Dersim’de oluşturulan Devrimci Güç Birliği’nin yerel seçim çalışmalarında aktif görev alan HDP milletvekili Kemal Bülbül ile genel saldırı ve açlık grevi sürecine dair söyleşi gerçekleştirdik.
YD- Yeni Demokrasi olarak Devrimci Güç Birliği’ne başarılar dileyerek başlayalım. Bir seçim sürecine girdik ve zor koşullarda gerçekleşen bir seçim süreci var. Siz de burada Dersim’de çalışıyorsunuz. Dersim’de kayyımın yarattığı çok ciddi tahribatlar var, bu tahribatlar nasıl oluştu ve bunları gidermek için ne yapmalıyız?
Kemal Bülbül- Buradaki kayyım saldırısı iki yıllık bir süreç değildir, bu topraklara Yavuz Sultan Selim tarafından başlatılan seferler yapılmıştır. Osmanlı, bugün Türk-İslamcı denilen o zamandan nüveleri olan bir anlayışla buraya politika uyguluyor. Dersim’in kendine özgü inancı ve bu inanca bağlı olarak toplumsal örgütlenme biçimi aynı zamanda bununla yarattığı etki alanı ile Osmanlı buranın sürekli kontrol edilmesi gereken bir coğrafya olarak, bir toplumsal kesim olarak adlandırıyor, öyle bir politika uyguluyor. Bugün de bu hissediliyor, Türkiye genelinde Antalya’nın İstanbul’un İzmir’in sonucu merak edilir ama Dersim’in sonucu özel merak edilir. Bunun bir kaç sebebi vardır, devrimci kültür açısından merak edilir; sosyal demokratlar açısından merak edilir; Alevi toplumu tarafından merak edilir. AKP-MHP kuşatmasının her yanda yaşandığı bir dönemde, kendisine özgü siyasal bir ada görevi arz etmesi itibariyle Dersim’den çıkacak olan sonuç hemen herkes açısından merak ediliyor. Hemen hemen denilebilir ki Türkiye devrimci hareketinde iz bırakmış, ideolojik olarak; pratik olarak; siyasi olarak Türkiye siyasi haritasını, zihin haritasına, ideolojik haritasına yön vermiş önder diyebileceğimiz şahsiyetlerin de çok dikkatini çeken ve burayla yakından iştihar ettiği bir durum görüyoruz. Bunun sebebi Dersim’in coğrafyasından kaynaklı değildir, Dersim insanının kültürünün, yaşanmışlığının, kültürel birikimin oluşturduğu sosyolojik tipolojiyle, psiko-sosyal yapıyla çok yakından alakalı bir şeydir. Kimi devrimci önderler bunu iyi tahlil etmiş, yakından görebilmiş, halkla diyalog kurmuş ve bu diyalogdan kaynaklı olarak buranın sorunlarına doğru tanımlar getirmiş, doğru pratikler uygulamış. Kimileri ise üstenci bakış açısıyla yaklaşmış, buradaki bir takım şeylerin dışarıdan yönlendirmeyle değişebileceğini düşünmüş. Dersim’i anlamak istiyorsak eğer biz öncelikle Dersimliyi ve Dersim’i doğru tahlil etmek ve anlamak gerekiyor; Dersim’den bir şey öğrenmek gerekiyor, bir şey öğretmek gayesiyle yaklaşanlar yanılgı içerisine girerler. O bir şey öğrenmeyi esas aldığımız zaman, diyaloğu da rahat kurabiliyorsunuz, farkındalığı da sağlayabiliyorsunuz. Kendi açımdan, daha önce de Pir Sultan Abdal Kültür Derneği başkanı olduğum dönemde, farklı kurumlarda çalıştığım dönemlerde buraya sıkça geldim ve hep öğrenmeyi esas aldım ve çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim ama Dersim’i tam anlamıyla kavradığımı söylemek çok iddialı bir şey olur çünkü biraz önce ifade ettiğim gibi hem inançsal açıdan, hem yaşamsal açıdan çok destansı tarihi olan bir yer. Şimdi böyle bir bakış açısıyla seçimi yorumladığınızda ortaya şöyle bir şey çıkıyor; aslında Dersim için bir anlamda seçim çok da önemli değil. Neden? Çünkü Dersim’de seçim olmuş çok da şey değil yaşamını sürdürebilir yani. Bir anlamıyla da önemli çünkü yurttaşlık sorumluluğu gelişmiş; katılımcılık sorumluluğu gelişmiş; tartışma kapasitesi; demokrasi bilinci; toplumsal barış anlayışı; devrimci kültürü –giderek sosyalist kültürle donatıldığı bir şey-. Sol-sosyalist kesim olarak biz işi teorik olarak algılarız ya aslında sosyalizmi öğrenmek isteyen insanların Dersim’e gelmesi lazım. Dersim’de insanların günlük ilişkileri insanı buna teşvik ediyor. 