Ragıp Zarakolu’nun bir makalesi çarpıtılarak başlatılan “darbe” tartışması ve yine Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in şehit düşmesinin ardından devlet destekli faşist kişi ve grupların söylemleri halka ve devrimcilere yönelik faşist-kontra kışkırtmaları tekrar gündeme getirdi. Güya “darbe söylentileri” üzerine AKP borazanı Ülke TV’de Sevda Noyan isimli faşist bir kukla “15 Temmuz kursağımızda kaldı, benim listem hazır” şeklinde bir konuşma yaptı. Ardından İbrahim Gökçek’in Kayseri’de defnedilecek cenazesiyle ilgili olarak Ülkü Ocakları’ndan “yakarız, başlarını keseriz” minvalinde açıklamalar geldi. MHP Kayseri Milletvekili Baki Ersoy’un “Valinin selamını” ileterek faşist güruhları sahiplenen açıklaması ise olan bitenin AKP-MHP faşist bloğunun bilgisi ve onayı dahilinde olduğunu gösterdi. Devlet eliyle faşist propaganda yoğunlaştırılırken karşı cephede ise bu açıklamalar “teşhir” edildi, faşist-kontra söylemlere karşı tepki ortaya kondu.
Salgın öncesi aylarda devletin “liyakat” ve “demokrasi” üzerine güdük de olsa bir imaj çabası ortaya çıkmıştı. Ancak kendilerinin de pek istekli olmadığı bu imaj daha oluşmadan ortadan kalkmak zorunda kaldı. Zira ülke içi ve dışında, kendini sarıp sarmalayan ekonomik-siyasi koşullar, hükümetteki AKP-MHP Bloğu’na pek fazla esneme şansı tanımıyordu. Yine de devletin son dönemde faşist baskı siyasetini dengede tutmaya çalıştığını söylemek mümkün. Kuşkusuz ki bunun nedeni yoğunlaşan çelişkilere dair duyulan kaygıydı. Devlet ve hükümet, halk üzerindeki kontrolü yitirebileceği kötü sürprizlerle karşılaşmak istemiyordu. Ve biliyordu ki bazen bir kıvılcım büyük bir hareketin ateşleyicisi olabilirdi. Salgınla birlikte bir yandan üretim ve sermaye yanlısı “açık sözlülük” diğer yandan ise salgınla mücadele adına “başarı hikayeleri” öne çıkmaya başladı. Faşist propagandanın esası “güçlü ekonomi” ve “büyük devlet” eksenine odaklandı. Ne var ki göstermelik tedbirler bile ülke ekonomisi için büyük risk taşıyordu ve Erdoğan’ın talimatıyla “çifte bayram” politikası hayata geçirilmeye başlandı. Erdoğan açıkça salgına rağmen “normalleşmeyi” yani üretimin daha yoğun devamını savundu; aksi halde “2023 hedeflerine” ulaşamayacaklarını vurgulama ihtiyacı duydu.
FAŞİST DEMAGOJİDE SINIR YOK
Görünürde her şey kontrol altındaydı ancak bunun sadece görüntü olduğunun kendileri de farkındaydı. “Salgınla mücadele” söylemiyle faşist yönetime meşruiyet kazandırmak için çaba harcanıyordu. CHP’li belediyelerin yardım kampanyalarına getirilen yasaklar, hükümet ve AKP eliyle olmayan her “yardım” ve “iyiliğe” yönelik engellemeler bu açıdan önemliydi. Fakat bütün çabalara rağmen salgınla beraber daha da yoğunlaşan ‘toplumsal sıkışmanın’ her an her yerden uç verme ihtimali vardı. Bu nedenle faşist kontrol elde tutulmalı, herkese hissettirilmeli ve fırsat bu fırsat istenen düzenlemeler yapılmalıydı. Kuşkusuz faşist propagandaya malzeme olacak şekilde kimi “yıkıcı”, “din düşmanı”, “darbeci” karşı içeriklere de ihtiyaç vardı.
