Geçtiğimiz günlerde ABD Ankara Büyükelçiliği’nin internet sitesinden yapılan açıklamayla, “mutluluk duyularak” KCK yöneticileri Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan’ın “başlarına” ödül koyduğu açıklandı. Karar, ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Palmar’ın göreve başlamasının ardından Türkiye’ye gerçekleştirdiği “ilk” ziyaretinde alındı.
Hatırlanacağı üzere Türk devleti, yaşadığı politik ve ekonomik krizin derinleşerek sürdüğü bir süreçte, uşağı olduğu ABD ile rahip Brunson meselesinde sembolleşen ve efendi-uşak sistematiğinde gelişen bir “kriz” süreci yaşadı. Gazetemizin önceki sayılarında bu meseleye ilişkin yayınlanan makale ve analizlerden de görüleceği üzere yaşanan gelişmelerin esas yanı özellikle Ortadoğu’da yaşanan çelişkiler, ittifakların kendi aralarında yer yer güçlenip, güçten düşmeleri (etki yaratamamaları), buna bağlı olarak da Türk devletine biçilen misyondan hareketle Türk devletinin aldığı konumdaydı. Bu noktada Türk devletinin “uşağının yanında ya da önünde yürüme” söylemleri hayallerine karşılık, emperyalist efendilerince çekilen ayarlar olduğu net olarak görülmektedir. ABD ile yaşanan krizde, Tayyip Erdoğan’ın esip gürlemesine tezat şekilde Brunson’un iadesinin ardından, iki devlet arasında yaşanabilecek herhangi bir gelişmeye muhtemeldir ki zaten normalinden daha fazla “kuşku”yla yaklaşılacaktı. Bu noktada bu değerlendirmeler arasında “komplo teorileri” ya da “büyük resmi görenler”i bir kenara bırakırsak; ABD’nin KCK yöneticilerinin başına ödül koyması, taraflara vermek istediği mesajı ve değerlendirmeleri beraberinde getirmektedir.
Öyle ki kendisi için birinci derecede önemli olan Ortadoğu coğrafyasında, PYD ve YPG ile doğrudan temaslar, hatta bu temaslar değerlendirildiğinde lokal düzeyde de olsa “müttefiklik” olarak belirtilebilecek birlikte hareket etme durumu varken, diğer yandan KCK yöneticilerini hedef göstererek Türk devletine yaptığı bu “jest” önemlidir. Türk devletinin çırpınmasına rağmen YPG’yi “terör örgütü” olarak görmeyen ABD’nin Ortadoğu’da Kürtlerle ilişkilenme düzeyi böylesine güçlüyken aldığı bu kararla, TC’ye, “ben PKK’ye mesafeli dururum ancak sen de YPG’ye ilişme” mesajı ve dengeleme siyasetidir.
Öteden beri Ortadoğu’da kartların yeniden karıldığı ve bu “karılma” sonucu oyun kurucular tarafından da dengelerin yeniden oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalist güçler ve onların yerli uşakları eliyle “yeniden bir düzenleme yapılarak” gelecek on yıllar ve yüz yıllar sürecek planlamalar emperyalistlerin çıkarlarını güçlendirebilecek politikalar yürütülmektedir. Kaynayan bir kazan görünümünde olan bu coğrafyada son dönemlerde özellikle de Kürt Ulusal Hareketi önemli bir yer tutmaktadır. Gerek Suriye’de, gerek Irak’ta, gerekse de Türkiye’de Kürtler son on yıllardır göstermiş oldukları örgütlülük ve mücadele sonucu bölgede emperyalist güçlerin de politika belirlerken hesaba katmak zorunda oldukları bir güç haline gelmiş durumdadırlar. Bundan kaynaklı özelde de ABD emperyalizmi, Türk devletinin Kürtlere karşı sürdürmüş olduğu savaşı dengede tutmak istemektedir. Bunu yaparken Kürtlerin de bu mücadelenin belirli seviyelerinde, günün konjonktürel dengeleri eşliğinde belirli bir anlaşılabilir ve kabul edilebilir seviyede kalmasını istemektedir. Direkt olarak TC’yi karşısına almamak ve yine direkt Kürtleri hesabın dışında tutmamak için belirli bir çerçeve çizmek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk hem TC’ye hem de Kürtlere hissetirilmeye çalışılıyor. Nitekim gerek ulusal hareketin kimi açıklamaları, gerekse de TC devletinin kimi açıklamaları, bu bu durumun açığa çıkmasını sağlamıştır. Örneğin savaşın “her iki tarafa da kazandıran bir süreç olmadığı” çok sık dillendirilen bir tespittir. Seçim arefelerinde saldırganlık psikolojisi artsa bile güncel politikada asıl belirleyici olan ve istenilen, bu işin “makul bir çerçevede” çözümlenmesini sağlamaktır.
Kürt Ulusal Hareketi’nin, bölgede emperyalistlerin inisiyatifi dışında politik yönelimlere girmesi uluslararası güçlerin ve tekellerin işine gelmemektedir. Bu noktada özellikle Rojava özgülünde Kürtlerle direkt temasta bulunan ABD emperyalizminin niteliği ve alan özgülündeki hedefleri ulusal hareketin gözden kaçırdığı bir noktada durmaktadır. Fakat bu gözden kaçırma meselesi elzem bir nitelik içeriyorsa; verilecek dikkat, öncekilerden daha fazla olmalıdır. Bu konuda ulusal hareketin emperyalizmle arasına kalın çizgiler çekmesi gerektiği, emperyalizmin “destek” adı altında bölgede kendi inisiyatifi dışında bir gelişme/ilerleme istemediği açık ve nettir. Bu konuda tarihsel tecrübeler ve somut şartlar göz önüne alındığında MLM’lerin bu noktadaki uyarı ve eleştirileri yakıcılığını ve geçerliliğini sürdürmektedir.
ABD’nin ödül açıklamasından sonra TC’nin tepkisi ise yeni, daha önce duyulmayan cinsten değildi. Faşist TC devletinin ABD’den bu tavrın “devamının gelmesini” istediği aşikardır. Öyle ki konuyla ilgili Dışişleri Bakanı tarafından yapılan ilk açıklamada “bunun Irak ve Suriye’de somut eylemlerle desteklenmesini bekliyoruz” denerek, ABD’nin YPG ile olan ilişkisinden rahatsızlık dile getirildi bile.
ABD’nin üç PKK yöneticisi için koyduğu ödül, TC ile olan ilişkisinde “normalleşme” emaresi olarak yaptığı bir jest olduğu gibi; ulusal hareketin, kendi başına “istediği gibi” hareket etmesini engelleme uğraşı ve dengeleri kendi istemleri ekseninde oluşturma kaygısından hareketle politik bir müdahale olup, karşılıklı hassasiyetlere dikkat etme çağrısıdır. YPG ile ortak devriye oluşturması bunun bir göstergesi olduğu gibi, aynı şekilde TC ile ortak devriye atması da YPG’ye bir ayardır. Bu politik müdahaleyle Kürt Ulusal Hareketi’nin hareket sahası sınırlandırılmak istenmektedir. ABD ile TC arasındaki bu “normalleşme”, devrimciler tarafından çeşitli milliyet ve uluslardan emekçi Türkiye halkına teşhir edilmelidir. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri yürüten örgütlü güçlerin, emperyalizmin niteliği ve hedeflerini daha net görerek sürdüreceği uzun soluklu mücadele, direnen ulus ve halkların başarısını da beraberinde getirecektir.
(Bir Yeni Demokrasi okuru)