Koronavirüs salgını özel mülkiyet sisteminin her bir parçasında olduğu gibi devlet nezdinde de aydınlatıcı bir işlev gördü. Basit ve genel bir doğru gibi gelebilir fakat salgınla ilgili kapitalist-emperyalist sisteme yapılan vurgular tam da meselenin odağına yöneliyor. Kuşkusuz genel bir vurgu yetmiyor; her bir olay ve olguda, sistemi oluşturan her bir parçada bunu bir kez daha açık hale getirmek gerekiyor. Devlet sorununu da bu şekilde ele almak, Marksizm-Leninizm-Maoizmin devlet teorisini koronavirüsün yarattığı görüngülerde ortaya koymak yerinde olacaktır.
Kaba hatlarıyla tekrar edecek olursak salgın sürecinde devlete dair tartışma şu başlıklar etrafında döndü: Her bir devlet öncelikle salgını görmezden geldi, halka doğru bilgi vermedi ve gerekli tedbirleri almadı. Yine her biri üretimi ve sermayeyi korumaya odaklandı, işçilere ise bir şekilde çalışmayı dayattı. Burjuva demokrasilerinde dahi “sosyal devletin” kalmadığı, sağlık sistemlerinin çöktüğü görüldü. Salgına karşı mücadelenin sağladığı “meşruiyete” dayanarak devletin yetkileri, yasak, kontrol ve baskıya dayalı mekanizmalar artırıldı. Başta “yardım”, “destek” ve sağlık olmak üzere elinde bulundurduğu kamu gücü ve bilgi tekeliyle devlet, tüm toplumun “mecbur” ve “muhtaç” kaldığı bir güç olarak güncel bir varlık kazandı.
Görüleceği gibi devlete dair tartışmalar tam da Engels’in ortaya koyduğu devletin tarihsel rolü ve anlamına, başka bir deyişle devletin ikili karakterine uygun bir içerik taşıyor. “Toplumdan doğan ama onun üstünde yer alan ve gitgide onu yabancılaşan bu güç” yani devlet, topluma dışarıdan dayatılmış değildir. Engels’e göre devlet, ilk oluşumunda dahi karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinimi olarak kendini kabul ettirir. Toplumların gelişimine bağlı olarak kuşkusuz devlet de gelişme kaydetmiş, bu ilk rolü ve anlamıyla sınırlı kalmayan bir biçim kazanmıştır. Yine de devletin bu ikili karakterinin salgının harekete geçirdiği girdapla beraber kendini günümüz şartlarında da gösterdiğini belirtmek gerekir. İlişki ve biçimler yeni bir format kazanmış olsa da devleti tanımlayan tarihsel özü bugünde de ayırt edebiliriz. Koronavirüs salgınının sistemin genlerini deşifre ettiğini ve asıl öldürücü gücünü bu genlere tutunarak gösterdiğini biliyoruz. Sistemin baskı ve zor aygıtı olarak devlet nezdinde de bu aynı süreci izleyebiliriz. Salgını irdeledikçe sistemi, sistem içerisinde devleti ve onun ilk oluşum genlerini ortaya çıkarabilir ve tartışabiliriz.
