Değişimlerin hızı ve yoğunluğu genel olarak insanlarda hiçbir şeyin kontrol altında olmadığı ve kontrol altına alınamayacağına dair bir fikir hatta bir duygu geliştirmiş durumda. Bazıları bu hızlı ve yoğun değişimi “büyük küresel güçlerin” işi olduğunu ileri sürerek görece ayrışmaktalar. Buna rağmen bunun da bir öncekinden farklı olmayan bir görüş açısı içerdiğini belirtelim. Tıpkı bir dine inananlarla deistler arasında görüş açısı bakımından bir fark olmaması gibidir buradaki durum. İkisinde de değişimin kontrolü nihayetinde insanda ve değişimin dinamiği de doğanın kendisinde değil doğa üstü bir güçtedir. Bu da insan inisiyatifinin sınırlandırılmasını içeren veya amaçlayan politik bir tutumdan ileri gelir…
Günümüzde ve geçmişte de egemenlerin başardığı esas şey halkların inisiyatifini bir şekilde bastırmalarıdır. Tüm ideolojik hegemonyanın sonunda başardığı şey halkın bakış ya da halkın çıkarları açısından gelecek değişimleri olanaksızlaştırmasıdır. Bugün de dünyanın her yerinde halklar kendilerindeki “değiştirme gücünü” açığa çıkarmaktan aciz durumdalar. Bu acizliğin devrimci kişilikte de vücut bulması ise bizim asıl derdimizdir. Halkın söz konusu acizliği dönüştürülebilirdir; ama bunun için devrimci kişiliğin olgunluğu ve yönlendiriciliği zorunlu bir gerekliliktir.
ARTAN SAVAŞ VE FAŞİZM TEHDİDİ
Emperyalist-kapitalist dünyanın uzun süredir içinde bulunduğu mali kriz bugün yeniden, özellikle bankalardaki temerrüt riskinin artmasıyla gündemde. Bu krizin kökeninde kapitalizmin kaçınılmaz aşırı üretimi olduğunu Marks’ın tahlilinden hareketle biliyoruz. Reel ekonomideki krizin derinliği kapitalist üretim tarzının çıkmazıyla ilgilidir. Sonuçta bir tüketim toplumu olarak kapitalizm tüketicinin alım gücüyle sınırlıdır ve tüketici kesim olan kitlelerin de alım gücü onların iş gücünün değeri ile sınırlıdır. Kapitalist işçi sınıfının geçim maliyetini sınırlandırdığı oranda sermayesini yeniden gerçekleştirebilirken tüketimin de gerçekleşmesini sağlamak zorunda. Bu kapitalist üretim tarzının nihai açmazıdır. Muazzam üretim gücüyle muazzam ürün çeşitliliğine ve zenginliğine ulaşma potansiyelindeki kapitalizm bunun tüketimini süreklileştirebilecek bir toplum yaratamaz. Bir tarafta yoğun bir değişmeyen sermaye oluşurken değişen sermayenin artı değer üretme kapasitesi geriler ve aşırı üretim krizi kaçınılmaz olarak gerçekleşir. Emperyalizm döneminin ekonomik kâbusu olan mali kriz de bu sürecin devamıdır.
Bu olgu Türkiye gibi ekonomilerde yaşanan krizin derinleşmesi riskinin ya da büyük sarsıntılar yaşaması olasılığının büyümesi anlamına gelmektedir. Uzun zamandır ekonomik döngünün gerçekleşebilmesi için “faiz neden enflasyon sonuç” denen, ama aslında Türk komprador-bürokrat burjuvaların sermayesini koruma amacı güden ekonomi politikasından vazgeçildiğini ve dışarıdan para girişi için politika belirlendiğini biliyoruz. Oysa ne Türkiye’deki ekonomik durum bunun için uygun ne de dünya ekonomisindeki yönelim. Politik atmosferin bu ekonomik şartlara uygun olarak sürekli bir gerilim içerdiğini, halihazırda Ukrayna’da bir savaş söz konusuyken ve Batı Avrupa bu savaştan hareketle askeri hazırlıklardan söz ederken başta Orta Doğu olmak üzere Dünyanın birçok bölgesinde savaş rüzgârlarının esmekte olduğu bir sır değil. Olası her savaşın emperyalizmin kriziyle, hegemonya mücadelesiyle, pazar kavgasıyla ilgili olduğunu atlamamak gerekir. Hiçbir emperyalist devlet sadece “savunma” içinde değildir, aynı zamanda saldırgandır ve bu saldırganlık onun halklara düşmanlığından gelir.
