“Kızılırmak Haykırdı, Mihman Oldu Munzur’a”

Kızılırmak haykırdı, mihman oldu Munzur’a

Munzur dağların göğsü kucak açtı Canik’e

Bin Çiğdem’de bin Ferdi bu sevdada yer aldı

Diyarın dört ucundan duyuldu savaş andı

(29 Haziran 2010 tarihinde 2 kan damlası isyankar Dersim’in koynuna düştü. Biri Çukurova’nın kara kızı Çiğdem Yılmaz, ki Dersim onu Kinem diye tanır. Diğeri de Tokat’ın Dersim’e akan asi nehri Ferdi Karacan yani Munzur… Ovacık-Hülükuşağı’nda TC askeri tarafından kurulan pusuda çıkan çatışmada ölümsüzlüğe uğurladık onları, içimizden taşan öfkemizle… Aşağıdaki yazı ise Kinem ve Munzur’la aynı birimde yer alan ve 2 Şubat 2011’de Dersim dağlarında şehit olan Beş Kızıl Karanfil’den biri olan Fatma Acar yoldaşa, yani Dilek’e ait…)

“2 terörist ölü ele geçti” diyorlar. Tanıyorlar mıydı sizi? Ah be çocuk… Kocaman tertemiz bir dünya… Tepeden tırnağa insan, yiğit Partizan… Nasıl anlatmalı seni? Kelimelerin, sözlerin anlamsızlaştığı an, bu an biliyorum. Anlatamamaktan korkuyorum. Susmak en iyisi. Sussam, hiç konuşmasam kızar mısın? Ah be Munzur! Sen dağlara ne de yakışmıştın! Dağlar sana nasıl da yakışmıştı! Güzel yüzlü yiğit Partizan… Yüreğin de yüzün kadar güzeldi, temizdi. Bize bıraktıkların… Bize bıraktıkların kadar kocaman şimdi, yokluğunun yarattığı boşluk. Kapanması öyle zor ki!

Öyle ağır bir sorumluluk yüklediniz ki omuzlarımıza. Taşıyabilecek miyiz bilmiyorum. Korkuyorum. Korkuların cüceleştiği an. O an. Cesaretin ve kahpeliğin, yiğitliğin ve namertliğin, güzelliğin ve çirkinliğin aynı patikada karşılaştığı o an. “Ah” deyişin çıkmıyor aklımdan. Ve içimden hep “ah be çocuk” demek geliyor. Onurlu ve tertemiz olsa da yakıştıramıyorum ölümü sana. Köyüne götürmüşler seni. Sevindim. Köyünü çok özlemiştin. Suyu, toprağı doğayı ne çok severdin. Boş yere bir meşe dalını dahi kırdığımızda nasıl da öfkelenirdin.

Bilmiyorlar… “2 terörist ölü ele geçti” diyorlar. Seni tanımıyorlar. Biliyor musun en çok neye yanıyorum. Seni tanımıyorlar. Tanısalar bu kahpeliğe kendileri dahi şaşarlardı ama tanımıyorlar, tanımaktan korkuyorlar. Hatırlıyor musun, “annen kızmasın ama senin başka bir ismin olamaz” diyordum sana. Ah be Munzur! Ne de yakışmıştı adın sana, sen Munzur’a ne kadar yakışmıştın. Munzur suyu kadar duru, Munzur suyu kadar yalın ve sade…

Ovacık’ta sana yeni bir isim bulmakta nasıl da zorlanmıştık. Munzur sana nasıl da yakışmıştı! Dersim olsun dedik sonra. Munzur Dersim. Dersim toprakları gibi vefakar, Dersim toprakları gibi fedakar, yiğit yoldaşım. Dersim gibiydin. Bağlıydın… Kocaman yüreğinle ters orantılıydı mütevaziliğin, sadeliğin. Ah Dersim! Heso Dersim. Bir anayı gece karanlığında nasıl da korkutmuştun! Seni ayı sanmış “Bundan sonra senin adın Heso Dersim” demişti. Ne kadar gülmüştük. Analar seni ne çok severlerdi. Analar, çocuklar, ihtiyarlar, deliler ve gıdikler… “Ben en iyi onlarla anlaşabiliyorum” derdin. Onlar en çok seni severlerdi. Çünkü tanırlardı seni. Bazen ağzından bir kelime dahi çıkmazdı. Biz kızardık sana konuşmuyorsun diye. Ama onlar tanırlardı seni. Kendilerinden bir şeyler bulurlardı sende. Hemen ısınır, severlerdi seni.

