Buzdolabı satış oranının ülke ekonomisinin durumunu ve gidişatını aydınlattığı bir dönemden geçiyoruz. “Bağımsız ekonominin bedelini” ödemekle yükümlüler henüz raflarını dolduramazsa da sorun değil zira “ecdadı bedel ödeyen” halk bugünleri de atlatacaktır vaadinde bulunulmaktadır. Ülke ekonomisine dair yapılan tüm “anti-propagandalara” inat, Ayasofya’yı dolduran yüzlerce “imanlı” yoksulun dışında ikna edilmeye çalışılan milyonlara bu atmosferde seslenmek oldukça manidardı. Ülkede yaşanan tüm “bunaltıcı” havayı dağıtan Ayasofya, ekonomik krizin de imdadına yetişmişti (!) Ayasofya rüzgarı ile müjdelenen buzdolabı satışları ikna etmeye yeter iki argümandı ve gerektiği biçimde de kullanılmalıydı. Hakim sınıf temsilcileri elindeki en “güçlü” argüman bu koşullarda devreye sokulmuş oldu.
Salgının yarattığı yıkımı geride bırakma hedefiyle girilen “normalleşme” salgının etkilerini geride bırakmak yerine, geride bırakılan dönemin etkilerini gün yüzüne çıkarmıştır. Salgın koşullarında sürdürülen üretim, yaklaşmakta olan felaketi öteleyecek bir nitelikte olamazdı. Zira iddia edildiği gibi “bağımsız ekonomik yapı”nın söz konusu olmadığı gerçeği ile dünyada yaşanan ekonomik krizin yansımaları yaşanmaya başlandı. “Normalleşme” sürecinin ilk adımları mecliste onaylanan paketlerle başladı ve patronlara nefes aldıran düzenlemeler işçi ve emekçileri nefessiz bıraktı. Pandemi ile birlikte yaşanmaya başlanan işsizlik “normalleşme” döneminde ücretsiz izin kılıfıyla sürdürülmektedir.
Patronların devletten aldıkları yetkiyle ücretsiz izne çıkardıkları işçilerin sayısı 2 milyonu bulmuş durumda. Son bir ayda yaklaşık 200 bin işçi ücretsiz izne çıkarılmış ve 1.168 liraya mahkûm edilmiştir. Ücretsiz izne çıkarılan işçilerin ise sadece 401 bin 645’ine işsizlik maaşı verilmektedir. Bu tablonun işçi ve emekçiler cephesinden okunuşu ise binlercesinin açlık ve yoksullukla baş başa bırakılmasıdır. Bu tablonun sonucudur ki devlet kurumlarının önünde açlık intiharları yaşanmaktadır, açız çığlıkları uzatılan mikrofonlardan yükselmektedir.
“Normalleşme” adımlarının derinleşen krizle devam ettiği bu günlerde “doları olmayanları” ve “dolarla işi olmayanları” ilgilendirdiği söylenen krizin sert vuruşlarına karşı konulmaya çalışılıyor. TL’nin Dolar ve Euro karşısında değer kaybetme hızını kesemeyen egemenler, halkı yaşananın kriz olmadığına ikna etmek için bir dizi söylem ve “tedbir” geliştirilmektedir. Konut, otomobil ve ihtiyaç kredilerinin hacmi arttırıldı, ödeme süreleri uzatıldı ve pandemi ile birlikte iyice durgunlaşan ekonomi bu tedbirlerle canlandırılmaya çalışıldı. Borç kredileri devlet eliyle arttırılırken, her gün yapılan zamlar, artan işsizlik bu canlandırma hamlelerinin önünü kesen bir tablo olarak gelişmeye başladı.
Sistemdeki kriz derinleşir ve artık bir dizi sektörü iflasa sürüklerken Türkiye’nin bundan soyutlanmış durumda bulunduğu yalanına (“bağımsız ekonomi”) kendilerinin bile inanmadığı, açıkça yapılan itiraflarla gündeme gelmiştir. Buna karşın kuyruğu dik tutma gayretleri devam etmekte ve demagojisi ile durumu idare etme tavrı sürdürülmektedir.
“TÜRKİYE UÇUYOR BİLİYORSUNUZ…”
Tayyip Erdoğan Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu “Türkiye uçuyor, biliyorsunuz” diye tarifledi. Emperyalist-kapitalist sistemin “uçuşa” geçtiği koşulda Türkiye’nin başka bir pozisyonda olması da mümkün değil. Sistemin tıkanan kanallarını açması için üretilen neo-liberal politikalar uygulandığı günden bugüne 40 yılı geride bıraktı ve gelinen aşamada artık sistemin tıkanan hiçbir kanalını açmaya yetmiyor. Sistemi ayakta tutacak yeni politikalar, yeni biçimler ve yeni modeller keşfedilinceye kadar şimdilik bilindik yöntemler devreye sokularak süreç yönetilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu dönemin özelliği pandeminin, mevcut krizi daha da derinleştiren ve uygulanan politikaların hayata geçirilmesini engelleyen bir özelliğe sahip olmasıdır. Yapısal krizleri ile boğuşarak kendini ayakta tutan sistem gelinen aşamada ne krizi ne de pandemiyi kontrol altında tutabilmektedir.
