İstatistik bilimi pozitif bir bilimdir. Yani doğru kullanıldığı sürece size gerçekçi sonuçlar verir. Ama onu kullanarak (Türkiye İstatistik Kurumu gibi) rahatlıkla yalan söyleyebilirsiniz. Bilimi kötüye kullanmanın bu örneğinin burada aktarılmasının nedeni, özellikle içinde bulunduğumuz seçim sürecinde Lenin’in ve Kaypakkaya’nın bazı yaklaşımlarının aynen istatistiğin kötüye kullanımı gibi, bu süreçte sık sık suistimal edilmesidir.
Objektif şartların objektif değerlendirilmesi bizi hem hatalardan hem de kitle kuyrukçuluğundan korur. Bu bağlamda bugün içinden geçtiğimiz seçim sürecini birçok yönüyle incelemek gereklidir. Komünistler neden seçime katılırlar? Buna dair belli başlı üç ana eğilimi: İktidarı parlamenter yolla ele geçirmek için; parlamentoyu propaganda aracı olarak kullanmak için; ilerici, devrimci ve yurtsever hareketleri desteklemek için olarak tarif edebiliriz. Bu konularda verilecek doğru yanıtlar MLM çizginin neresinde durulduğunun da göstergesi olacaktır.
İktidarı Parlamenter Yolla Ele Geçirmek…
Bu başlık, 1990 öncesinde ilerici devrimcilerin literatüründe neredeyse hiç yer almazdı. SSCB’de ve onun ideolojik etkisindeki ülkelerde revizyonist maskenin atılması ile çıkmaza düşen birçok yapı legalizme sürüklendi. Kısa veya uzun sürede birer legal parti kurarak, faşist Türk devletinden alelacele demokratik bir ülke yaratma yarışına girdiler. Bunun doğal sonucu olarak 2002 seçimlerinde ve daha sonraki anayasa referandumunda özellikle liberal burjuva aydın tayfanın estirdiği rüzgarın etkisi altında, “ehven-i şer” veya “yetmez ama evet” denerek AKP’den adı konmamış bir beklenti içine girildi. Bu beklentinin bir başka versiyonu ve kuşkusuz daha ilerici olanı ise; ilerici, demokrat ve yurtsever bir parti olan HDP’de ete kemiğe büründü.
Gittikçe içselleşen eksen kayması kendisini ikinci defa 2014 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterdi. O dönemde, bu konu üzerine “komünistlerin tavrı nasıl olmalı” içerikli yeterince yazı yazıldığı için, 24 Haziran’daki Cumhurbaşkanı seçimine neden katılmamak veya destek olunmaması konusunda yeniden uzunca yazmanın gerekli olmadığı düşüncesindeyiz.
Başlığımıza geri dönersek, komünistler, yalnızca kendi yaşadıklarından değil, aksine dünyada yaşananların tamamından dersler çıkarırlar. Sovyetler Birliği’nde revizyonistlerin iktidarı almasından sonra sınıf savaşına ihanet anlamına gelen “barış içinde bir arada yaşama” sloganına inanan Şili’li devrimciler ve sosyalistler seçim yolu ile iktidarı alabileceklerine inanarak (bugün ülkemizde olduğu gibi), Salvador Allende önderliğinde 1970’de % 36.3 ile ve tüm ambargo ve engellemelere rağmen 1973’te de % 43 oy oranı ile iktidarı ele geçirerek sosyalist bir devlet kuracaklarına inandılar.
Takvimler 1973’ün 11 Eylül’ünü gösterdiğinde ABD, Genaral Pinochet’in aracılığı ile Şili’de 1990’a kadar sürecek olan tarihin en kanlı askeri darbelerinden birini gerçekleştirdi. Bu darbeden sonra Nixon hükümetinin ulusal güvenlik danışmanı olan Henry Kissinger “Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şili’li seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir” diyerek devlet aygıtını parçalamadan ve barışçıl yolla neden iktidar olunamayacağını bir kez daha bizlere göstermiş oldu.