Bazen hiç konuşmadan, hiç yazmadan bir şeyler anlatılabileceğini öğrettin bize. Ben de yapabilseydim. Hiç yazmazdım, hiç konuşmazdım. Çünkü eksik kalacak biliyorum. Korkuyorum… Dürüsttün, merttin sözünde dururdun ya, bu sefer sözünü tutmadın! Köyden çıkarken ananın senin için hazırladığı ekmek çantamda kaldı. Oysa söz vermiştin. Ananın ısrarına dayanamamış “ana şimdi aç değilim ama sana söz noktaya varır varmaz yiyeceğim” demiştin. Ekmeğin çantamda kaldı. Her seferinde karıştırdığın için kendine kızdığın, “bu gece karıştırmayacağım” deyip işaret için koyduğun ağaç, patikada kaldı. Sözün yarım kaldı. Dağlar, dereler patikalar… Sabah keşifleri, gece yürüyüşleri, dağ keçileri, gerilla ateşi, insan gülüşü, dost sohbeti yarım kaldı.

Birlikte yaşananlar, acılar ve kahkahalar. Birlikte göğüslenen zorluklar, paylaşılanlar. Alınteri, emek ve özveri… Ah be çocuk! Nasıl da kocamanmış yokluğunun yarattığı boşluk. Kapanması öyle zor ki! Halkın askeri. Leşkera gel, leşkera Kurd, Halk Savaşçısı, TİKKO’cu Munzur der, nasıl da gururlanırdın. Ah be Munzur! Yoldaşım, arkadaşım, yiğit Partizan. Nasıl yapsam da anlatsam seni. Munzur desem, Dersim desem, adın sana gerçekten yakışmıştı, sen adına gerçekten yakışmıştın desem anlaşılır mı?