Gerek Birleşik Devletler’de gerekse de Avrupa’nın sayılı emperyalist devletlerinde kitlelerin artan hoşnutsuzluğu ırkçı, faşist, aşırı popülist eğilimleri ve politikaları desteklemeye varmaktadır. Kitlelerdeki bu tutum onların kendiliğinden yönelimlerinin bir sonucu değildir, ideolojik hegemonyanın ürettiği gericilikle kitleler bu yönde manipüle edilmekte, eğitilmekte, ikna edilmektedir. Bu süreçte, başlarken konu ettiğimiz “kontrol edilemez süreç” kavramı önemli bir yerde durmaktadır. Kitleler kendilerindeki değiştirici ve yaratıcı güçten mahrum edildikleri ölçüde yönlendirilebilirlerdir ve bugün faşizm yönünde yönlendirilmekteler. Bazıları faşizmi Hitler, Mussolini veya Franco faşizmiyle açıklayıp emperyalizmin doğasından kaynaklanan faşizm gerçekliğini, bu anlamda sürekli faşizm tehlikesi olgusunu göz ardı etmeyi benimsemekteler. Oysa faşizm emperyalizmin en gerici doğasından gelir ve yönetmekteki acizlik geliştikçe kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Bugün “en ileri demokrasiler”de gözlemlenen yoğun gericilik; yarı sömürgelerdeki gerici yasaları kendi yasasına geçirme tutumu, genel meşruiyetten yoksun “terörizm” yaftasını bir politik tutum olarak benimseyip uygulama, yabancı düşmanlığı, kitlesel öfkeleri-isyanları cezalandırma arzusu…, ayrıca savaş hazırlıkları bu ülkelerdeki yönetme riskinin artmasının sonucudur. Ekonomik açıdan halkı yoksullaşmayan, enflasyon yaşamayan hiçbir ülke yok.
GERÇEK GÜCÜ DIŞARIDA ARAMA
Koşullar her bakımdan yönetenlerin suçlanması ve alt edilmesi için güçlü veriler sunarken, kitleler kendileri için iktidar olma seçeneğine uyanmaya dünden daha fazla hazırken kitlelere, dolayısıyla devrime güvensizlik yaygın bir tuttum. Peki bu tutum sadece egemenlerin söz ve eylemleriyle açıklanabilir mi? Hiç kuşkusuz hayır. Bunların çok önemli bir yer tuttuğunu kabul etmekle birlikte aslolan bu güvenin kaynağından uzaklıktır. Bu nedenle tartışmaya kitlelerin değiştirici ve yaratıcı gücünden başlamak her zamankinden daha fazla ihtiyaçtır. Kitleler böyle bir güce sahip midir? Yaşadığımız değişimler dışarıdan bir güçle değil tam da kendi toplumsal hareketimizden kaynaklandığına göre kitlelerin bu güce sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kitlelere “dışarıdan” sunulan tüm teknolojik aletler veya muazzam araçlar toplumsal hareketin, kitlelerin eylemini içeren üretici güçlerin ürünüdür. Büyük mucitler, “dâhi” denilen üstün zekâlı bireyler bu aletlerin kaynağı olarak gösterilebilirler. Bu bir noktaya kadar gerçektir; ama bir noktadan sonra ve esas olarak manipülasyondur. Çünkü mucitler toplumsal hareketin birikiminin son halkası olarak keşfederler, tüm aletler kitlelerin milyonlarca yıllık hareketinin bugünkü ürünleridir. Bir mucit bu aletlerin bilgisini yoktan var edemez, olan bilgiyi yeni bir seviyeye taşır o kadar. Yapay zekâyı yaratanlar için de aynı şeyi söylemek