DEVLETİN KARMAŞIK FONKSİYONLARI VE ÜRETİM BİÇİMİNİN SÜRDÜRÜLEMEZLİĞİ
Lenin, devletin temel özelliğini yani “sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü” olma niteliğini örtbas etmek isteyenlerin temelde “kamu yaşamının karmaşıklığı ve fonksiyonların farklılaşması”na odaklandığını belirtir. Yine Engels, devleti olanaklı kılan şartların, onu üreten toplumun içinde bulunduğu çözümsüzlük, neden olduğu çözülmez çelişki ile sürdürülemez olan üretim biçimi olduğunu açıklar. Söz konusu karmaşıklığı ve sürdürülemezliği koronavirüs salgınının ortaya çıkardığı yapısal çelişkiler içerisinde de görebiliriz. Düzeni ve toplumu ayakta tutabilmek için gerekli kamusal güç devlette billurlaşır. Ekonomik ve sosyal kaynakların açığa çıkarılması ve kullanımı, hastanelerin ve genel olarak sağlık sisteminin işlerliği, toplumun ihtiyaç duyduğu “yardım” ve “desteklerin” organize edilmesi, temel ihtiyaç maddelerinin üretimi, temini ve dağıtımı, genel ulaşım ve kargo trafiğinin düzenlenmesi, tarımsal üretimin ve gıda kaynaklarının korunması ve geliştirilmesi, bir bütün genel hizmetlerin yeni koşullara uyarlanması ve daha sayılabilecek yüzlerce farklı ve karmaşık fonksiyonu bir araya getirip düzenleyebilecek olan devletten başkası değildir. Bu “toplumsal ihtiyacı” tek başına ne şirketlerin ne de dayanışma ağlarının karşılaması mümkündür. Şirketler tümüyle kâra odaklı nitelikleriyle; dayanışma ağları ise dev okyanusta küçücük bir adacık olmaktan öteye geçmeyen çaplarıyla sadece devletin karşılayabileceği bu toplumsal işlevi yerine getiremezler. Evet, şirketler için ortaya koyduğumuz kâr maksimizasyonundan devlet de azade değildir. Ancak devleti devlet yapan özellik tam da bu kâr maksimizasyonunu sağlayacak toplumsal ilişkileri düzenleme işlevinden ileri gelir. Bunun için sınıfsal çelişkilerin ‘düzen’ sınırları içerisinde tutulması, ‘toplumsal rızanın’ üretilmesi ve toplumun yönetilmesi gerekir.
Devlet sadece toplumun yönetilme ihtiyacını karşılamaz. O aynı zamanda hâkim sınıf(lar)ın bir aracıdır. Toplumun sınıflara bölünmesinin ve sınıf çatışmasının bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkan devlet, üretim biçimine bağlı olarak her zaman hâkim sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve zor aygıtı olarak varlık kazanmıştır. Devlet aygıtının hâkim sınıflar içerisindeki çelişki ve çatışmaları düzenlenme gibi bir işlevi olsa da temel işlevi ezilen sınıflar üzerinde bir baskı ve zor aygıtı olmasıdır. Bunun diğer bir anlamı ezilen sınıfların sömürüsüne dayalı olarak temsil ettiği sınıfların çıkarlarını korumaktır. Koronavirüs salgınında devletlerin ilk elde patronlara dönük destek paketleri açıklamaları, üretimi kutsamaları ve işçileri salgına rağmen çalışmaya zorlamaları temsil edilen bu sınıfsal çıkarların bir izdüşümüdür. Genel olarak tüm devletler, -emeğin sömürüsüne ve halktan toplanan zorunlu vergilere dayanan- kaynaklarının büyük bölümünü sermaye için ayırırken halka ayrılan kaynaklar en alt seviyelerde kaldı. Söz konusu sınıfsal çıkarlara uygun kaynak kullanımı, geri kapitalist veya yarı sömürge, yarı feodal ülke devletlerinde, Türkiye’de de olduğu gibi çok daha keskin bir uçurum ortaya koydu. İşçi fonlarında biriken paralar patronlara destek paketine dönüştürülürken üretimin durduğu yerlerde ise işçilere yapılan “destekler” yine işçilerin devlet de toplanan birikimlerinden kesildi. Bu da yetmedi, toplumdan “bağış” toplamak için kampanyalar başlatıldı, birçok çalışana bağış zorunluluğu getirildi. “Tedbir” adı altında sokağa çıkma yasakları getirilirken dahi işçiler muaf tutuldu, özel -aslında genel izinlerle- patronların her şart altında üretime devam edebilmeleri garantilendi. İşçilerin çalışmakla aç kalmak ikilemi içerisine sokulduğu koşullarda devletin açık baskı ve zoruna henüz çok fazla ihtiyaç oluşmamış olsa da bu çıplak zor salgının devlete sağladığı “hakla” her an canlı bir biçimde hissettirildi. Gerektiğinde valiler her türlü eylem ve etkinlikleri yasakladı, eylem yapan işçilere polis gönderildi, “izinsiz” sokağa çıkanlar coplandı, genç bir göçmen işçi sokağa çıkma yasağına uymadığı gerekçesiyle kalbinden kurşunlandı.
