Depremin birinci yılını geride bıraktık. Bir yıl geçmesine rağmen yaşamı normale döndürecek, dişe dokunur bir iyileşme henüz söz konusu değil. Buna dair bir plan program da yok. Halkın depremin ilk günlerinde kendi kaderine bırakılmışlığı hâlâ yakıcı bir gerçek. Depremin ikinci gününde moloz ve demir ihalesi yapan devlet aklının halkı düşünecek zamanının olmadığı gün gibi ortada. Faşist diktatörlükten halk için bir çıkış beklememekle beraber bu pervasızlığın ne kadar süreceği muamma. Sermaye bu zorlu ekonomik koşullarda nasıl ayakta tutulabilir çelişkisiyle iş yapan faşist diktatörlük halkın en temel haklarından biri olan barınma ihtiyacını, yaşanabilir olmaktan uzak konteyner kentlerle çözdüğü imajı vermeye çalışıyor. Fakat durum hiç de ekranlarda servis edildiği gibi değil. Uzaya çıkıldığının, savaş uçakları imal edildiğinin, teknolojide “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmak gayretinde büyük adımlar atıldığının propagandasıyla halkı kendi safına çekmeye çalışan devlet deprem bölgesindeki başarısızlığını bu yollarla gizleme yoluna gidiyor. Diğer yanda deprem bölgelerinin acil çözüm bulması gereken sorunlarına kulak tıkıyor.
Konteyner kentlerdeki sıkışmışlığın ve altyapı sorunlarının, hapis hayatından farksız yaşamın bilincinde olup kendi güçleriyle barınma ihtiyacını çözmek uğraşındaki insanlar büyük külfetlerle karşı karşıya olmaya devam ediyor. İnsanlar tadilat gerektiren evler için bile dudak uçuklatan masraflarla karşı karşıya. Mevcut ekonomik kriz oturdukları yerleri terk etmeyip barınma problemlerini geçici olarak kendileri çözmek isteyen geniş bir kitleyi zor durumda bırakmaktadır. İnşaat malzemeleri satan şirketler güçlendirme veya yeniden yapılaşma için gerekli malzemelerin bölge halkı için ne kadar elzem olduğunun farkında. Bu, suistimal ediliyor. Halihazırda bütün ülkede ekonomik kriz derinden hissedilirken bu malzemeler Antakya’ya varana dek yüzde 400-500 zamlanmaktadır. Yani kriz deprem bölgelerinde daha derinden yaşanmakta, depremzedeler gerek malzeme fiyatlarında gerek tedarik zincirinde gerekse de işçilik ücretlerinde mağdur edilmektedir. Depremzedeleri yalnız bırakmadığını söyleyip duran hükümet bu dengesiz fiyat artışlarının denetimini yapmaktan acizse bu tedarikten kendi payına düşeni alıyor demektir.
Depremden sonraki dönemlerde deprem bölgelerinde ciddi bir istihdam sorunu yaşanmaktadır. İnsanlar istihdam sorununu geçici işlerle halletmekte, günübirlik yaşamaya çalışmaktadır. Elektrik, boya, sıva, duvar vs. işçilerine ihtiyaç yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. Ustalar iş yapabilmek için aylar sonrasına randevu verebilmektedir. Bu da istihdam sorunu yaşayan insanları bu tarz işlere yöneltmiştir.
Fakat bu sefer de işin ehli olmayanlar (elektrikçi olmayan elektrik “ustası”, inşaat mühendisi olmayan “inşaatçılar” vs.) sahada iş yapmaya başlamıştır. Bu da birçok tehlikeye davetiye çıkarmaktadır. Örneğin kolay tutuşan ahşap ve sandviç panel gibi malzemelerden oluşturulan geçici yaşam alanlarında yanlış yerleştirilmiş elektrik tesisatı ile ölümlere davetiye çıkarılmaktadır. Bildiğiniz gibi son olarak Samandağ’da 1,5 ve 4 yaşında iki çocuğumuzu elektrik kontağından çıkan yangında kaybettik. Bu noktada devletten çözüm beklemek akıl işi de değil. Çünkü bu yangınlar devletin kontrolünde olan konteyner kentlerde daha çok yaşanıyor. Eğer yangında ölen yoksa ciddi bir kamuoyu oluşmadığı için medyaya da servis edilmiyor. Yani devlet her konuda olduğu gibi bu konuda da gizliliğin ve çözümsüzlüğün adresi.
Depremden sonra özellikle Antakya’da ve Samandağ’da karşı çıkılıp çeşitli eylemlerle protesto edilen, usulüne uygun olmayan yıkım işleri hâlâ usulsüz bir şekilde devam ediyor. Moloz toplama yerleri değiştirilmekle beraber söz konusu yerler moloz dağına dönüşmeden molozun oraya dökülmesi durmuyor. Moloz dökümünün durduğu yerde moloz dağlarının olduğu gibi bırakılması da söz konusu. Yaşama yakın yerler olan bu yerler özellikle havanın rüzgârlı olduğu yaz aylarda asbestin evlerin içine kadar taşınmasına sebep oldu. Bu durumun ilerleyen zamanlarda ne oranda ciddi hastalıklara sebep olacağı muamma. Ama konunun uzmanlarının söylediklerine dayanarak bu tür bölgelerde ilerleyen zamanlarda asbest kaynaklı ciddi hastalıkların olma ihtimalinin yüksek olduğu da bir gerçek. Depremin beraberinde getirdiği kirliliğe de çözüm olunamamış, her yerde ciddi oranda deri hastalıkları yaşanmaya başlamıştır. Temiz suya erişimin hâlâ tam olarak sağlanamadığı koşullarda bu tür hastalıkların devam edeceğini görmek zor değil.