gerekir. Bir makineye ancak “insanın öğrenme becerisi” denen düşünme yeteneğini yüklediğimizde ondan “zeki” çıkarımlar bekleyebiliriz. Elbette makinenin olasılık hesaplama gücü ve hızı bir insandan fazla olamaz demek değildir bu. Aksine belli bir olasılık hesaplama güç ve hızı bu bilgiyle yüklü makinede daha fazladır. Tıpkı çok büyük bir ağırlığı kaldırma yeteneği kazandırdığımız bir makinenin insandan daha fazla güce ve hıza sahip olması gibi… Sonuçta kapitalist sistemin “alet yapan insanı” dün ile kıyaslanamayacak derecede ilerlettiği bir gerçektir ve bu yöndeki değişim muazzamdır. Ne var ki bunların hepsi kitlelerin milyonlarca yıllık hareketinin sonuçlarıdır. Kapitalizm ve ondan önceki tüm sistemler kitlelerin bu değiştirici ve yaratıcı gücünü inkâr etme yolunu seçtiler. Çünkü bu sistemler kitleleri sömüren, yöneten azınlıkların sistemiydi. İnsanlığın hem kendi hem de doğa hakkındaki bilgisi bu sistemlerin varlığını meşru kılan nitelikteydi. Bilim ve teknik geliştikçe insanın bilgisi ve insanın bilgisi geliştikçe bilim ve teknik gelişti ve sistemler de kitlelerin daha fazla dahil oldukları biçimlere doğru geliştiler. Köleci sistemde çok daha az kitle inisiyatifi söz konusuyken feodal toplumda çok daha fazla kitle inisiyatif kazandı ve kapitalizmde bu çok daha ileri bir seviyeye taşındı. Kapitalist üretim tarzının dayandığı artı değer üretimi çok büyük kalabalıkları ortak koşullarda ve ortak amaçlar dahilinde bir araya getirmeye yaradı ve büyük kentler, fabrikalar, üretim mekanizmaları ve ağlarının kurulmasına yol açtı. Her şey sonuç olarak kitlelerdeki değiştirme ve yaratıcı gücün gelişmesine koşut gelişti.
Hangi gelişme, icat, olay, akım değerlendirilirse değerlendirilsin mutlaka bir kişinin ya da bir ekibin çabası olarak somutlaşan; ama mutlaka kitlelerin milyonlarca yıllık hareketinin ürünü olan bir sonuçtan söz ederiz. Geçmişe dayanan uzunca bir tarih tüm bu sonuçlarda etkendir. Tıpkı bugün sahip olduğumuz her yeteneğin Homo Sapiens olarak ilk halimizdeki yeteneklerimizin bugüne kadarki evrimini içermesi gibi.
Gerçek gücün kaynağı bu nedenle halk kitleleridir. Bu, bugün de böyledir. Değişimin hızı ve yoğunluğu bu gerçeği görmemize ne kadar engel olsa da kapitalizmin muazzam zenginlikteki ürünleri bizi bu ürünlerin dar alanlarına, bunların mucitlerine sıkıştırsa da gerçek kitlelerin değiştirici ve yaratıcı gücüdür.
Geçmişte peygamberler, krallar, padişahlar, şeyhler vb. ile açıklanan büyük olayların kitlelerin eylemine dayandığını, onların harekete geçmesiyle söz konusu bireyleri başarılı olabildiklerini biliyoruz. Bu, bugün de böyledir.
Kitlelerin tarihsel hareketi ve rolü bugün de geleceği belirlemek üzere etkendir. Bu gerçeğin reddini içeren tutumları görmek, açığa çıkarıp mahkûm etmek ve kitlelere güvenin yolunu aydınlatmak tam da “gerçek gücü dışarıda arama” tutumunun farkında olmakla ilgilidir.