KENDİNİ YENİLEME İDDİASININ ADI: KİNEM

Randevu saatinin gelmesine sayılı dakikalar kalmıştı. Bütün grup heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Kulaklar gecenin karanlığını ve sessizliğini yaracak olan ayak seslerinde. Randevu ekibi patikaya uygun bir yerde konumlanmış, savunma grupları ise hakim bir noktadan onların güvenliğini almıştı. Daha birkaç saat önce hepimiz gerillaya ilk katıldığımız anı anlatıyorduk birbirimize. O anki heyecanı, duygu yoğunluğunu, sevinci paylaşmıştık birbirimizle. Şimdi aynı duygu yoğunluğunu gelecek yoldaşlar da yaşıyorlardır diyerek noktaladık sohbetimizi ve randevu hazırlığına başladık. Partinin gerillaya katılım çağrısına olumlu yanıt veren yoldaşları beklemeye başladık. “Acaba kaç kişiler?”, “tanıdık var mı?” gibi onlarca soruya heyecanla birlikte bir de “acaba bir aksilik çıkar mı” gibi sorular da eklendi. Ayak seslerini ilk duyan yoldaş gruba dikkatli olmalarını söyledi. Sesler gittikçe yaklaşıyordu. Sonra “cık cık” sesleri… Komutan yoldaşın karşılık vermesiyle adımlar bize doğru yöneldi. Yoldaşlar kuryenin arkasında tek sıra dizilmiş, sanki gerilla yürüyüşüne alış- maya çalışır gibiydiler. Hepsi ile tek tek selamlaştık. En arkada Kinem yoldaş vardı. Hemen tanıdık birbirimizi. Yıllar sonra hele bir de gerillada karşılaşmış olmanın heyecanı ile selamlaştık ve sohbeti noktaya bırakarak komutan yoldaşın “gidiyoruz” talimatıyla yola koyulduk. Daha ilk anda heyecanı ve coşkusu gözlerine yansıyordu Kinem yoldaşın, diğer yeni yoldaşlar gibi. Grup yola koyulduğunda ilk gece yolculuğunun acemiliğiyle defalarca düştü kalktı. Her seferinde kendisi dahil yeni yoldaşlar gülüyorlardı. Biz ise kendimizi kırılmasın diye zor tutuyorduk. Ancak yürüyüş boyunca o kadar çok malzeme verdi ki, ertesi gün sohbeti bayağı uzun sürdü. Yürüyüş boyunca her düşüşte kalkmasını bildi yoldaş. Tıpkı mücadele yaşamında düştüğünde kalkmasını bildiği gibi. Defalarca gelgitler yaşamış olmasına, yanlış bir evlilik yapmasına ve sorumluları dahil birçok insanın mücadeleye sırt çevirmesine rağmen o sistemin çemberinin dışına atarak dağlardaki yerini aldı. Uzun gece yürüyüşünün ardından kendi deyimi ile “keleş”ini aldığında yıllardır düşlediği anı yaşıyor olmanın sevinci ile uzun uzun baktı kleşe. Artık dağların kızıydı. Sabah “Rojbaş” sesiyle uyandığında biraz üşüyor olmanın da etkisiyle zor doğruldu yattığı yerden ilk gece. Heyecanına bir de soğuk eklenince uyuyamamıştı. Sabah keşif saatinin ardından büyük bir heyecan ve öğrenme isteği ile izlemişti çay yapmak için yakılan ateşi, odunun nasıl dizildiğini. Gerillaya katıldığı ilk günden şehit düştüğü ana kadar büyük bir istek vardı içinde gerillaya ait ne varsa öğrenmeye. Soruyor, araştırıyor, not tutuyordu. Öyle ki toplantılarda, eğitim çalışmalarında tutanakçılardan daha çok not tutanıydı birliğimizin. Hep espri konusu olurdu bu hali. Kendisine Kinem isminin takılmasını istedi. Birkaç isim önerisinin ardından. Yıldız Çiçek ve Barbara yoldaşlardan sonra kendisi taşıyacaktı bu onurlu ismi, Kinem’i. “Ben kimim?” demekmiş Türkçe karşılığı. Kendisine defalarca sormuş mücadele yaşamındaki her yenilgisinde. Ve en son “ben halkın savaşçısı olmalıyım” demiş, adımlamış dağ yollarını. Katılma kararını nasıl aldığını büyük bir coşku ile anlattı. Kolay değil burjuva-feodal bir toplumda erkeğin baskısına meydan okuyup sisteme baş kaldırmak. Hep geri yanlarına vuruyordu evliliğini anlatırken. Zaten bir dönem kavgadan uzak kalmasına da neden olmuştu ya. Aradığı mutluluğun o olmadığını, gerçek mutluluğun halk sevgisinde yattığını fark etmesi fazla zaman almadı. Ve gerçek mutluluğa ulaştı dağ başlarında yoldaşlarının ve emekçi Dersim halkının yanında. Bir gerilla olarak ilk köye girişinde köylülerle kurduğu sıcak ilişki, biraz da yeni olmasını fark ettiren acemiliğiyle arkasından ağlatmıştı evdekileri. Köylülerle özellikle gençlerle çabuk kaynaşıveren bir yapısı vardı Kinem‘in. Kendisini yenileme, savaşın ihtiyacına yanıt olabilen bir militan olma iddiasını taşıyordu sürekli. Çelişkinin diğer yanını da taşıyordu bağrında. Ama hatalarını ve zaaflarını görebiliyordu, yoldaşlarının da yardımı ile. Hele her yoldaşın kendisini sorgulamasına yardımcı olan kış kampındaki eğitim çalışmaları sonunda ilk katıldığı dönemde bir PKK gerillası ile yaptığı sohbet geldi aklıma.