1930’lu yıllarda burada tarifi mümkün olmayan bir soykırım gerçekleşti. Sağ kalanların paylaşacak hiçbir şeyi yoktu. İnsanlar bir yerde buluşuyorlar ve hiçbir şey paylaşıyorlar. Bakın hiçbir şey paylaşmak sosyalizmin en erdemlisidir. Acıyı paylaşmak, dayanışma içerisinde olmak, birbirine güç vermek; inadına yaşam, inadına direnişi örgütlemek, psikolojik olarak –ideolojilerin kökeni önce psikolojik olarak oluşmalı bu psikoloji oluşmadığında çok eklektik kalır-. Ben Dersimliye şöyle diyeyim sosyalizm dayanışmacıdır, paylaşımcıdır, eşitlikçidir bunu zaten biliyorlar. O zaman bizim buralardan öğrenmemiz gereken şeyler var. Ben bazı devrimci demokratik önderlerin ısrarla buraya gelmiş olmasını, burada özel çalışma yapmış olmasını interaktif bir ilişki olarak alıyorum, hem öğrenmeye hem öğretmeye. Elbette ki bizde bir laf var ‘bildiğimizin alimi bilmediğimizin talibiyiz’ bildiğimiz de var yani af edersin zır cahil de değiliz yani –bilmediklerimiz de var onları da öğreneceğiz-. Burada bir interaktif ilişki olmalı, ben bu ilişkiyi seçim boyunca gördüm, sorulan sorularda, kurulan diyaloglarda, eleştirilerde, hep bir interaktif ilişki kurma çabası; hep bir öğrenme, öğretme çabası söz konusu hal böyle olunca, daha öncede söylemiştim Diyarbakır, Siirt, İstanbul zor yerlerdir Dersim ise çok zor bir yerdir.
YD- Dersim’den bahsettiğimizde aslında tarihsel bakımdan ciddi saldırılarla karşılaşmış ve bu saldırıların da mevcut durumda ören bir anlayış ve devlet yapısı var, fakat bu süreçten bu saldırıları kırmanın bir aracına dönüştürülebilir, girilecek olan seçim kazanılacak olan belediye denen araç. Bu tartışılacak bir noktada duruyor bence. Bu saldırılara karşı aslında ortaya koyulacak olan iradenin nasıl geliştirileceği mesela yarın şöyle bir tartışma da gerçekleşiyor burada; ‘kayyım atanır mı atanmaz mı işte HDP seçimi kazanırsa’… buna karşı nasıl bir önlem alınabilir. Neler yapılabilir?
Bülbül- Devrimci Güç Birliği’nin burada seçimi kazanmasından sonra aynı dirayetle çalışma göstermesi gerektiği kanısındayım. Öyle olacağını da düşünüyorum. Devletin sürekli olarak kendi yasalarını bile tanımayarak nasıl saldırdığını görüyoruz, yani şunun garantisini veremeyiz; bunlar tekrar kayyım atanamaz, kayyımın atanıp, atanamayacağı halkın ve devrimci güç birliğinin koyacağı tavır ile ilgili bir şey. Şimdiden bir kaygıya kapılmak yerine bunun düşünsel örgütlenmesini yapmak bunun dayanışmasını sağlamak ve atanır mı atanmaz mı tartışmasını bırakıp olası durumlar karşısında nasıl tavır alınacağını konuşmak daha yararlı olacaktır. Bugün mevcut iktidar yetkilileri TV’lerde CHP’lileri dahi tehdit ediyorlarsa sosyalistlerin yaşam hakkının dahi olmayacağı anlaşılmalıdır. Bu nedenle buna karşı gösterilecek olan tavır net olmalıdır. Bir bütün önümüzdeki dönemin, bazı noktalarda gerçekten daha da ağırlaşacağı çok bariz bir şekilde ortada. Bakınız bugün kadın meselesine AKP rejiminin bakış açısı ortada, üniversitelerde demokrasi kültürünün kırıntısıyla dahi tartışma yürütecek akademisyen kalmadı. Devletin örgün eğitim programındaki eğitimin tamamı ırkçı, tekçi, Türk-İslam politikasına dönüştürüldü. Çocuklar yurtlara kapatılıp gece gündüz taciz ediliyor. İşçiler bırakın grevi, hak talebini hiçbir güvencesi kalmamış, er an kapının önüne konulabilir. Şimdi Türkiye’de mücadeleyi teşkil eden sosyal gruplar hangileri peki? Örneğin CHP var. CHP’nin ise sokağa çıkma kültürü yoktur ancak seçimden seçimedir. HDP var, on