[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
14 Ekim tarihinde Bartın’ın Amasra ilçesinde Türkiye Taşkömürü Kurumu Amasra Müessese Müdürlüğüne bağlı maden ocağında gerçekleşen grizu patlaması sonucunda 41 madenci yaşamını yitirdi. Bartın maden katliamının üzerinden günler geçmesine rağmen patlamaya sebep olan nedenler henüz net bir şekilde raporlanmadı.
Patlamanın yaşandığı gün Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) sanal medya hesabı Twitter üzerinden “kaza”nın trafodan kaynaklandığını belirtti. AFAD daha sonra bu paylaşımını sildi. Daha önce Soma Katliamından da hatırladığımız benzer “trafo” açıklaması Bartın’daki patlamada da dile geldi. Soma Katliamına bu yönüyle benzeyen açıklamaların ardından madencilik iş kolundaki ağır çalışma koşulları ve sömürünün diğer iş kollarından daha fazla olduğu tekrardan gündeme geldi.
Türkiye’de yaşanan maden kazalarının büyük çoğunluğunda benzer bir özellik göze çarpıyor: Güvencesiz çalışma koşulları… Elbette ki bunun yanına ekleyebileceğimiz birçok sorun var. Alınmayan önlemler, uzun çalışma süreleri, gasp edilen haklar… Endüstriyelleşme ile birlikte kömür, kullanımı artan ve 21. yüzyıla kadarki süreç boyunca en çok üretimi yapılan hammadde olmuştur. Yerin yüzlerce metre kat altından ağır koşullarda çıkartılan kömür, sömürü sisteminin de bir simgesi olmuştur.
Bunca yıllık bir tarihe sahip olmasına rağmen hâlâ koşullar neden bu kadar kötü? Özellikle coğrafyamızı inceleyecek olursak Türkiye’nin madencilik tarihinde binlerce işçinin kanı vardır.
‘90 SONRASI MADENCİLİKTE HIZLI ÖZELLEŞME
Türkiye bağımlı yapısı gereği emperyalist sermayenin yönelimlerine göre pozisyon almaktadır. Madencilik sektörü için de durum böyledir. Özellikle enerji alanında yaşanan 1973 Petrol Krizi ile gelişen ve yaygınlaşan aşırı üretim krizi sonucunda emperyalizm yeni ekonomik politikalara yönelmiş, “neoliberal” denen politikalar tüm dünyada uygulanmaya başlamıştır. Türkiye de bu yönelime uygun şekillenmiştir. “İhracata dayalı büyüme” yeni retoriğiyle Türkiye’nin neoliberal politikalara geçişi onun emperyalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlemelere gitmesiyle sonuçlanmıştır. Böylece birçok yarı sömürgeye olduğu gibi Türkiye’ye de kriz dolayısıyla çekilen büyük sermaye akmaya başlamıştır. Sadece maden sektöründe değil birçok alandaki değişimler var olan sömürüyü derinleştirmiş ve emperyalizme olan bağımlılığını artırmıştır. Bugün yaşanan ekonomik krizlerin de özü aynı çözülemeyen yapıda yatmaktadır.
1980 sonrası madencilik alanında ihracata dayalı büyüme modeliyle başlayan dönüşüm ’90’lara gelindiğinde ciddi bir değişime sebep oldu. Maden sahaları daha fazla açıldı, işletmeler yoğunlaştı. Özele teşvik ise yasalarla güvence altına alındı. Türkiye’nin bağımlı yapısı her dönem ekonomik krizi tetiklemektedir. Zira bağımlılığın getirmiş olduğu alışkanlıkla sıcak para akışı sağlanamadığı takdirde kriz daha görünür olmakta ve devletin zaten sağlam olmayan yapısı sarsılmaya başlamaktadır. Bağımlı sermaye emperyalizmin ihtiyaçlarına göre şekillendiğinden sömürünün en yoğun olduğu madencilik sektöründe işçiler kölelik koşullarında çalıştırılmaya mahkûm edilmiştir. 1980-2000 arası madencilik sektöründeki değişimi de bu bağlamda izlemek gerekiyor. Kömür ihtiyacının tükenmediği ve endüstriyel sanayiinde bir ihtiyaç olduğu açıktır. Madencilikte dönüşüm sağlanırken de bu ihtiyaç ön plana çıkartılmaktadır. Fakat Türkiye’deki madencilik sektörünün bir gerçekliği vardır: Bu sektör ilkel yapıdadır. Emperyalist merkezlerdeki kömür üretimindeki denetime göre Türkiye gibi ülkelerde bu alandaki denetim ilkel koşullardan ötürü olabildiğince göz ardı edilebilmektedir. Daha fazla üretim, daha fazla bağımlılığı ve bu bağımlılık ise emeğin hunharca sömürülmesini getirmektedir. İşte Türkiye’de katliam niteliğindeki kazaların bir sebebi de bu somut durumdur. “Kazaların” açık bir şekilde önlenebilir olduğu görülmektedir. Önlenebilir olduğu halde engellenmeyen bu kazaların bir “kader planı” kapsamında gerçekleştiği iddiası apaçık bir absürtlük içerse de sözü edilen kader planının sorumlusunun bu önlemleri almakla yükümlü olan yetkililer olduğu gerçeğini bu iddia ortadan kaldıramamaktadır. Madencileri ölüme mahkûm eden bu kader planını uygulayan tüm yetkililerdir ve kader planı bunların cezalandırılmasıyla sonuçlanmadıkça tamamlanmış olamaz!