KAÇINILMAZ OLAN
“Küresel güçler” halklara savaşın kaçınılmazlığını, krizin kaçınılmazlığını, yoksulluğun kaçınılmazlığını birçok yöntemle öğretiyorlar. Onları kendi çıkarları doğrultusunda eğitiyorlar. Yüksek hızdaki teknolojik gelişmeler de kitlelerin bu yönde eğitilmesinde etkin roller oynuyor. Bunun normal, olağan bir gelişme olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Kitlelerin kendiliğinden bir şekilde kendi gücünün farkına varması ve yaratıcılığını sergilemesi beklendik bir kitle tutumu değildir. Asıl sorun devrimci bakış açısında olanların buna boyun eğecek olmasıdır. Kitlelere güvensizlik tutumu içine girmesidir. Yaşanan büyük ve hızlı değişimi kapitalistlerin marifeti olarak kavraması ve buna boyun eğmesidir. Haksız savaşlar karşısındaki tutumların çoğu böyledir. Ukrayna’yı işgalinde Rusya’yı destekleyen “devrimci” kesimde bu tutumu gördük! Rojava’da kendi inisiyatifini Suriye Kürtlerinin inisiyatifinin yerine ikame etme tutumunda bunu gördük! Komünist Partisinin uzun yıllara dayanan çizgisini ve temel araçlarını kişisel beklentilerden hareketle belli bir dönemde öne çıkan dar çıkarlar uğruna ihmal eden tutumda bunu gördük!.. Şimdi yerel seçim tartışmalarında da gene benzer bir tutuma tanık oluyoruz. Subejktivizmin, özel olarak sekterizmin özü kitlelerin değiştirici ve yaratıcı gücünü inkâr etmesidir.
Yerel seçimlerde hemen tüm küçük ve orta burjuva karakterdeki hareketler, tabii özellikle de küçük burjuva hareketler kitlelere dayanmak, kitlelerdeki değiştirme ve yaratma gücüne güvenmek yerine onlarda oluşturulmuş eğilimleri öne çıkaran ve temel alan politikalar izlemekteler. Bunu “uzlaşma sanatı”, “birleştirici politika” veya “üçüncü yol” olarak tanımlamaları da bu politikalarının amacına inandıklarını gösteriyor. Sanırız her biri kitlelerin bağımsız hareketinin gerekleriyle uyuşan bir hat oluşturulamadığının farkında. Bu politikalar düzen içi güçlerin rızasına dayanan, kendi eğilimi bakımından da düzen içine sığan veya sığma çabasında olan anlayışların sonucudur. Bu anlayışlara göre nihayetinde kitleler devrimci harekete yakın durmuyorlar, düzene boyun eğmiş halde ondan beklentilere sahipler ve buna uygun politikalar belirlemek gerekir. Devrimden söz etmek, devrim için çabalamak, devrim merkezli düşünerek seçim tavrı belirlemek akla aykırı görülmektedir. Kitlelere yabancı bir dilden konuşmaktansa ya da eskimiş teorilerle hareket etmektense “yeni dil” geliştirmek, teoriyi güncellemek gerekir.
Bu anlayışların yukarıda sözünü ettiğimiz “yoğun ve hızlı değişimden” ideolojik olarak güçlü biçimde etkilendiklerini söylememiz gerekir. Değişimin yoğunluğu ve hızı devrimci yaklaşımda kitlelerin devrimci karakterini, ondaki birikimin yoğunluğu ve değiştirmeye ne derecede hazır olduğu bilgisini içerirken bu anlayışlarda hiçbir şeyin kontrol altında olmadığı ve kontrol altına alınamayacağı fikrini doğuruyor. Onlarda hâkim olan bu fikir ya da bu fikrin yaydığı duygudur. “Yeni neslin” toplumsal sorunlara, dolayısıyla devrime olan yabancılığı onlar için böyle düşünmenin çok temel nedenlerinden biri. “Uzlaşma sanatı”, “birleştirici politika” veya “üçüncü yol” hangisi üzerinde durursak duralım kitlelerin bağımsız eylemi hakkında konuşulmadığını, en fazla ve orada da bir ölçüde kitleleri politikaya kazandırmaktan bahsedildiğini görürüz. Uzlaşmak elbette sanat olarak tanımlanabilir; ama sorun hangi siyasette uzlaşma sağlandığıdır. Örneğin “yerel seçimde adaya kazandırmak” politikasında uzlaşma aslında bir sanat içermez, olsa olsa bir tüccar zihniyeti içerir. Belediye hizmetlerini ve