Diyanet’in eşcinselliği ‘lanetlediği’ hutbesine karşı Ankara Barosu’nun yaptığı açıklama, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “İslama saldırı” furyasına dönüştürülerek barolar ve odalar üzerinde hakimiyet sağlamayı amaçlayan yasal düzenlemelerin işareti verildi. Zarakolu’nun “Makus Kaderden Kaçış Yok” adlı makalesi “darbe çağrısı” furyasına dönüştürüldü ve faşist-kontra propagandaya hız verildi. Salgına rağmen ilk önce Helin Bölek’in daha sonra ise İbrahim Gökçek’in cenazelerine yönelik ortaya çıkan sahiplenme ise devlet için başka bir “ihtiyacın” göstergesi oldu. Çünkü şehit düşen Grup Yorum üyelerine yönelik sahiplenme, devlete ve iktidara karşı biriken tepkinin de bir göstergesiydi. Ve dahası devrimcilerin öznesi olduğu bir direniş ve sahiplenmeydi. Bu sahiplenme ve direnişten kaygı duyan devlet, çözümü Gazi Cemevi’nin kapılarını kırmakta ve içeriye gaz bombası atarak cenazeyi kaçırmakta buldu. Daha yakın zamanda Aleviliği “İslam dışı” bir din olarak lanse ediyorlar diye İBB’ye saldıran ve Ankara Barosu’nun açıklamasını “İslama saldırı” furyasına dönüştüren aynı Erdoğan, “İslam içi” gördüğü Alevilerin ibadethanesine yönelik polisin her türlü saldırı ve tecavüzünde ise bir beis görmüyordu. Erdoğan’ın yedek prompteri Devlet Bahçeli de “Cehape, darbe, iç-dış düşman” soslu açıklamalar yapmakta gecikmedi. “Piyasa fetişizmine” ve “kâr maksimizasyonuna” verip veriştirip güya anti-kapitalist rollere bürünürken kutsal kıldıkları üretim fetişizmi için “bu nazik dönemde işsizliğin ne önemi var” demekten de geri kalmadı. Faşist söylem demagojide sınır tanımıyor, her kılığa bürünmekte gecikmiyordu.
‘TEŞHİRCİLİK’ DEĞİL DEVRİMCİ EYLEM
Özetle devletin ve faşizmin tarihsel gelenek ve reflekslerinde değişen bir şey yok. Ekonomik-siyasi çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde, hâkim her kliğin yaptığı gibi düzen içi muhaliflerine de saldırıyor, ayar veriyor ve onları savunma pozisyonuna itiyor. Hükümet koalisyonu, birçok söylemini faşist düzen partisi CHP üzerine kursa da temel korkusunu seçimlerden başka bir şey düşünemeyen düzen içi güçler oluşturmuyor. Onun gerçek korkusunu halkın iktidara karşı kalkışması, devrimci bir kitle hareketinin gelişmesi oluşturuyor. Bu yüzden faşist propagandaya ağırlık veriliyor ve “keseriz, yakarız” tehditleri eşliğinde devlet güçleri ve paralize topluluklara dayanan bir katliam “anısı” diri tutuluyor. Ve yine bu yüzden gözaltı, soruşturma, baskın, işkence, hapishane ve ölüm tehditleri her gün yeniden üretiliyor. Çünkü devlet, geniş kitlelerde ve halkın politik güçlerinde “yıkabiliriz” özgüveninin gelişmesini istemiyor. Bunun için daha en baştan ölüm gösteriliyor ve “korkudan korkmanın” halet-i ruhiyesi yaratılmak isteniyor. İran’da kurşunlara rağmen halkın isyanının durdurulamadığı günlerde “korku artık ayaklanmayı önleyen bir engel değildir” deniyordu. Bugün TC devleti halkın ayaklanmasının önündeki bu en büyük engelin; “korku duvarlarının” aşılmasını istemiyor. Bunun için iktidar ipini sıkı tutarken faşist güruhların iplerini gevşetme tehdidi yapıyor. Bu noktada devrimci bir iddia, cesaret ve pratik eylemden yoksun bir “teşhircilik” faaliyeti ise faşizmin korku propagandasının bir eklentisine dönüşmekten başka bir işe yaramıyor.