bine yakın yöneticisi, eş başkanları, genel başkanı, vekili tutuklu. KESK, DİSK benzeri kurumlarda ihraç edilenler buna karşılık bir direniş kültürü geliştirmeye çalışanlar var. Kadın örgütleri, bu sosyal gruplar içerisinde belki en dinamik olanı. Alevi toplumunun kurumları var- aksaklıklarını eleştirdiğim noktalar var örneğin sokağa çıkmalılar, alanlarda örgütlenmeliler- . Irkçı ve faşist kuşatmayı aşabilecek olanlar aşağı yukarı bu sosyal gruplardır. Bunlara bakıldığında kayyım atanması ihtimaline bir saptama yapılabilir, önümüzdeki dönemde ne olup olmayacağına dair. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Biz bugün ki bulunduğumuz pozisyonla yarını kotarabilmemiz mümkün değil. Bugünkü pozisyonumuzu geliştirmemiz lazım. Newrozlar etkileyici oldu, fakat Newroza katılanların dışında da erişilmesi gereken bir kitle var. Biz her kesimi kapsayabilecek bir şeyler üretmekte eksik kalıyoruz. Onları da dahil etmekte eksik kalıyoruz. Devrimci kültürü almış birilerinin bu çalışmaya dahil olması kolay ama için kopan fırtınalara rağmen buraya dahil edemediğimiz insanlar var. Bu da kapsayıcı olmakta, diyalog kurmakta, örgütlemekte eksik kaldığımızı gösteriyor. O nedenle kayyım atanır mı atanmaz mı sorusunu kenara bırakmalıyız. Türkiye bir bütün olarak kayyımla yönetiliyor. Hal böyle olunca -vaka çok daha ağır ama bizim kavramamızda bir eksik olduğu görünüyor. Her bireye ulaşmak izah etmek gerekiyor, kişilerin ihtiyacına göre izah etmek gerekiyor. Ezilenlerin bir araya gelmesini sağlayacak bir dil; bir bakış açısı gerekiyor. Sorun sadece Dersim’deki kayyım olsaydı ‘dert bir olur ağlaması kolay olurdu’ denir. Türkiye’ye kayyım atanmış yani.
YD- Bu konuda haklısınız fakat kaygıların bir kısmını da şurası oluşturuyor, bunları yaratabilecek araçlarla ne kadar donanabiliyoruz mesela? Dersim daha spesifik bir alan karşımıza çıkıyor, burada çalışmaya dahil oldunuz. Çalışmada karşınıza çıkan sorunlar ve mevcut sorunlarla nasıl ilişkilendiniz? Kayyım atanması gerçekliğiyle karşı karşıya kalınması olasılığı çok yüksekken bu gerçekliği ortadan kaldıracak olan örgütlenmeler oluşturulabiliyor mu? Bunun karşısında duracak bir kitle dinamiği oluşturulabiliyor mu?
Bülbül- Hemen herkesin siyasi olarak güç birliği dışında kalanların da ilk rahatsızlık duyduğu nokta. Kayyım ve uygulamaları zaten bir anlamda tecrit olmuş. Yani halkla, esnafla her hangi bir ilişkisi, diyaloğu olmayan ama kendini hissettirmek için de her türlü bildik şeyi yapan bir anlayış söz konusu. Fakat o kadar ağır bir uygulama olmuş ki Dersim’de bedel ödemeyen aile yok gibidir. Kimi tutuklanmış, kimi katledilmiş, kiminin bir yakın yurtdışına gitmek zorunda kalmış belki de bir sosyolojik inceleme yapılsa büyük trajik bir şey çıkacak ortaya. Şimdi hal böyle olunca bu ağır bedeller karşısında daha ağır bedeller mi sorusu insanın aklına geliyor. Fakat Dersimlilerin şunu söyleme basireti vardır; bedel ne olursa olsun! Bunun da hem yakın hem uzak tarihlerde örnekleri var. O nedenle Dersim’i kuşatanlar, kuşatan zihniyete sahip olanlar da bu söylediğimi biliyorlar aslında. Bu nedenle de zaman zaman tatlı-sert görünümler katıyorlar kendilerine. Halkın sanatçısı olduğu düşünülen sanatçıları konserlerine çıkartıyorlar. Örneğin Özlem Özdil işte. Bununla birlikte o da biliyor kimi getirirse getirsin sevilmeyeceğini, idare etmeye çalışıyor durumu kayyım. Fakat bunun idare edilebilirliği kalmamış artık. Sokaklarda süratle gezen zırhlı araçlar, dört tarafı kuşatılmış her noktası denetlenen, yaptığınız her sosyal etkinlikten bir suç üretmeye çalışılıyor. Hal böyle olunca bu bir noktadan sonra tolere edilebilir olmaktan çıkıyor. Bir noktada bu patlar ve aslında bu noktaya gelmiştir. 