olanaklarını kazanmanın aslında düzen içi işlevi olan araçları kazanmak olduğunu, bunlar sayesinde yönetmeyi değil, daha ileri bir ilişki içinde yönetilmeyi kazandığımızı bilmek gerekir. Uzlaşmadan önce politikanın hangi çerçevede belirlendiğini, hedefin ne olduğunu ortaya koymak gerektiğini bu anlayışlar bugüne kadar ve her seferinde ihmal ettiler. Seçim öncesinde kurulan ittfaklarda “bu bir seçim ittifakı değildir, stratejik bir ittifaktır” sözüne çokça rağbet edilmesinin nedeni de budur. Birleştiricilik için de benzer bir yoldan ilerlemek gerekir. Birleşmek tüm devrimci hareketlerin temel amaçlarından biridir ve bu reddedilemez. Ne var ki birleşmeyi zeminsiz, ilkesiz ve hedefsiz bir biçimde dile dolamak buradaki devrimci amacı köreltir, öldürür. Yerel seçimlerde ortaklaşılmış bir hedefte “kazanmak için birleşmek” doğru bir yoldur. Burada kazanmak birleşmekle başlamış bir şeydir, aslolan belirli bir yolda yürümek üzere birleşmek olduğundan bunun altını çizmek gerekir. Yaşadıklarımıza bakıldığında birleşenler kısa bir süre parçalanmakta ya da bir duruma karşı birleşenler bir süre sonra o durumla da birleşme yoluna gitmekteler. Dersim İttifakı ikinciye örnekken Hatay İttifakı birinciye örnektir. Dersim’de DEM Parti’yi içermeyen ittifakla birlikte başlayan tartışmalarda içerik “alan kavgası” biçiminde vücut buldu. İlgili hareketlerin siyasi varlıkları, amaçları, çizgiler hiçe sayılarak “burası bizim” ya da “burada biz varız” tartışması yürütüldü. Ardından “birleşme” gerçekleşti. Bu birleşmenin belediye hizmet ve olanaklarına “hâkim” olma, bunları yönetme gücünü elde etme arzusundan kaynaklandığını kim inkâr edebilir. Düzenin belediyelerinde söz sahibi olmanın abartılı bir “belediye kazandık”la tanımlanması en azından yakın geçmişteki kayyım gerçekleriyle çeliştiğini atlayan bu güç elde etme arzusu halkın çıkarlarına esasen yabancı olmakla sakattır. Yapılan tartışma kadar gerçekleşen ittifak da problemlidir.
Kitlelerin bağımsız eylemine dayanmayan bu ittifakları belirleyen politikalar düzenin ileri sürdüğü kaçınılmazlıklardan beslenmektedir. Bütün bir sürece, kitlelerdeki eğilimlere hâkim olma gücüne inanmamak, kitlelerden yalıtılmışlık fikrine inanmak ve bunun getirdiği duygularla hareket etmek bu anlayışların temel özelliğidir. Devrimci hareketi tanıyan ya da inceleyenler seçim kampanyaları da dahil olmak üzere hemen tüm hareketlerin kampanyalarında Dünya’daki genel duruma dikkat çekmeye özel önem verdiklerini hatırlarlar. Aynı zamanda bölgedeki gelişmeleri kampanyalarının temel şiarlarında konu ettiklerini de hatırlarlar. Bugün ise bunlar önemsizleşmiş durumda. İyi, halkçı, hatta sosyalist(!) belediyecilikle sınırlanmış, bu kapsamda iktidarla hesaplaşma içindeki kampanyalardan söz edebiliyoruz. İttifak tartışmalarını belirleyenin ne olduğunu da az önce belirttik. Devrimci hareketlerin seçim kampanyalarındaki bu içerik kaçınılmaz olanın kitlelerin değiştirici ve yaratıcı gücü değil, egemenlerin öğrettiği gibi savaşlar, yoksulluk, ekonomik kriz olduğu düşüncelerini destekler nitelikte. Oysa bu süreçteki kampanyaların haksız savaşlara, özelde Filistin halkına yönelik soykırım niteliğindeki saldırılara, krize boğulmuş durumdaki ekonominin kapitalistlerin ekonomisi olduğuna, haksız savaşlara karşı halkların çıkarlarını gerçekleştirecek, onların bağımsız hareketine dayanan savaşlara ihtiyacı vurgulaması gerekmez mi? Bunların belirgin kılınması, duyurulması, bu konularda ortaklaşılması gerekmez mi? Bunlardan ne derecede söz ettiğimiz tutumumuzun, politikalarımızın karakterini ele verir…
NE YAPTIK?