Bu gerçek, tüm emperyalistleri ve uşak devletleri durmaksızın ve topyekûn saldırıyla ayakta tutamamaktadır. Bu saldırılarına ara verdikleri durumda iktidarlarının sarsılacağının farkındalar. Bu nedenle tüm cephelerde amansız bir savaşa girişmekteler. Ülkemiz hâkim sınıflarının bu dönemde hayata geçirdiği de bu politikalardır. Gerillaya dönük askeri operasyonlar aralıksız sürdürülürken kazanılmış tüm demokratik haklar bir bir budanmakta demokratik talepli tüm eylem ve etkinlikler yasaklanmasıyla sınırlı kalınmayarak, sokağa çıkanların gözaltı ve tutuklamalarla boyun eğmesi hedeflenmektedir. KHK’ya karşı mücadele eden kamu emekçilerinin evleri basılarak gözaltına alınmaları, tutuklanmaları, kadın eylemlerine yapılan saldırılar, işçi ve emekçilerin hak alma mücadelesine dönük saldırılar, doğanın talanı ve bu talana karşı direnenlere dönük saldırılar ve daha sayısız saldırıyla birlikte TC devleti ayakta kalmaya çalışmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin can çekiştiği koşullarda, bağımlı ülkelerin can verir durumda olmaları ve bu nedenle ellerindeki tüm silahlarla halka karşı savaş sürdürmeleri sistemin doğal işleyen yasasıdır.
Her tarafından patlak veren sistem artık dikiş tutamaz hale gelmiştir. Soluklanmanın adresi olan savaş ve saldırı, bir yere kadar nefes aldıracaktır. Dizginsiz saldırı kaynakları gerilemeye ve tükenmeye başladıkça arayışa girdikleri yeni kaynakların mutlak suretle sonu gelecek ve halkın mücadelesiyle duvara son kez çarptıklarında geriye sadece son darbeyi vurmak kalacaktır.
MÜCADELENİN BÜYÜYECEĞİ BAHARLARA HAZIRLANALIM!
Dünya Bankası, pandeminin yarattığı krizin Türkiye’nin yoksulluğunu artıracağına, devletin bu kapsamda alacağı tedbirlere rağmen yoksulluğun 1.4 puan yükseleceğine dikkat çekti. Bankanın “Türkiye Ekonomik İzleme” raporunda, Covid-19 şokunun Türkiye’deki işçi-emekçi ve yoksul halkı “çok ciddi etkileyeceğine” vurgu yapılıyor. Raporda, “Salgının neden olduğu ekonomik şokun etkisiyle, 3.3 milyon kişi yoksulluğa sürüklenebilir. Hane gelirlerinde yaşanabilecek şoklar Türkiye’nin yoksulluk oranının yüzde 10.4’ten yüzde 14.4’e çıkmasına neden olabilir.” deniliyor.
İtiraf etmekten çekinilmeyen bu tablo ülkemizle sınırlı kalmayarak emperyalistlerin önümüzdeki dönem açısından diğer benzer ülkelere dair beklentisini ortaya koymaktadır. Krizin tek bir ülke ve bölgeyle sınırlı olmayan özelliği, açlık ve yoksulluk tablosunun da tek bir ülke ve bölgeyle sınırlı kalmayacağının göstergesidir. Açlık ve yoksulluk tablosu büyüyüp genişledikçe dünya, ezilenler, “ötekiler” ve “lanetliler” için yaşanmaz bir duruma gelmektedir.
İşsizliğin yaratacağı yoksulluk ve açlık önümüzdeki dönem yaşanacak temel sorunlardan biri olarak öfkenin mayalanacağı esaslı odaklardan biri olacaktır. Halk sağlığı hiçe sayılarak her koşulda üretimin sürdürülmesine zorlanan emekçiler, devlet tarafından verileri ne kadar gizlense de yayılmaya devam eden salgının gölgesinde yaşamaya ve üretmeye devam etmektedir, devam edecektir. Açlığın karşısına konulan bu üretim koşullarını kabul etme çaresizliği, aynı zamanda ya açlıkla ölümü ya da hastalıkla ölümü dayatmaktır. Bu koşulların biriktirdiği öfke her ne vesile ile olursa olsun patlayacaktır. Mayasında öfkenin biriktiği koşullar mutlak suretle dışa taşacaktır.