Devleti ya da iktidarı parlamentodan ibaret görmek, onun gerçek karakterini anlamamak, ilericiler, devrimciler, yurtseverler ve komünistler için ölümcül bir hatadır. Bu konuda kılavuzu MLM olanlar, parlamentarizmin ışıklı cazibesine kapılmazlar. Onlar, devletin bir sınıfın başka bir sınıfı zorla tahakküm altında tutma aracı olduğunu bilirler. Devletler bu zor için esas olarak asker-polis gücünü, mahkeme ve hapishanelerini kullanırlar. Bu anlamda parlamento bir elma şekeri kadar masumdur. Komünistlere, ilericilere, devrimcilere ve yurtseverlere düşen sistemin kendilerine sunduğu elma şekerini ellerinin tersi ile itmek ve tarihten çıkarttıkları derslerin ışığında parlamenter yolla iktidar olamayacaklarının bilincine varmaktır.
Parlamentoyu Propaganda Aracı Olarak Kullanmak…
Bu konuyu kendi içinde ikiye ayırmak doğru olacaktır. Birincisi ülke içinde yapılacak propaganda, ikincisi uluslararası arenada yapılacak propaganda.
Özellikle HDP aracılığı ile bu iki alan önceki yıllarda belirli bir başarı ile kullanıldı. O süreçlerde HDP’nin meclise girebilmesi için verilen destek devrimci dayanışma adına doğru olandı.
Komünistler, belirli bir güce eriştiklerinde birçok aracı olduğu gibi parlamentoyu da kullanabilirler. Bu nedenle tüm ilerici güçlerle ittifaklar da kurabilirler. Ama esas olarak kendi güçlerine güvenmek zorundadırlar.
Proletarya Partisi, parlamento gibi legal alanları kullanırken vitrinine, ideolojik-politik açıdan gelişkin, programına vakıf ve halkla ilişkileri güçlü kadrolarını koymak zorundadır. Unutulmamalıdır ki adayların, parlamenterlerin yaptığı her açıklama ve sergilediği her davranış komünistleri bağlayacaktır. Bu bize adayların seçiminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Komünistlerin yeterli bir güce erişemedikleri durumlarda, legal alana ayıracakları kadro sayısında da doğal olarak ciddi bir sorun yaşanacaktır. Ayrıca, biz bir propaganda yapıyorsak temel amacımız insanları devrimci ideolojiye ve saflara kazanmaktır. Bu durumda yapılan propagandanın sonucunu toplayacak yerel örgütlülüklerimiz yoksa o propagandanın örgütleyici gücü de sınırlıdır. Kürt Ulusal Hareketi bu güçtedir ve onların böyle bir alanı kullanmak için şartları sonuna kadar zorlamaları anlaşılırdır.
Ama bugün bu propaganda ortamı yok denecek kadar azdır. Bu yalnızca bizim değil, bugün seçimlere giren HDP’nin ve ona destek olan tüm yapıların da tespitidir. Bilindiği gibi birçok şehirde HDP’ye miting yasağı konmuş, milletvekili, aktivisti, belediye meclis üyesi ve belediye başkanı tutuklanmış durumdadır. Ve bu tutuklamalar aynı hızla devam etmektedir. Bu anlamda yurt içinde parlamento propaganda arenası işlevini büyük oranda yitirmiştir. Esasen bu alan 7 Haziran seçimlerinden sonra işlevini yitirmişti. Fakat inatla sanki böyle bir şans varmış gibi kitleler seçime yönlendirilmeye devam ediliyor.
Uluslararası arenada da parlamento aracılığı ile ülkede yaşanan hak gasplarının teşhirini yaparak dünya kamuoyunun Türk devleti üzerinde bir basınç yaratmasını sağlamak taşınan amaçlardan biriydi. Bu bağlamda HDP bazı girişimlerde bulundu. Avrupa devletleri başlangıçta, her zamanki ikiyüzlü politikaları ile sözde de olsa TC’ye yönelik bazı kınayıcı açıklamalarda bulundular. Tabiki hiçbir yaptırımda bulunmadan… Son yıllarda, yaşanan tüm hak gaspları karşısında Avrupa devletleri giderek daha da vurdumduymaz bir tutum içine girdiler. Bunda, bu devletlerin TC ile yaptıkları ticari anlaşmaların (Almanya 2016 da silah satışını iki katına çıkarttı. Bu süreçte Türkiye Almanya’dan silah ithal eden ülkeler arasındaki yerini 27.’likten 2015’te 6.’lığa yükseltti) ve bu ülkelerde her geçen gün daha da sağcılaşan iktidarların etkisi büyük olmuştur.
