Dünyanın dört bir yanı ayaklanmalar ile sarsılıyor. İşsizliğe, yoksulluğa ve açlığa karşı isyanda ezilenler. Sokaklar savaş alanına dönmüş durumda; “başka bir alem istiyorlar.” Kapitalizm krizler içerisinde debeleniyor. Ekonomik kriz derinleşiyor, siyasi krizleri tetikliyor. Ayaklanmalar her ne kadar hükümetlere yönelse de özünde sistem sorgulanıyor. Dünyada ve Türkiye’de ekonomik ve politik gelişmeler devrimin güncelliğini ve sosyalizmin yakıcı bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor.
Emperyalist-kapitalist sistem kırk yıl önceki yapısal krizini neoliberal sermaye birikim süreciyle aştı. İthal ikameci birikim süreciyle devasa oranda biriken emperyalist sermaye kuralsız ve dizginsiz hale getirildi. Yarı-sömürge, yarı-feodal ve bağımlı kapitalist ülkeleri uluslararası piyasaya açma adına emperyalist sermayenin dünya pazarlarında rahatça hareket etmesi sağlandı. 19. yüzyılın “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganı yeniden atılmaya başlandı. Yarı-sömürge, yarı-feodal ve bağımlı kapitalist ülkeler emperyalizmin depolarında biriken stokları eritmenin ve devasa orandaki sermayenin ihtiyaç duyduğu artı-değer sömürüsünün hedefi galine geldi. Emperyalist sermaye için gerekli olan güvenli liman askeri darbelerle sağlandı. Sosyalizmin bir tehdit unsuru olarak varlığı ve birçok ülkenin sosyalizmden etkilenmesi karşısında emperyalizm neoliberal sermaye birikimi önündeki en büyük engeli AFC’lerle ortadan kaldırdı. Latin Amerika’dan Güney Asya’ya yüzbinlerce insan, devrimci, komünist, demokrat katledildi, işkence tezgahlarından geçirildi. Dönemsel bir tarihleme yapıldığında; 1) 1970-85 arası ordu gücüyle neoliberalizmin devrimci-komünistlerin “ezilmesiyle” topluma dayatılması; 2) 1985-90 arasında IMF ve DB yapısal uyum projelerinin hükümetler aracılığıyla harfiyen uygulanması; 3) 1990-2008 arasında Rus Sosyal Emperyalizminin çöküşü, ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi ekseninde neoliberalizmin merkezileşmesi; 4) 2008 sonrası mali krizle başlayan yapısal krizin açığa çıkmasıyla devam eden ve atlatılamayan dolayısıyla neoliberalizmi tükenişe götüren dönem şeklinde sıralamak mümkün.
Bu dönemsel tarihlemede kapitalizm gönenç günlerinden bunalım günlerine doğru evrilen bir süreç izlemiştir. Bu kırk yıllık zaman diliminde kapitalist sistem 2008 krizi kadar etki gücü büyük olmasa da ulusal ve bölgesel çapta krizler yaşamış ve her birini atlatmıştır. Fakat yapısal krizden –aşırı üretimden kaynaklanan kriz- kurtulamamıştır.
Emperyalizm, neoliberal sermaye birikimiyle, yarı-sömürge, yarı-feodal ve bağımlı kapitalist ülkelerin kendisine olan bağımlılığını derinleştirdi. Sanayi, tarım, hizmet ve kamusal (sağlık, eğitim vb.) alanlar yapısal uyum projeleriyle emperyalist alan ve sömürüye açıldı. Emperyalist sermayeye tabi hale getirildi. Yarı-sömürge, yarı-feodal ve bağımlı kapitalist ülkelerde artı-değer sömürüsüyle yaratılan azami kâr emperyalist ülkelere aktarıldı. “Sıcak para” denen emperyalist sermaye akışıyla bu ülkelerde istikrarsız bir ekonomi yaratılarak tamamen dışa bağımlı hale getirildi.
Bu süreçte emperyalizm üretim sürecini parçalayarak YS, YF ve BK ülkelerdeki artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırdı. Emperyalizmin “yerelleşmesi” denilen bu model fabrikalarını hammaddelerin olduğu ülkelere kurarak burada üretilen parçaları ana fabrikada birleştirmeye dayanıyordu. YS, YF ve BK ülkelerin ucuz emek gücüyle devasa sermaye birikimi yaratmaya imkan sağlıyordu.
2008 krizine dek emperyalist-kapitalist sistem neoliberal sermaye birikim süreciyle gönenç zamanlarını yaşadı. Fakat aşırı üretim ve azami kâr hırsı aynı zamanda kapitalizmi yapısal krize doğru hızla yaklaştırdı. Yapısal krizden çıkış olarak görülen neoliberalizm “tarihin sonunu” değil kapitalizmin on yıldır aşılamayan yapısal krizini getirdi.