“- Heval Kinem, buradaki iddian nedir”

diye sormuş PKK’li arkadaş.

“-Önce iyi bir siyasi komiser, sonra iyi bir komutan olmak”

diye yanıtlamış Kinem yoldaş.

Ve kış sürecinden sonra en çok düşündüğü yanıtı vermişti o zaman PKK’li arkadaş.

“-Heval önce iyi bir savaşçı olmayı hedefle.”

“Peki nasıl olurdu iyi bir savaşçı?

Sadece iyi silah kullanarak mı?”

“-Hayır” demiş gerilla, savaşın bir bütün ihtiyaçlarına yanıt olabilmek, politik-askeri vs. Partizancı bir kişilik yaratarak demiş ve  yönelmiş kendine.

Kinem’in gerillaya katılışının tam birinci yılıydı. O gün aynı yerden geçiyoruz yoldaşlarla. Onlara “geçen yıl Kinem’i tam burada almıştık” dediğimde büyük bir hüzün doldu içimize. Hani diyoruz ya “erken oldu gidişi”. Oysa daha dün gibiydi. İlk kleşi eline alması, ilk gece yürüyüşü. Sivil elbiselerini çıkarıp gerilla kıyafetine kavuştuğundaki ilk heyecanı. Gerçi daha bitirememişti yeleğini. İlk aldığında başladığı tamirat, düzeltme işlemini ama… Bir yıl boyunca kimi zaman şalvarını, kimi zaman yeleğini kesti, biçti, düzeltmeye çalıştı. Ama bir türlü bitiremedi. Ama onurla taşıdı kıyafetlerini. Şimdi ilk adımladığı patikaya bakı- yorum acaba izleri hala duruyor mudur diye. Sadece anıları kalmış baktığım yerde. Bir de tam orada kendilerine yaptığımız ilk şaka. Yol güzergahımızda ışıkları karakolu anımsatan bir köyün yakınından geçeceğiz. Karakol arazisinden geçeceğiz diye uyarılıyoruz. Karakolun (köyün) yakınından geçerken artçı yoldaş önündeki yeni yoldaşı uyararak “öncü yoldaşa iletin, jammer açsın, mayınlı araziden geçiyoruz” dedi. Kinem yoldaşa kadar gidiyor bu aktarım. O da öncü yoldaşlara aktarıyor. Hepsinde büyük bir heyecan var o ara. Ne de olsa karakolun hemen yanından ve mayınlı bir araziden yürüyorlar. Ta ki ertesi gün bir sohbette orasının karakol değil köy olduğu gerçeğini duyana kadar sürüyor heyecanları. Nasıl anlatmalı bilinmez daha yaşanılanlar. Aslında ne kelimeler ne de sayfalar yeter. Diline ve eline dolaşıyor böylesi durumlarda insanın. Çatışmadan çıkan yoldaşlara soruyoruz o geceyi. Anlatıyorlar. Sadece Munzur’un sesini duyuyorlar. Kinem’in ise sesini duyamıyorlar. Ondan geriye sadece o toprakları suladığı kızıl kanı ve bir köylü ananın kirlenmesin diye alıp sakladığı saçları… Düşmanın hiçbir zaman bitiremeyeceğini pekala bildiği gür bir ormandan sadece iki fidandı aramızdan ayrılan. Ama her mevsim çiğdemler açmaya devam edecek dağlarda. Munzur’un suyuyla beslenecekler. Bir devimci için en büyük görev verilen sözü yerine getirmektir. İstanbul’da semt faaliyeti yürüttüğü dönemde şehit düşen Aşkın Günel’in ailesine verdiği sözü anlattı annesi. Aşkın yoldaşın şehit düşmesinin ardından “ana merak etmeyin onların yerini biz alacağız” demişsin. Sen Aşkın yoldaşın yerini aldın ve savaştın bu dağlarda. Şimdi yeni yoldaşlar sırada. Onlar da sizin yerinizi almak için bekliyorlar.