Sistem ne zaman “sıkışsa”, burjuva politikacılarının, egemen sınıfın sözcülerinin aklına “hepimiz aynı gemideyiz” tekerlemesi gelir. Oysa ki sınıf çelişkilerinin bu denli derinleştiği, kendini bu denli açığa çıkardığı koşullarda egemen sınıfların dilindeki bu slogana artık kimse inanmamaktadır. “Ecdadı bedel ödeyenler” olarak halk esas bedeli kendisinin ödediğinin düne oranla daha fazla farkındadır. Kimileri lüks yatlarda, milyar dolarlık süper lüks gemilerde sefa sürerken yoksul halk sallarda, küçük kayıklarda alt-alta, üst-üste cefa çekiyor. “Yeryüzünün lânetlileri” lastik botlarda ölümle boğuşuyor…
Virüsün tüm ülkelerde açığa çıkardığı tablo; parası olanın yaşadığı, sağlık sisteminden faydalandığı, sayısız test yaptırdığı; yoksulların ise hastaneye bile gidemediği ya da hastane önlerinde saatlerce sıra beklemediği, şansları varsa test yaptırdığı, yani zenginin yaşadığı yoksulun ise “şansa yaşadığı” gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Yoksul- zengin uçurumu bu dönem içinde tüm yönleri ve özellikleri ile daha da derinleşti, fark daha da açıldı. Sistemin azgın sömürü politikalarıyla bu fark daha da açılacaktır; zenginler daha da zenginleşecek, yoksullar ise “hayat pahalılığının” ortasında daha da yoksullaşacaktır.
Dünya, yalnızca insanlığa ilişkin üretim ve bölüşüm, hak eşitliği ve özgürlükler alanındaki tablonun karanlığa gömülmesiyle değil canlı ve cansız bütün varlıklarının yok edilme ve tahribata uğratılma gerçeğiyle birlikte daha yıkıcı felaketlere doğru sürüklenmektedir. Yaşam, insanlığı köleleştirici ve hiçleştirici boyutlara eklenen asgari koşulların tüketilmesi gerçeğiyle söndürülmektedir. Canlılar yok olmakta, toprak çölleşmekte, su kaynakları tükenmekte; hızlı kirlenme neticesinde, hava solunamaz hale gelmektedir. Tehdit altındaki, dengesi bozulmakta olan doğal yaşam dokusunun kendisidir. Bunun şimdiki sonucu, uygunsuz ve korumasız şartlarda yaşama(ma)ya mahkûm edilen halklardır.
Lenin yoldaş tam da böyle bir dünya tablosu için şöyle der: “Büyük sıçramalar çağının gerçekten ilginç yanı şuradadır ki, bazen (hemen görülemeyen) yeninin tohumlarından hızla biriken eskinin yıkıntı yığını, gelişme çizgisindeki ya da zincirindeki en önemli şeyi bulup çıkarmayı bilmeyi gerektirir. Tarihsel anlar vardır, olabildiğince çok yıkıntı biriktirmek, yani olabildiğince çok eski kurumu havaya uçurmak, devrimin başarısı için en önemli şeydir. Anlar vardır, yeterince havaya uçurulmuştur ve zeminin yıkıntılardan temizlenmesi ‘yavan’ (küçük-burjuva devrimci için ‘sıkıcı’) çalışması gündeme gelmiştir. Ve yine anlar vardır, yıkıntıların altında, çöpten henüz yeterince iyi temizlenmemiş zeminden fışkıran yeninin tohumlarına özenle bakmak en önemli şeydir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 7)
2020 yılının dünyasına, emperyalist-kapitalist sistemin pandemi ile birlikte devam eden ve derinleşen krizi ve buna karşı emekçi ve ezilen kitlelerin, halkların yanıtı damga vurmuştur. Amerika’da gelişen işaret fişeğinin ırkçılık karşıtlığı ile başlayan ancak bununla sınırlı kalmayarak özgürlük talebiyle birleşen, Ortadoğu’da yoksul halkın iş-ekmek talepli eylemleri, süreklilik taşımayan ancak emperyalistlerin ve dünya gericilerinin merkezlerini tutuşturan bu isyanlar gelişecek ve dünyayı nefes alınır bir hale getirecektir.
Bu yangınların halkalarından biri ülkemizdeki işçi sınıfı ve emekçilerin sokakları tutuşturacak kalkışmaları olacaktır. “Hiçbir şey”in eskisi gibi olmayacağı ön kabulünden hareketle, isyanın ilk kıvılcımının nereden nasıl çakılacağının “bilinmezliği” ile görev ve sorumluluklarımızı tayin etmeliyiz. “Gökkubbenin altındaki kaos”u derinleştirmek için belirlediğimiz her görevi Halk Savaşı’nın gelişimine hizmet eder durumda, halkın gerçek kurtuluşunu sağlayacak savaşa seferber etmenin kararlılığı, azmi ve dinamizmi ile görevlerimize sarılalım.