En ilerisinden en gerisine kapitalist-emperyalist sistemin bir parçası olan devletlerin tümü devletin söz konusu “toplumsal” işlevini yerine getirirken de özüne uygun olarak “sınıfsal” davrandı. Kimi kapitalist ülkelerde salgın nedeniyle ve işçilerin mücadelesi sonucu üretime ara verilen fabrikalarda, salgın daha da boyutlanmasına karşın, devlet tarafından yeniden üretime başlanacağı duyuruldu. Başta işçiler olmak üzere toplum sağlığı gözden çıkarıldı. Kapitalist çıkarlar üretimin devamında karar kıldı. Devletin “toplumsal” işlevi yoğunlaşan “sınıfsal” işlevinin karşısında ötelenirken devletin “kutsallığı” kapitalist üretimin açık kutsanmasıyla kendini ele verdi. Kuşkusuz kutsanan üretimin içerisinde iş gücünün belli oranda korunması ve yeniden üretimi de söz konusu. İş gücü olmadan kapitalist üretim gerçekleşemeyeceğine göre fabrikalarda alınan sınırlı tedbirleri ve geleceğin işçilerine gösterilen “hassasiyeti” de bu gözle okumak gerekir. Fakat her halükârda salgının işçi sınıfı ve halk nezdindeki etkisi yıkıcı ve öldürücüdür. Bu sadece salgına yakalanarak hastalanmak ya da ölmek bakımından değil ortaya çıkan ekonomik-sosyal zorluklar bakımından da böyledir. Koronavirüs salgını, Engels’in vurguladığı gibi kapitalist-emperyalist sistemin ‘çözülmez çelişkisini’ ve ‘sürdürülemez üretim biçimini’ su yüzüne çıkarmış, bununla da kalmamış devletin karmaşık fonksiyonlarının temel gizemini deşifre etmiştir.
“SOSYAL DEVLET” KAPİTALİZMDİ, KAPİTALİZM CAN ÇEKİŞİYOR
Koronavirüs salgınının ortaya çıkardığı toplumsal ihtiyaçlar devletin ‘sorumluluklarına’ dair beklentiyi de güçlendirdi. “Sosyal devlet” savunuları, burjuva toplum sınırları içerisinde ‘ideal devlet’ arayışını gösteriyor. Ne var ki imdada çağrılan “sosyal devletin” ortaya çıkacağına dair bir emare gözükmüyor. Tersine devlet, burjuva sınıfın çıkarlarıyla daha keskin biçimde özdeşleşiyor. Topluma ise her insanın doğuştan sahip olduğu ileri sürülen “hakları” değil yasak ve sadaka sunuyor. Peki her şey bu kadar açıkken neden geniş bir toplumsal kesim gerçekte hiçbir zaman “sosyal” olmayan devleti arıyor, ölüyü diriltmeye çabalıyor?
Bunu anlamak için devleti özelde modern (burjuva) devleti anlamak gerekir. Devletin ikili özelliğine yapılan atıf, devletin sınıf hakimiyetinin bir aracı olmakla birlikte basit bir araç olmadığının da göstergesiydi. Devletin toplum üstü görülmesini sağlayan özelliği, kendini en ileri düzeyde burjuva devlet de gösterir. Devlet egemenliği kendini daha önce özel alanların dışında gösterirken burjuva devletle birlikte insanın tüm özel alanları devlet tarafından belirlenir hale geldi. Devletin evrensel bir yapı olarak tüm sivil yaşam üzerindeki egemenliği onun toplum üstü görünmesinin de temel nedenidir. Bu, devletin burjuva toplum düzeninde geliştirip en ileri seviyeye taşıdığı bir özelliktir. Engels, sınıflı toplumları kastederek “uygarlık ilerledikçe, kaçınılmaz bir sonuç olarak meydana gelen kötülüklerin iyilikseverlikle örtülmesi, tellenip pullanması, yadsınması, (…) danışıklı bir ikiyüzlülük”le gizlenmesi gerekir der. Bu ikiyüzlülüğün gelişmiş ifadesi olan burjuva devlet, kapitalizmle birlikte üretimin en yaygın, yoğun ve üstün biçimde topluma mal olduğu koşulların bir özetidir. Değerin daha en başından itibaren üreticisinden (işçi) ayrı görünmesini sağlayan kapitalist işleyiş (artı-değer sömürüsü), politik üstyapının yani devletin, iktisadi altyapıdan ayrı görünmesine olanak sağlar. Kapitalist devlet, insanların karşısına burjuva sınıfın bir uzantısı olarak değil tüm toplumun koruyucusu ve sürdürücüsü; “usun imgesi ve gerçekliği” (Hegel) olarak çıkar.*