Bunun en çarpıcı örneği Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra bir gazetecinin Alman Başbakanı Merkel’e sorduğu; “Erdoğan aldığı güçle şimdi daha da diktatörce hareket edecek. Bu durumdan Almanya ile Türkiye’nin ilişkileri nasıl etkilenir?” sorusuna Merkel’in verdiği; “ bizim ilişkilerimiz 1980 darbesinden sonra bile Türkiye ile bozulmadı, bugün neden bozulsun” yanıtında kendisini açıkça ortaya koymaktadır.
Özellikle TC’nin Efrin işgali sırasında Avrupa devletleri başta olmak üzere dünya devletlerinin aldığı tavır, bazı ülkelerde YPG’nin bayraklarının yasaklanması ve tutuklanan milletvekillerine rağmen Türkiye’nin halen demokratik bir ülkeymiş gibi kabul görmesi, parlamentonun uluslararası alanda da propaganda için kullanılmasının bugün artık geçerli olmadığını bizlere göstermiştir.
İlerici, Demokrat, Devrimci ve Yurtsever Hareketleri Desteklemek…
Komünistler, dostlarına değer verirler. Bu bizlere onlara karşı dürüst olma ve hatalarıyla yüzleştirici olma görevini de yükler. Örneğin Proletarya Partisi 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde üzerine düşeni yerine getirdi. O dönem taktiğimizi HDP’li dostlarımızın yanında yer alarak seçimlere katılmak üzerine kurduk. Ama bu her seferinde onlarla aynılaşacağımız anlamına gelmez. Yukarıda iki başlık altında açıkladığımız gerekçelerden kaynaklı bugünkü somut koşullarda Türkiye’de parlamentonun kullanım alanı kalmamıştır, anlamsızlaşmıştır. Bu durumda bize düşen tüm dostlarımızı bu gerçeklikle yüzleştirerek onların düzen içi politikalardan uzaklaşmalarını sağlamak, ulusal kurtuluş savaşının ve sınıf savaşının gereklerini yerine getirecek şekilde konumlanmaları yönünde onları uyarmaktır.
Legalizmin bu kadar olağanlaştığı günümüzde bu görevi yerine getirmek kolay olmayacaktır ve olmamaktadır. Birçok kesimden yersiz ve sorumsuz eleştiriler alacağız ve almaktayız. Bunlar bizi doğrumuzdan uzaklaştırmamalı, aksine yukarıda açıkladığımız gerekçelere dayanarak dostlarımızı içinde bulundukları hatalı çizgiden uzaklaştırmak için var gücümüzle mücadele etme azmi vermelidir. Bizim Lenin’den de Kaypakkaya’dan da öğrendiğimiz budur. Birileri kendi kitle kuyrukçusu politikalarını onlara mal ederek hem günü kurtarmaya hem de kendi reformist-revizyonist kimliklerini gizlemeye çalışabilirler. Fakat hayat onlara bu çizgileriyle yaşam hakkı vermeyecektir. Birçoklarının başına geldiği gibi onlar da var olan hatalı çizgilerinde ısrar ettikçe legalizmde boğulmaktan kurtulamayacaklardır.
Kürt ulusal hareketi mücadeleyi getirdiği aşamadan, kitle gücünden, yıllardır biriktirdiği tecrübe ve deneyimlerinden kaynaklı kolay kolay bu bataklığa saplanıp kalmayacaktır. Ama Kürt Ulusal Hareketi’ne özenen ve kendilerine ilerici, devrimci ve hatta komünist diyen yapılar açısından aynı rahatlıkla bunu söylemek mümkün değildir.