Bartın’daki maden ocağının işletmesi Türkiye Taşkömürü Kurumuna bağlıdır. Türkiye Taşkömürü Kurumu 1983 yılında neoliberal politikalara geçiş ile birlikte, “kamu madencilik işletmeciliği” anlayışıyla kurulmuştur. Devlete ait işletmenin üretimi sermayenin bağımlı karakteri nedeniyle “milli” değil, emperyalizme bağımlıdır. Bir işletmenin “devlet kontrolünde” olması onun milli olduğunu ispatlamaz, o devletin de milli olması gerekir ki bu söz konusu değildir. Zira kısa bir süre içerisinde TTK’ye bağlı maden sahaları kiralama yöntemleri ile özel sermayeye devredilmiştir. Özelleştirmelerin başlıca nedenleri arasında: “Ekonomik verimliliğin artırılması”, “maliyetlerin düşürülmesi”, “ülkedeki sermaye sıkıntısının yeni yapı ile aşılması” vardır. Kamu madenciliğinin ekonomik gelişime engel olduğu iddia edilmiştir, zira bu model komprador burjuvazinin kâr odağını daraltmaktadır! Hızlı özelleşme, kontrolsüz devredilen maden sahaları ise kaçınılmaz kazaları da beraberinde getirmektedir.
Ekonomik verimliliği artırma koşulları ise bağımlılık ekseninde gelişmiş ve özelleştirme politikaları da bunun neticesinde açığa çıkmıştır. Kâr hırsının getirmiş olduğu bu “yeni” yönelim ile birlikte çalışma koşulları tamamen hiçe sayılmıştır. Bunun sonucunda maden kazalarının önü açılmıştır. Yakın tarihe bakacak olursak katliam niteliğinde bilinen ilk kaza 1983 yılında TTK’ye bağlı Armutçuk Müessesinde meydana gelmiş ve 103 maden işçisi yaşamını yitirmişti. 1983 sonrası da büyük maden kazaları yaşanmaya devam etmiştir: 1990’da Amasra’da Yeni Çeltek Kömür İşletmesinde grizu patlaması sonucu 65 işçi; 1992 Kozlu’da yaşanan grizu patlaması sonucunda 263 maden işçisi; 1995 tarihinde Yozgat Sorgun ilçesinde Matsan Madencilik Şirketine ait maden ocağındaki grizu patlamasında ise 38 işçi yaşamını yitirmiştir. Yaşanan bu maden kazalarının birçoğunda güvenlikli çalışma koşullarının tamamen hiçe sayıldığı görülmektedir.
Madencilik alanındaki bu özelleştirme katliamların sorumlusu mudur? Bu bir yanıyla gerçekliği içeren bir iddiadır. Maden sektöründen daha fazla kâr elde etmek isteyen komprador burjuvazi, iş gücünü azaltarak iş yükünü artırmıştır. Normalde belirlenen işçi oranında yapılması gereken iş, daha az işçinin omuzlarına yüklenmiş ve kazalar kaçınılmaz hale gelmiştir. Özel işletmelerde şirketlerin hâkim olduğu üretim süreçleri işçinin daha fazla sömürülmesine kodlanmıştır. İşte bu durum ağır işçiliğin olduğu alanlarda daha görünür hissedilmektedir. Bundan kaynaklı Bartın Amasra’da 41 işçinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan patlama aşırı kâr hırsından dolayıdır. Buna karşın özelleştirmeler devletin denetim sorumluluğunu kendiliğinden kaldırmaz. Bu denetim sorumluluğu devletin rızasıyla zayıflar. Dolayısıyla sorun tek başına özelleştirme değildir. Sorun devleti de kapsayacak biçimde ilkel koşullarda üretimi artırmaya dönük politikalara, akan yabancı sermaye ile birlikte hız verilmesidir.