31 Mart seçimlerinin sosyal bir tavır olarak böyle olacağını düşünüyorum. Siyasi bir tavır olarak daha başka sorumluluklar daha başka anlayışlar gerekiyor. Bir de şu var, başka nedenlerle geldik dedim ya Dersim’e, Dersim’in ortak aklını teşkil eden siyasal ve sanatsal entelijansiya bilinçli olarak buradan dağıtılmış. Aslında Dersim’de her hangi bir kafede oturduğunuzda sanat ve siyaset tartışabilirdiniz değil mi? Şu anda da konuşabilirdiniz ama önceden daha rahat konuşabilirdiniz çünkü onu dert edinen o konuda uğraşan, yazan, çizen, okuyan, araştıran kişiler çoğunluktaydı. Şimdi onlar da bir şekilde gitmek zorunda kalmış. Dolayısıyla da çıta biraz düşmüş, devlet de bunu fırsat biliyor. Bu çıtayı daha da düşürmeye çalışıyorlar. O nedenle burada şuanda çalışma yürüten, insanlarla diyaloglar geliştiren herkes çok değerlidir. Birbirimizi dayanışmayla, sosyal bakış açılarıyla geliştirmeliyiz. Elbette ki bu abluka bu kuşatma, ilelebet sürecek bir şey değil, kıracağız bu ablukayı. Fakat bunu kırarken dediğim gibi o tartışmayı yapabilecek aritmetik ortalama olmuş olsa insanlar bazı konuları çok daha rahat şey yapabilirlerdi yani. Dersim’in kendine mahsus bir dili de var yani siz, ben veya hangi siyasi anlayış tan olursak olalım Dersim siyasi anlayışı var bir de. Devletin sistematik politikaları yüzünden o biraz saldırıya uğramış.
YD- Politik gündem aslında seçimlerden ibaret değil, Leyla Güven ile başlayan Zülküf ile devam eden bir direniş var. Bu direniş hakkında söylemek istedikleriniz var mı?
Bülbül- Biz bunun adını genel olarak ‘tecrit’ olarak ifade ettik. Tecridi bazı arkadaşlarımız sadece Sayın Abdullah Öcalan’a dönük olduğunu algılıyor. Bence bu işin ana öğesi, ana nüvesi. Oradan başlayıp Türkiye genelinde tüm sosyal kesimler, mesleki kesimler, örgütlenmeler, siyaset yapma biçimi ve tamamına dönük bir abluka var ve bu tecrit bütün Türkiye ile alakalı bir şey. Hal böyle olunca ortaya konulmuş olan tavır da bu genel tecridi –biz şu anda buradaki caddeler ve sokaklarda yaşanan şeylere tanık oluyoruz. Şırnak’ta Hakkari’de nasıl oluyor duyuyoruz. Hal böyle olunca Leyla Güven’in ortaya koyduğu tavır Türkiye siyasetini, Ortadoğu siyasetini etkileyen, dönüştüren, sürüklemeye çalışan bir şey. Gerek HDP projesinde gerek bir bütün olarak Türkiye’ye dair sosyal barış projesinde Sayın Öcalan’ın ortaya koymuş olduğu tavır da kapsayıcı bir tavır. Bu tavırla birlikte Türkiye devrimci-demokratik hareketi önemseyen diyalog kuran ortak iş yapmaya çalışan bir bakış açısı, dolayısıyla aslında Leyla Güven’in ya da Zülküf’ün, Ayten’in ve Avrupa ortaya konulan eylemlilikler oldu. Bütün bunlar bir şeyleri hatırlatıyor bize; Türkiye devrimci hareketinin 12 Eylül zindanlarında yaptığı, 1970’li yıllarda ortaya koyduğu mücadele biçiminden esleniyorsak biz, ideolojik olarak; psikolojik olarak oradan bir takım değerler alıp bununla kişiliğimizi donatmaya çalışıyorsak şuanda o yaşanan tarihin içerindeyiz. Şuandaki tarih 12 Eylül zindanlarında Diyarbakır’da, Mamak’ta, Metris’te yaşananların ve 1970’li yıllarda Denizlerin, Mahirlerin, İbrahim Kaypakkayaların ortaya koyduğu tavrın benzeri niteliğinde. Ben bunun evrensel bir tavır olduğunu, sadece yerel olmadığını düşünüyorum. Ama Kürt halkının da mücadelesiyle Türkiye devrimci demokratik hareketini de etkilediğini onlardan da etkilendiğini ve bu sürecin başarıya ulaşacağını düşünüyorum. Ama bunu birçok şeyle, alanda yapılacak çalışmalarla, tartışmalarla, okumalarla, yazmalarla beslemek, geliştirmek gerektiği kanaatindeyim.