğunlaşma en alt düzeyde olurken, demokrasi ve hak alma mücadelesine, kazanılmış haklara azgınca, durmadan saldırı ise en üst düzeyde yaşanmıştır.

Dersim’den Amed’e birçok alanda askeri operasyonlar durmazken, diğer taraftan HDP’li Belediyelere yönelik kayyum saldırısı bu süreçte de hız kesmeden devam etmiştir. HDP’nin kazandığı 65 belediyenin altı başkanına ‘‘KHK“ gerekçesiyle mazbata vermeyen egemenler, son olarak beş belediyeye kayyum atanmasıyla birlikte toplamda 45 belediyeye de kayyum atamıştır.

Normalleşmenin diğer ayağını, gözaltı ve tutuklama saldırıları oluşturmaktadır. Kayyum protestolarından, İbrahim Gökçek’in cenazesine, 1 Mayıs eylemlerine katılanlara kadar birçok kişi işkenceyle gözaltına alınmış, bir kısmı ise tutuklanmıştır. Yine bu süreçte İçişleri Bakanı SS‘in, hakkında tutuklama kararı olan bir çete lideriyle görüşmesini, görüşmeden sonra bu çetecilerin devrimci, demokrat İlericilere tehdit, hakaretlerle saldırdığını, bu saldırıların fiziki olarak da hayata geçirileceğini deşifre eden Taylan Kulaçoğlu ve gazeteci Hakan Gülseven gözaltına alınmış, Kulaçoğlu tutuklanmıştır. Bütün bu saldırı ve tutuklamalar, muhalif olana, yaptıkları pislikleri deşifre edenlere yönelik tahammülsüzlüğün bir göstergesidir. Diğer yandan televizyon kanallarından kaç kişiyi öldüreceklerini, hazırlık yaptıklarını, listeler hazırladıklarını söyleyen yandaş kalemşörler ve holiganlar ve aydın ve sanatçılara “JİTEM“ hesaplarından tehditler savuranlar hakkında ise kendilerince ‘‘normal süreçler“ işletilmektedir.

Tutuklamalar ve gözaltılar son hız sürerken, diğer yandan hapishanelerdeki devrimci tutsaklar ve hasta tutsaklar ölüme terkedilmektedir. Bir süre önce beyin kanaması geçiren ve yaşamı tehlike altında bulunan tutsak partizan İsmail Yılmaz serbest bırakılmazken, ölüm sınırına kadar serbest bırakılmayan Sabri Kaya ise serbest kaldığı gün yaşamını yitirmiştir. Aynı durumda olan onlarca tutsak hala hapishanelerde bulunmaktadır. Diğer yandan Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal ve diğer tutuklular Didem Akman ve Özgür Karakaya ise ölüm oruçlarına devam etmekte, adil yargılanma taleplerini dile getirmektedirler.

Bu süreçte hız kesmeyen “normalleşme“ hallerinden biri de, doğaya, çevreye zarar veren, tahrip eden yeni HES’lerin, Taş Ocakları vb.lerinin kurulma çalışmalarıdır. Sokağa çıkma yasakları, eylem yasaklarını fırsat bilen “doğa katilleri” devletin ve kolluk güçlerinin tam desteğini alarak bu çalışmalarına hız vermiştir.

Sokağa çıkma yasaklarının sürdüğü günlerde, polisin, bekçilerin şiddet olayları da artmıştır. Hükümetin paralı güçleri olan bekçiler, sokakta gördükleri çocuklar ve kadınlar dahil herkese saldırmakta, işkence ederek gözaltına almaktadır. Irkçılığın ve faşist saldırıların tırmandırıldığı son süreçlerde, bekçi ve polislerin halka uyguladığı şiddet de her zamanki gibi makulleştirilmekte, münferit vakalar olarak halka sunulmaktadır. Oysa artık polis-bekçi şiddeti sıradan, rutin ve sürekli bir hal almıştır.

KLİKLER ARASI ÇELİŞKİLER DERİNLEŞİYOR!

Koronavirüs salgını öncesi var olan ekonomik ve siyasi kriz, bu süreçte iyice belirginleşmiş, hükümet içinde ve dışında, TSK içinde ve hükümete yakın olan ve pay kapmaya çalışan cemaatler arasında ciddi çatışmalara yol açmıştır. Daha önce Süleyman Soylu’nun istifasıyla başlayan süreç, Bülent Arınç’ın Sevda Noyan’ın açıklamalarına tepkisi ve camilerde sürekli ezan okutulması üzerine getirdiği eleştirilerle devam eden AKP içindeki tartışmaları boyutlandırmıştır. Bu süreç koronavirüs salgını öncesi kurulan Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun partilerinin biraz daha kendini hissettirmesiyle daha da tırmanacak, AKP içinde yeni çatlaklar oluşturacaktır.

Bir diğer klikler arası çatışma ise TSK içinde yaşanmaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından tasfiye edilen cemaatçilerin yerine yenileri atanmış, bu süreçte “Beka Sorunu” adı altında diğer kliklerle de bir ittifaka gidilmişti. Ancak klikler arası bu ittifak, yavaş yavaş çatırdamaya başlamıştır. Geçtiğimiz günlerde Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı iken hakkında soruşturma başlatılıp “Genelkurmay emrine çekilen” Tümamiral Cihat Yaycı’nın istifa etmesinin /ettirilmesinin nedenleri üzerine birçok görüş ve senaryo dillendirilmiştir. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın bu istifa ve soruşturmanın sorumlusu olduğu, aralarında ciddi çatışmaların olduğu belirtilmektedir. Bu çatışmaların bundan sonraki süreçlerde de süreceğine dair şüphe yoktur.

Çeşitli boyutlarda yansıyan bu klik dalaşının gölgesinde yok sayılmaya çalışılan gerçekliğin en başında kuşkusuz ekonomik kriz gelmektedir. Ekonomistlerin verilerine göre dünya, on yıl boyunca sürecek bir ekonomik krizin arifesindedir. Ülkemizde de korona öncesi zaten var olan ve sonrasında daha da derinleşen krizin etkileri yaşamın her ayrıntısında yavaş yavaş kendisini göstermeye başlamıştır. Korona günlerinde bir avuç sermayedarın büyümesinin aksine TOBB verilerine göre iflas eden küçük ölçekli işletme sayısında % 31’lik artış olmuştur. Yine korona günlerinde yeniden gündeme gelen intiharlar, işsizlik sayısındaki artış vs. Krizin etkilerinin ciddi boyutlarda hissedileceğinin sinyallerini vermeye başlamıştır. Korona salgını sonrası normalleşme çığırtkanlığı atan egemenlerin yukarıda saydığımız tüm “normal” saldırılarının hedefinde krizini derinleştirecek olan öfkeye tedbir amacı taşıdığı ortadadır.

Bütün bu saldırılara karşı emekçi halkın biriken öfkesini egemenlerin kabusuna dönüştürecek olan, bugün henüz cılız da olsa irili ufaklı yükselen isyan çığlıklarının örgütlü bir güce dönüşmesidir. Ekonomik krizin faturasını ödemeyeceğiz diyen işçi ve emekçilerin, kadın cinayetlerinin sorumlusu faşist devlettir diyen kadınların, yaşam alanlarını savunan köylülerin, faşist saldırılara boyun eğmeyen bütün komünist, devrimci demokrat, ilerici yurtsever güçlerin örgütlülüğü, bu saldırılara karşı barikat oluşturacak yegane güçtür.

*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 28 Mayıs 2020 tarihli 62. sayısından alınmıştır.