Kapitalizm öncesinde tanrı, soy ve zümre ile kutsanan devlet, burjuva sınıfın topluma hâkim olmasıyla birlikte “akıl”, “insan” ve “yurttaşlık bağı” ile kutsandı. Aydınlanmacı ve liberal teorinin bu kutsalları, burjuva sınıfın topluma mal edilmiş çıkarlarını temsil eder. Bu çıkarların koruyucusu ve sürdürücüsü ise kapitalist devlettir. “Halkın devleti” ya da “herkesin devleti” olarak sunulan burjuva devlet anlayışı bugün tüm ülkelerde hâkim olan anlayıştır. Özelde görülenler ise faşizmin burjuva demokrasisinin bir biçimi olması gibi bu evrensel anlayışın yereldeki somut biçimleridir. Doğal olarak burjuva sınıf çıkarları ve hâkimiyetinden bağımsız bir “ideal” ya da “sosyal” devlet ne kapitalizmin dününde ne de bugünün de mevcuttu. Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı tahribatları atlatabilmek, sermayenin yeniden üretimini gerçekleştirebilmek, işçi sınıfının mücadelesini dizginleyebilmek ve sosyalizme karşı savaşında soluk kazanabilmek gibi amaçlarla dönemsel olarak uyguladığı politikaların burjuva devlete yansımaları, onu ne “ideal” ne de “sosyal” yapmıştı. Türkiye gibi faşizmle yönetilen ülkelerde söz konusu “sosyal devlet” politikası hiç hayata geçmediği gibi kapitalist-emperyalist ülkelerde ise ancak sömürge ve yarı-sömürge halklarının kanı ve sömürüsü üzerinde hayata geçebildi. Bugün neoliberal sömürü ve talan politikalarının artık sistemi ayakta tutmaya yetmediği ve kapitalizmin süreklileşen krizinin salgınla üst boyuta ulaştığı koşullarda “sosyal devleti” aramak açık ki boş bir çabadır. Ve bu çaba ancak burjuva-liberal ideolojinin zihinlerdeki etkisi ile açıklanabilir.
DÜZENİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVLETİ PARÇALA!
Devlet, özel mülkiyete dayalı üretim ilişkilerinin ve sınıflı toplumun bir ürünüdür. Belli bir sömürü ilişkisinin toplumun üzerinde konumlanmış politik biçimidir. Doğal olarak üretim ilişkilerini, sınıfları ve sınıf savaşımını kavramadan devleti kavramak mümkün değildir. Kapitalist üretimin yabancılaşmış ilişkilerini yansıtan devlet, aynı zamanda yabancılaşmış siyasi etkinliğin bir ürünüdür. Kapitalist üretimin iktisadi alandaki meta fetişizmi, politik alanda devleti oluşturan kurumların; parlamento, anayasa ve kanun fetişizmi biçimini alır. “Toplum”, “halk”, “ulus” bu kurumlar aracılığıyla düzene bağlanır; işçi sınıfının “kendisi için” sınıf olması ve kendisi için politika yapması yine bu yolla engellenir. İşçi sınıfı ve geniş halk yığınlarının kendi çıkarları için politika yapması ancak düzen dışı, devrimci bir hat izlemesiyle mümkündür. Bu devrimci hattın öncü gücü ise proletaryanın komünist partisinden başkası değildir.
Marks, Ekonomi-Politiğin Eleştirisi’nde şöyle demişti: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı büyük ya da az bir hızla alt üst eder.” Bugün bu üstyapının vücut bulduğu; “toplumun üstündeki” devletin pulları dökülmeye başladı. Kapitalist-emperyalist sistemin kriziyle birleşen ve onu daha da büyüten koronavirüs salgınıyla birlikte devletin kendisi topluma karşı açık bir dayatmaya dönüştü. O zaman yapılması gereken de açıktır: Üretici güçleri yani emeği özgür kılacak koşulları yaratmak için toplumsal devrim başarıya ulaştırılmalı; düzeni değiştirmek için devlet parçalanmalıdır.
* “Devlet Baba”dan Düzen Bekçiliğine Devlet, Partizan Dergisi, Sayı: 92, Eylül 2019
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 30 Nisan 2020 tarihli 60. sayısından alınmıştır.