Özel olarak, yoğun ve hızlı değişimin getirdiği kontrol edilemez süreç anlayışına karşı yerel seçim özgülünde ne yaptık? Öncelikle bütün bir süreci kavramakta ve örgütlü bir davranışla süreci doğru bir kampanyayla yürütmekte pek başarılı olamadık. Henüz böylesi “üstün” vasıflardan mahrumuz. Bununla birlikte dikkat çektiğimiz çok önemli noktalar ve meseleler olduğunu belirtmek gerekir.
Bu bakımdan ilk yoğunlaştığımız mesele Türkiye’nin mevcut koşullarında belediyeciliğin pek de muteber bir işlev taşımadığı, özel olarak kayyımlarla birlikte devletin bu alandaki olası demokratik veya halkçı çalışmaları engellediği, devletin bu müdahalelerine karşı kitlelerdeki “düzen dışı”na çıkma eğiliminin güçlendiğini ve buna yönelmek gerektiği oldu. Belediyecilik hakkında uzunca bir süredir oluşmuş ve legalizmle açıklanabilecek algının değişmesi gerektiğine dikkat çektik ve bu alanlardan sadece “devrim için” yararlanmak anlayışıyla hareket edilmesi gerektiğini savunduk. Bu kapsamda olası tüm tartışmalarda, değerlendirmelerde “devrim için olanaklar” bakış açısından hareket edileceğini açıkladık. Bakış açımız bugün de aynıdır. Bu bakış açısını neredeyse hiçbir ittifak yapısında görmüyoruz. Kampanyalardaki şiarlar, vurgular başarılı belediyecilikle ilgili. Bunun düzen içi hizmetler ve olanaklar bakımından yanlış bir bakış açısı sunduğunu, kitlelerin bağımsız eylemine yabancı olduğunu, kitlelerde düzen tarafından oluşturulmuş beklentilere göre konumlanmakla da sakat olduğunu savunuyoruz.
Seçimlere sadece “aday göstererek ajitasyon-propaganda amaçlı” katılmayı ikircikli bir tutum olarak doğru bulmadık. Bugün ajitasyon ve propaganda için böyle bir araca ihtiyaç olmadığını düşünüyoruz. Kitlelerin beklentileri bakımından da bu politika aldatıcı bir pratik sunmaktadır ve pek ilgi görmemektedir. Ajitasyon ve propagandanın ilgi uyandırmak ve etkilemek olduğunu düşünürsek bu pratiğin faydalı bir pratik olmayacağı da anlaşılmış olacaktır.
Seçimlerin haksız savaş tehditleriyle birlikte ciddi kriz dalgaları içinde gerçekleştiğine, dikkat çektik. Bu koşullar belediyecilikle sınırlı değerlendirmelerin yetersiz kalacağına işaret eder. Buradan hareketle Dünya’da ve özelde bölgemizdeki gelişmelerin önemine vurgu yapmayı ihmal etmedik. Kürt ulusal hareketine, halkına ülke sınırları da aşan düzeylerde saldırılar bu sürecin en özel parçası niteliğindedir. Zaten tam da bu süreçte gerçekleşen saldırılara verilen haklı karşı saldırıların kimi “ittifaklar”da sarsıntılara neden olduğunu gördük. Bu sarsıntılarda ittifaklar içindeki gerici unsurlara tavizler verilmiş olması konunun ciddiyetini ve seçim kampanyalarında edindiği yerin kapsamını açıklar. Yerel seçimlerde ittifak yaptığınız güçlerin açıktan şoven politikalar benimsemeleri, sınır ötesi, dolayısıyla işgal pratiği içeren eylemlere destek çıkmaları, düzene biat içeren açıklamalarla gericiliği temsil etmekten çekinmemeleri politikanızın “salt belediyecilik”le malul olduğunu ispatlar. Bu türden büyük hatalara düşmemek, daha baştan bu hataların önlemini almış olmak önemlidir.