MADENCİNİN KADERİ EGEMEN SINIFIN ELİNDE
Bu kazalar tesadüf değildir. Zira kazaların ortak nedeni benzerdir: Grizu patlamaları, madendeki çökmeler, yangınlar… Türkiye’deki madencilik sektörü uzun yıllardır güvencesiz çalışma koşulları içerisindedir. Türkiye Maden Mühendisleri Odası’nın (TMMOB) Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporları’nı (2000-2020) incelediğimizde Oda’nın geçen 20 yıllık süreçte aynı sorunları gündeme getirdiğini görmekteyiz: kaza risklerinin önlenebilirliğinin hiçe sayılarak üretime devam edilmesi… Emperyalist merkezlerin madencilik alanındaki üretim koşulları 20. yüzyıldan itibaren belli değişimlere uğramış ve kaza oranları da buna uygun biçimde düşmüştür. Avrupa’da 1946 yılından itibaren büyük maden kazaları yaşanmıyor. Buradan şu kabule varmamak gerekir: “Emperyalist merkezlerde çalışma koşulları işçi sınıfının çıkarlarıyla uyumludur.” Elbette ki sömürü düzeninin olduğu her yerde işçi sınıfı ezilmeye, katledilmeye devam edecektir. Kaza riski minimum düzeyde de olsa mümkündür. Zira kârı artırmak için çalışma koşulları bizimki gibi ülkelere göre nispeten iyileştirilmiştir. Ama buna rağmen işçi burada da “çalışmak zorundadır.” Teknolojinin devreye girmesiyle birlikte yarı sömürge ülkelerdeki ilkel üretim modellerinin ileri teknolojilere evrilmesi daha gecikmeli veyahut daha sınırlıdır. Bunun yanı sıra ucuz hammade ihtiyacını bağımlı ülkelerden karşılayan emperyalist sermaye bu gibi ülkelere yönelmektedir. Türkiye’nin ihracat payı içerisinde madencilik alanı diğer alanlara göre daha azdır. (Madencilik 2020 yılında yüzde 4,27’dir.)
Türk hâkim sınıflarına göre madencilik alanı önemli bir yatırım sahası. Bu önemli yatırım sahası her dönem “gelişime açık” olan bir üretim alanı olarak kabul görmektedir. Fakat şu açıktır ki bugünkü koşullarda maden üretiminde ancak yüksek teknoloji araçlarıyla belirli kâr elde etme koşulu vardır. Ülkemiz koşullarının emperyalist merkezlerden farkı budur. Bu sebeple emperyalizme bağımlı Türkiye’de üretme koşulları onun varlığına bağlıdır.
Türkiye yarı sömürge ve yarı feodal bir ülkedir ve maden sahaları da buna göre şekillenmektedir. Maden işçilerinin büyük çoğunluğu bölgedeki yerel halktandır. Madencilik, sahanın olduğu bölgede kuşaktan kuşağa aktarılan bir mesleğe dönüşmektedir. Bölge halkının maden alanında çalıştırılması bir bakıma zorunlu kılınmıştır. Hal böyleyken emperyalizmin bu maden sahalarına yönelmesinde bölge halkının ucuz iş gücü olması da etkilidir. Emperyalizmin insafına terk edilmiş maden sahalarında devlet denetimi en aza indirilmiştir; bu durum egemen sınıflar için bir sorun teşkil etmemektedir! Bartın Katliamından sonra Erdoğan’ın “Biz kader planına inanmış insanlarız” demesi de bundan kaynaklıdır; çünkü emperyalizme bağımlılık işçinin de “kaderini” belirlemektedir. Bu söylem bağımlılığın getirmiş olduğu bu yapı içerisinde devletin “kamu madenciliği” kavramının içi boş olduğunu göstermektedir. Emperyalizmin uşağı konumundaki Türkiye’nin devlet yapısı baştan itibaren buna ayarlıdır.