Gerçekte devletin kendisi, klasik yönetme refleksinin doğal bir sonucu olarak da kitlelere nüfuz eden bir çatışmadan, o çok dillendirilen iç çatışmadan çekiniyor. Elinde polis, asker, bekçi gücü; arkasında belli bir kitle desteği ve paralize faşist topluluklar olsa da halkın iki kesimini kapsayacak bir iç çatışmadan, kontrolü kaybetmekten hükümetin ödü kopuyor. Ekonomik-sosyal sorunların bu derece yoğunlaştığı, toplumsal meşruiyetinin altlarda bulunduğu koşullarda sadece faşist terörle ayakta kalamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Nasıl olursa olsun belli bir “toplumsal rızanın” sağlanması ve aynı zamanda siyasi alternatiflerinin köreltilmesi, seçim ve parlamento alıklığının içerisinde tutulması gerekiyor.
‘SİYASİ İKTİDAR NAMLUNUN UCUNDADIR’
Böylesi bir atmosferde devrimci ve komünistlerin politik duruşu ve eylemli direnişi daha bir önem kazanıyor. Fiziki güce bakmaksızın halkın biriken öfkesine hitap etmeleri ve bedel ödeme pahasına korku duvarlarının aşılmasına öncülük etmeleri nedeniyle devrimci eylem ve direniş devletin bir numaralı hedefi olmaya devam ediyor. Şüphesiz, bu eylem ve direniş, halkın taleplerine öncülük etmeli, ileriye dönük her adımında sınıfsal ve kitlesel bir karakter kazanmanın yollarını geliştirmelidir.
Egemenlerin sürdürmek istediği şey, yeşeren her umudu çürüten korku ve çaresizlik iklimidir. Kırılması gereken de budur. Fakat unutmayalım ki faşist devlet ve egemenler nezdinde faşist propaganda hiçbir zaman sadece propaganda olarak kalmamış; devlet, politik krizini aşamadığı her durumda daha yoğun bir biçimde ölüm ve katliamdan beslenmiştir. Halk kitleleri faşist terör ve histeriyle bastırılmak istenmiş, halkın istem ve mücadelesi yine bu politikalarla yolundan saptırılmaya çalışılmıştır. Tarihsel deneyimlerimiz bize göstermektedir ki devrimci kitleler karşısında faşizmin korku duvarlarının hiçbir hükmü yoktur. Ve yine deneyimlerimiz göstermektedir ki halk örgütlenmeli, faşist saldırı ve katliamlara karşı her bakımdan silahlandırılmalıdır. Zaman, beklemenin zamanı değildir. Faşist yönetim ne kendi kendine ne de seçimler yoluyla ortadan kalkacaktır. Dahası faşizm ne AKP-MHP Bloğu ne de onlara bağlı faşist güruhlarla sınırlıdır. Faşizm tüm devlet kurumları ve düzen partileriyle birlikte kuruluşundan bugüne TC’nin siyasi yönetim biçimidir. Faşizmi alt edecek tek güç ise komünist önderlikle buluşmuş devrimci kitlelerdir. Öyleyse görevimiz kitlelerin devrimci hareketine öncülük etmek, bunun için yorulmak bilmeksizin çalışmak ve faşizme karşı silahlı mücadeleyi geliştirmektir. Başkan Mao’nun dediği gibi “siyasi iktidar namlunun ucundadır” ve bizi ölümle tehdit edenlere cevabımız o namludan çıkan kızıl kurşunlar olmak zorundadır.