Seçimlere katılmayı bir zorunluluk olarak görmediğimizi, ancak önerileri ve dolayısıyla şartları ve olanakları değerlendirerek hareket edeceğimizi açıkladık. Esas eğilimimizin sunduğumuz genel tablo içinde seçimlere katılmamak yönde olduğunu vurgularken de bunun somut değerlendirmelere kapalı bir tutum olmadığına işaret ettik. Bugüne kadar bu yönde sadece bir alanda değerlendirmeyi mümkün kılan gelişmeler yaşandı. Değerlendirmemizin “olumlu ve mümkün” olmasını sağlayan yereldeki özel şartlar söz konusu olduğu için geneldeki “olumsuz ve olanaksız” değerlendirmemizle bu durum bir çelişki halinde değildir. Elbette, yereldeki özel şartların değişebilir olduğunu, birçok yönden gelebilecek müdahalelere kapalı şartlardan söz etmediğimiz de unutulmamalıdır.
Çevremizdeki tartışmalarda en çok rastladığımız problemli tutum bunu sergileyenlerin bulundukları alanları “seçimlere katılma zorunluluğu” çerçevesinde kavramalarıdır. Oysa bugün genel olarak seçimlere katılma zorunluluğu değil, seçimleri reddetme koşulları vardır. İlk yazımızda özellikle vurguladığımız gibi bu seçimler her ne kadar yerellerde gerçekleşiyor olsa da genel seçimlerdeki “iki seçenek” dayatmasını içeriyor. Egemenler ve genel olarak yasalar ya da yasa düzeyindeki olaylar (kayyımlar da dahil olmak üzere özellikle de yargı merkezli operasyonlar) kitleleri iki ana gerici kliğin arkasında dizilmeye zorlamaktadır. DEM Parti’nin çok güçlü kitlesel örgütlenmesine karşın ona da dayatılan bu iki seçenektir. DEM Parti her ne kadar “üçüncü yol” adı altında “kendi yolu”na yönelmiş olduğunu ilan etmiş ve bu yönde “güçlü siyasi figürler”le harekete geçmiş olsa da bunun onun genel paradigması bakımından sonlu bir, geçici bir yönelim olduğunu söylemek gerekir. Nihayetinde “uzlaşma” çağrısının baki olduğunu, amacın uzlaşmak olduğunu biliyoruz; bugüne kadar uzlaşmayanın devlet tarafı olduğu gerçeği de bizi aynı sonuca vardırır.
Özetle, başlangıçtan bugüne tavrımızın esas olarak seçime katılmama yönünde olduğunu belirttik. Bunun nedenini bölgedeki genel ve ülkedeki özel koşullara dikkat çekerek açıkladık. Bununla birlikte somut gelişmeleri ve önerileri değerlendireceğimizi ifade ettik. Bu değerlendirmelerde sunulacak her türden olanağı “devrim için” bakış açısıyla ele alacağımızı vurguladık. Özel olarak “düzen içi”liğe dayanan hiçbir şeye bel bağlamamak” gibi “belediyeciliğe de bel bağlamak” tutumunda olmayacağımızı, bu türden bir anlayışımızın olmadığına dikkat çekerek açıkladık. Halihazırda görüşümüz esas parametrelerde haklı olduğumuz şeklindedir. Devrim mücadelesi asla seçim süreçlerindeki politikalara, kazanımlara ve ittifaklara indirgenemez. Yapılacak yığınla devrim görevi var ve araçlarımız kitlelerin harekete geçtiği tüm alanlarda mevcuttur. Kitlelerin değiştirici ve yaratıcı gücüne inanarak bu araçları büyütmeye, devrim bilincini kitlelere taşımaya devam edelim.