Emperyalizme bağımlı diğer ülkeleri incelediğimizde de benzer tablolar karşımıza çıkmaktadır. Dünyada yaşanan maden kazalarının büyük katliamlara yol açtığı ülkeler yarı sömürge ülkelerdir. Bu sonuç bir tesadüf ile karşı karşıya olmadığımızı gösterir. Evet bir “kader planı” değil; ama planlı bir sistemin sonuçlarını yaşadığımız ortadadır. Dünyadaki kömür üretiminin büyük çoğunluğu yarı sömürge ülkelerden karşılanmaktadır. Hindistan buna örnektir. Kömür alanında Çin’den sonra yıllık 700 milyon tona yakın üretime sahip olan Hindistan’dır. Ne var ki madencilik alanındaki iş cinayetlerini incelediğimizde Türkiye’de, ortalama 70 milyon tona yakın üretim yapmasına rağmen daha fazla kaza ve iş cinayetlerinin yaşandığı görülmektedir. Türk egemen sınıflarının “kader planı” kaçınılmazdır. “Kader planı” uygulanmazsa kârlılık düşecektir. Egemen sınıfların üstünü örttükleri mesele de tam olarak budur. Elde edilecek olan kâr payı ancak ve ancak iş yükünün artırılması, güvenlik koşullarının hiçe sayılması ile gerçekleşebilecektir.
HER MADEN KAZASI BİR DİĞERİNİN AYNASI
Yaşanan maden kazalarının ortak unsuru olan patlamalardan bahsettik. Grizu patlamaları bunlardan biri. Neden grizu patlamaları yaşanıyor? Neden bu patlamaların önlenebilirliği göz ardı ediliyor?
1983-2010 arasında yaşanan 17 maden kazasından 15’i grizu patlaması sonucu meydana gelmektedir.
Yasalar doğrultusunda, metan gazının havada bulunma oranı, hacimce yüzde 1’dir. Bu seviyeye ulaşıldığında acilen önlem alınması gerekmektedir. Eğer yüzde 1 üzerine çıkmışsa bu karışım, maden ocağı acilen boşaltılmalıdır. Bartın Katliamından sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez ise maden sahası için “bir aykırılık yok” açıklaması yaptı. Yine Dönmez’in açıklamalarına göre Bartın’daki metan gazı oranı yüzde 1,69’dur. Yasalara göre yüzde 1’in üzeri maden ocağının tahliyesini gerektirirken, işçiler çalıştırılmaya devam edilmiştir. Bunun sebebini ise Maden Mühendisi Necmi Ergin şöyle açıklıyor: “Eğer bu ocaklarda ateşleyici, kömürü gevşetmek için patlatma gibi bir işlem yapıyorsanız o noktada yüzde 1’in altında olması gerekiyor ocaktaki metanın. Yüzde 1,5 oranını geçen yerlerde elektrikli aygıtlar kapatılır, havasında yüzde 2’den çok metan tespit edilen ocaklarda veya ocak kısımlarında grizunun temizlenmesi dışında çalışma yapılmaz.” Necmi Ergin, grizunun temizlenmesi için yapılan sondaj sisteminin kullanımına dair de şöyle diyor: “Burada şöyle bir sorun var: burada üretim yapan firmalar bunu çok yapmak istemiyor. Bu işlem sizin bir vardiyanızı alıyor. 25 metre delerken ocakta üretim yapamıyorsunuz. Sondaj makinasını getireceksiniz, sonra 3-5 tane açılı sondaj yapacaksınız… Bu ciddi vakit alan bir şey. Kader kısmet dedikleri mesele budur, ‘Bugün burada bir şey olmaz’ deyip bunları atlayıp gittiğinde böyle bir şey başına gelebiliyor ocağın.” Ergin’in söylemleri şu gerçeği açığa vuruyor: Türkiye’deki maden sahalarında iş güvenliği hiçe sayıldığı için esas olarak yoktur. Yukarıda da bahsi geçen sebeplerden ötürü maden sahaları daha fazla kâr hırsının bir sonucu olarak katliamlara yol açmaktadır.