Komünistlerin parlamentoyu propaganda amaçlı kullanabilmeleri bakımından çeşitli ihtiyaç ve gereklilikler bahsedilebilir. Komünistler yeterli güce eriştiklerinde; kendi adlarıyla ya da kendilerinin yönlendirdikleri bir parti aracılığıyla seçimlere girebildiklerinde; eylem birliği ve ittifak anlayışını genişletmek amacıyla; legal alanın olanaklarını silahlı mücadelenin lehine kullanmak için; devrimin şartlarını daha da olgunlaştırmak ve düşman saflarında gedikler açmak için parlamentodan yararlanabilirler. Fakat bütün bu ihtiyaç ve gereklilikleri belirleyen şey teorik ilke, tarihsel deneyimler olduğu kadar sınıf mücadelesinin somut koşullarıdır.
Komünistler Boykot Derken Neyi Hedefliyor
Daha önce ‘ılımlı’ siyasi atmosferlerde ve belli legal-demokratik olanaklar içerisinde baş gösteren reformist eğilimler, bugün faşizmin saldırılarının en uç noktalara ulaştığı, komünist, devrimci, yurtsever ve demokratik güçleri önemli bir tasfiyeye uğrattığı koşullarda yeniden gelişmektedir. Bu şartlar altında gelişen reformist eğilimlerin, politik bir iddiaya ya da kendini besleyecek ‘olumlu’ koşullara dayanmadığı açıktır. Şu an seçimler ve parlamento üzerinden yayılan umutların, kitlelerin geri yanlarıyla uzlaşan ve onları daha büyük bir ataletin içine sürükleyen yeni tipte bir ehven-i şer politikası olduğu belirtilmelidir. Bu politika devrimci-demokratik mücadeleyi ileri taşımayacak tersine yaşanan güç ve mevzi kaybını artıracak bir politikadır. Kitlelerin enerjisinin seçimler yoluyla yanlış yönlere kanalize edilerek eritildiği, onlarda sisteme ve iktidara dair yanlış bir bilincin geliştirildiği durumda devrimci ve komünist politikanın, propagandanın temeli de aşındırılmaktadır. Bu yolla pasifize edilmiş, isyan ve sokak bilinci kırılmış, ehven-i şer politikasına hapsedilmiş geniş kitlelerin doğru tercihler yapmasının da önüne geçilmektedir. Politikasını seçimlere ve reformist hayallere göre tanımlayan tüm kurum ve anlayışların bugün çokça sığındığı “kitleler” gerçeği; aslında yaratılan bir gerçektir ve sözkonusu anlayışların kendi geri yanlarını örtmekle işlevlendirilmektedir.
Bugün HDP’yle destek veya ittifak ilişkisi içerisinde seçimlere dahil olan kurumların en önemli zafiyetlerinden biri; sosyalist ideoloji, politika ve kimliği, daha doğrusu savundukları teoriyi dahili oldukları seçim çalışmasının reformist program ve söylemine feda etmeleridir. Lenin’den, ustalardan, devrimci önderlerden ve Kaypakkaya’dan yapılan alıntıların seçim söylemine alet edilmesi, pratiğin sosyalist, devrimci ideolojiyle çelişkili yönlerinin üstünü örtmeye dönüktür. Seçimlere katılım veya desteğin sadece AKP’ye karşıtlık üzerinden tanımlanması; HDP’ye destekle darlaştırılması ya da varlık gösterebilmenin bir aracına dönüşmesi zaten kendi içinde sosyalist kimlik ve devrimci iddiadaki zayıflığın göstergesidir.
Komünistler arka planında örgütsel güçsüzlük ve nesnel koşullar karşısında çaresizlik bulunan her türlü yaklaşımı reddettikleri gibi uzun dönemdir yaşam bulan ve geniş kitleleri silahsızlandıran parlamenter hayallere de set çekmeyi hedeflemektedirler. Bunu hedeflerken komünistler hem genel olarak hem de içinden geçilen dönemde somut olarak sınıflar mücadelesi, devletin niteliği, devrim ve parlamentoya dair gerçekleri halka taşıma yükümlülüğünü üstlenmişlerdir. Bu nedenle geniş kitlelerde iktidarın seçimler yoluyla alaşağı edileceği ya da demokratikleştirileceği gibi bir algı ve umut yaratan pratiklerden uzak durmuş ve bunun günümüzde en net ifadesi olan boykotu esas almışlardır.