Depreme dair bir devlet refleksi olarak gelişen acil kamulaştırmalar ve istimlak her yerde olduğu gibi toprağın da en büyük ağası olan devletin, sorunu kendi alanı dışında görmesinin bir ürünü olarak karşımızda duruyor. “Halka rağmen ama halk için” diyerek kamulaştırmalar için özellikle de tarlaların seçildiği malum. Bu kamulaştırma ve istimlak dayatmaları bir yandan ekim alanlarının talanına sebep olurken bunun doğal bir sonucu olarak mülksüzleştirme ve yerli halkı yerinden etmeye sebep oluyor. Mülksüzleştirilen halk bu politikanın sonunda yıllarca memleket bildiği toprakları terk etmeye zorlanıyor. Yüzyılların birikimini barındıran kadim bir kültürün hedef tahtasına oturtulduğunu görmek çok zor olmuyor. Tekçi zihniyetin kültürel zenginliğe nasıl baktığını anlamak için yakın tarihte kısa bir yolculuk yeterlidir. Kamulaştırma ve istimlak gerçeği kendini böyle gösteriyorken bu sefer “riskli alan” ve “rezerv alan” tanımlamalarıyla “halkı düşünen devlet” imajına soyunan devlet aklı, bu tanımlamaların gerçek içeriğini halktan gizleme yoluna giderek bir nevi halkı aldatma yoluna gidiyor. Çünkü riskli alan ve rezerv alan gerçekliği devletin bir başka aldatmacası.
Riskli alan ve rezerv alan kavramlarını kentsel dönüşüm ve niyetini anlamadan açıklayamayız.
Kentsel dönüşüm ilk olarak gecekondu alanlarının rantsal dönüşümü için ortaya atıldı. Sonrasında afet riskli alanlar kanunu çıkarıldı. Ardından “riskli bina” kararları alınmaya başlandı. “Alan”la başlayan süreç, belediyelerin de her rantın kapısını açabileceği bina özeline indirgendi. 6 Şubat depremi sonrası Antakya merkezi ve etrafı riskli alan ilan edildi.
Şu an yürürlükte bulunan yasaya göre, rezerv yapı alanı, “Bu kanun uyarınca gerçekleştirilecek uygulamalarda yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere, TOKİ’nin veya idarenin talebine bağlı olarak veya resen bakanlıkça belirlenen alanlar” şeklinde tanımlanıyor.
Deprem bölgesinde rezerv alan ise kentsel dönüşüm kapsamında tespit edilip incelenen bölgelerin önce zemin ve bina olarak yerleşime uygun olmadığı ve riskli alanlar olduğu kararı verilip belirleniyor ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından belirlenen bu alanlara “rezerv alan” adı veriliyor.
9 Kasım 2023’te 6036 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’da yapılan değişiklik ile Antakya ve Defne’yi kapsayan 270 hektarlık alan rezerv yapı alanı ilan edildi. Bu düzenleme ile hasarsız ya da az hasarlı yapılar da yıkılabilecek.
Ancak Meclis’e sunulan teklif ile “yeni yerleşim alanı olarak” ifadesi maddeden çıkarılırken mevcut yerleşim alanları da “rezerv yapı alanı” ilan edilerek kamulaştırılabilecek. Aslında bu aynı zamanda bir konut hakkı ihlalidir. Tabii biz söz konusu Antakya olunca bu meseleyi sadece rant üzerinden tanımlayamayız. Bölgenin kültürel dokusu ve demografik yapısı da egemenler için “riskli” olduğu için “rezerv” alan kapsamına giriyor.
Devlet bu kanun ile neler yapabilir?
-Devletle ideolojik bağ kurmamış grupları veya makul görmediği kesimleri yerinden edebilir.
-İskân politikalarıyla bölgenin yapısını istediği gibi şekillendirebilir.
-Halkın bu politikalara karşı vereceği mücadeleye karşı terörle mücadele adı altında zor yöntemine başvurabilir. (Diyarbakır Sur örneği)
Bu süreçte halkın esenliğini merkeze almak ve barınma haklarını teminat altına almak yerine; polis müdahalesine izin veren, kendine eve çilingirle girme hakkı tanıyan bir anlayışla karşı karşıyayız. Rezerv alanları bilimsel metotlarla değil rantsal metotlarla belirleme anlayışıyla karşı karşıyayız. Var olan yerleşim yerlerinin de rezerv alan ilan edebilecek ve masrafları mülk sahiplerinden alabilecek bir anlayışla karşı karşıyayız. Bunların sonucunda zamanında evi olan insanların artık kentte yaşama şansını ortadan kaldıran ya da mülkünün bulunduğu yerden başka yerlere gönderilip borçlandıran bir mülksüzleştirme politikası hayata geçmiş olacak. Çünkü borcunu ödeyemeyenin mülkü hazineye devredilecek.
Halkın çıkarıldığı bölgeler devletin tasarrufunda olacak. Oralarda nasıl bir imar politikası güdüleceği ve kimlere peşkeş çekileceği de belirsiz durumda. Bu yasaların devletin dönemsel sözcüsü hükümetle içli dışlı müteahhitlerin kaleminden çıktığı gün gibi aşikâr. Özetle kentsel dönüşüm kılıfına bürünmüş şimdiye kadar görülmemiş rantsal dönüşümle karşı karşıyayız.