Her maden kazasının ardından kazanın içeriğine dair hazırlanan ya da hazırlanmak istenen raporların gün yüzüne çıkması engellenmek istenmektedir. Maden Mühendisleri Odası katliamdan sonra maden sahasını incelemek istediğinde böyle bir engelleme ile karşı karşıya geldi. MMO yaptığı açıklamada “Patlamada sensörler devre dışı kalıyor; ama o bilgiler yukarıdaki bilgisayarda saklanıyor. O bilgilerin silinmesi çok zor. Yazılı olarak isteme koşullarımız yoktu. Sözlü olarak istediğimizde yasak olduğu ve daha sonra paylaşılacağı söylendi.” diye belirtti. Yine Çağdaş Hukukçular Derneği’nin (ÇHD) Amasra Raporu’nda “Madende bulunan bilgisayarlar, sensör kayıtları gibi dijital materyallere el konulması için 16 Ekim 2022 tarihinde, yani katliamdan yaklaşık iki gün sonra, Sulh Ceza Hakimliğinden karar talep edilmiş olması, delillerin karartılması yönündeki kaygılarımızı daha da güçlendirmektedir.” denmiştir. Benzerinin Soma Katliamında da yaşandığı bilinmektedir. Katliamın etkilerini hafifletmek ve unutturmak için rapor tüm gerçekliğiyle açıklanmıyor veya üzerinden zaman geçmesi bekleniyor. Egemen sınıflar gerçeğin üstünü örtmek için çaba gösterme gayreti içerisinde olsa da egemen sınıfların kâr hırsının yaşanan kazaların sebebi olduğu gerçeği kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır.
SORUMLU BU DÜZENDİR, YÖNETENLERDİR
Maden kazalarının ardından devletin her zaman “Sorumlusu kim ise bulacağız” söylemlerinin bir yalandan ibaret olduğu açıktır. Soma Katliamının sanıkları da Bartın Katliamının sanıkları da egemen sınıfların adaletine tabi olacaktır. Çünkü adalet dedikleri patronların, komprador burjuvazinin lehinedir. Soma Katliamının sorumluları aradan yıllar geçmesine rağmen göstermelik cezalara çarptırılsa da bugün serbestler. Buna bir diğer örnek ise Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürü Kazım Eroğlu’dur. 2013 yılında 8 işçinin yaşamını yitirdiği Kozlu’daki maden kazasında müessese müdürü olarak Kazım Eroğlu görev yapıyordu. Kaza sonrası Eroğlu mahkemede yargılanmaya başladı. Ancak yargılama devam ederken TTK Genel Müdürü olarak terfi ettirildi. Bir diğer isim TTK Genel Müdür Yardımcısı İsmail Güner. 2010 yılında 30 işçinin yaşamını yitirdiği Karadon maden kazası sırasında da müessesenin müdürüydü. Güner kazadan sonra Zonguldak Ağır Ceza Mahkemesinde “yargılandı.” Güner dava devam ederken TTK Genel Müdür Yardımcısı yapıldı.
Madencinin kanı henüz yer altındayken patronlar, sorumlular ödüllendirilerek yarım bıraktıkları işlerine devam ediyorlar; çünkü egemen sınıflar için “işini iyi yapan patron” gereklidir. İşini yapan patron ise sömürü dümenini iyi kontrol edendir.
Madende güvencesiz koşullara, düşük ücretlere mahkûm edilerek çalıştırılan işçilere adaleti sağlayacak olan egemen sınıflar değil, halkın örgütlü gücüdür. Yönetenlerin kâr hırsı bakidir. Baki kılmaya çalıştıkları sömürü düzeninin kendisidir. Bartın Katliamı son olmayacaktır. Çünkü bugün ölen madencilere “şehit” denmesinin nedeni yarının sömürüsüne şehitliği basamak yapmaktır. Şehitlik mertebesinin patron için, zorba ve halk düşmanı iktidarlar için ölmek olduğu koşullarda işçi sınıfına bu mertebeyi açıkça reddetmek görevi düşer.
Bartın’da yaşanan maden katliamı dünün devamıdır, sömürünün gün yüzüne çıkmasıdır. Son vermek ise kurtuluşu içeren yolda örgütlenmekten başka bir şey değildir. Bilmekteyiz ki egemen sınıfların her söylemi, her adımı sömürü sistemini yoğunlaştırma üzerinedir. Ancak ona karşı duracak olan bu çarkın dişlileridir; o dişliler sömürüye son verebilir ve hiç şüphesiz vereceklerdir.