Neoliberal sömürü politikasıyla dünyayı talan eden emperyalizm, tekelleşmeyi servet birikimini ve zengin sayısını artırdı. Bu artış, yüz milyonlarca insanın açlığı, yoksulluğu ve sefaleti üzerinden gerçekleştirildi. Neoliberalizmle birlikte yoksullaşma çığ gibi büyüdü. Emperyalist sermaye girdiği her alanı kendisine tabi kılarken özellikle de yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde ekonominin esasını oluşturan tarımı tasfiye etti. 1980’e dek açlık nedir bilmeyen Afrika ülkeleri on yıl içinde kronik açlık sorunuyla boğuşur hale geldi. Gelir eşitsizliği, gelir dağılımı denilen, ülkelerdeki yoksulluk oranını gösteren raporlarda yoksulların daha çok yoksullaştığı, kapitalistlerin daha çok zenginleştiği yer almaktadır. Bu tablo kapitalizme aykırı değildir, tam aksine onun ekonomi yasalarına uyumludur. Azami kâr hırsının ve özel mülkiyetin kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Oxfam araştırmasına göre 1988’den bu yana dünyanın en yoksul yüzde 10’luk kesiminin kişi başı geliri yılda 3 dolardan daha az artarken, en zengin yüzde 1’lik kesimin geliri ise 182 kat artmıştır.
Bu sürecin en belirgin özelliklerinden biri de orta sınıfın (küçük burjuvazinin) neoliberal sömürüyle yoksullaşan kesim arasında olmasıdır. Kamusal alanın emperyalist talana açılmasıyla, sermaye ile doğrudan karşı karşıya gelen beyaz yakalılar (doktor, hemşire, öğretmen, avukat, mühendis vb.) artı-değer sömürüsüne tabi olarak giderek proleterleşmiştir. Bugün açısından bunun en bariz göstergesi sözleşmeli öğretmenliktir. Yapısal krizin atlatılamaması nedeniyle yoksullaşan orta sınıf üyeleri de genişlemiştir. Küçük ve orta büyüklükte işletmeler, dükkanlar ve mühendisler, doktorlar vb. bu listeye dahil olmuştur. Antalya’da yazılım mühendisinin ailesiyle birlikte siyanür içerek intihar etmesi bu durumu bizlere özetlemektedir.
2008 krizi neoliberal birikim sürecinin bittiğinin ilanı olarak tarihe yazıldı. Kapitalizm aşırı üretimden kaynaklanan yapısal krizini aşacak yeni bir birikim süreci henüz bulamadı. Bunun temel nedenleri arasında pazar alanları, teknolojik yenilik ve iş gücü nüfusunda sınıra dayanmış olmasıdır. Kapitalizmi bunalımdan sonra canlanmaya ulaştıracak olan yeni kâr alanlarının yaratılmasına bağlıdır. Fakat kapitalizm canlanabilmek için asıl sorunu burada yaşamaktadır. Başka bir deyişle gelinen aşamada kapitalizmin önündeki en büyük engel kapitalist sermayedir.
Dünyanın dört bir yanındaki ayaklanmalar, kapitalist sistem sorunudur. Egemen sınıflar bu sorunu yöneticiler-hükümetler üzerinden aşmaya çalışıyor. Kimi ülkelerde “sosyal demokratlar” kimi ülkelerde de faşizm göreve çağrılıyor. Her ikisinin ortak noktası “bırakınız geçsinler” diyerek devleti “küçültme”ye çalışanların bir şekliyle devleti göreve çağırıyor olmasıdır. Sistem kendi yaşadığı sorunu aşamadığı sürece devlet erkine daha sıkı sarılacağı bugünden aleni biçimde bellidir. Özellikle yarı-sömürge ülkelerde faşist iktidarların varolması bunun kanıtı olmaktadır. Avrupa’da ırkçılığın yükselmesinin başka nedeni yoktur.
Bugün artık burjuva ideologlar dahi Marks’ı anarak yaşanan sorunun bir sistem sorunu olduğunu söylemek zorunda kalıyor. Kimi aydınlar sosyalizmin bir alternatif olabileceğini tartışıyor. 30 yıl önce “ideolojiler öldü” diyerek burjuva ideolojiyi göklere çıkaranlar bugünkü nesnel gerçeklik karşısında demagoji dahi yapamaz hale geldi.
Kapitalizm çoklu kriz (ekonomi, siyasi, iklim vb.) içinde; emperyalistler arası hegemonya krizi var; birçok ülkede egemen sınıflar arası çelişkiler had safhada; ezilen dünya halkları sistemin yarattığı sorunlara karşı isyan halinde. Egemen sınıflar eskisi gibi yönetemiyor, ezilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor.
Bu durum üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluğun bozulduğunu göstermektedir. Üretim tarzında üretici güçlerin gelişmesi ve üretimin toplumsallaşmasına karşın üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ile servetin bir avuç azınlığın elinde toplanması, yüz milyonlarca insanın açlığa ve yoksulluğa itilmesi sonucunu doğurmaktadır. Kapitalizmin bu iç çelişkisi bugün hiç olmadığı kadar derinleşmiştir. Kapitalizm sorunlarını çözememekte, aksine yeni ve daha yıkıcı sorunlar yaratmaktadır. Bu da bir sistem olarak kapitalizmin sorgulanmasının ve sosyalizmin güncelliğinin maddi zeminini oluşturmaktadır.
Ekonomik ve siyasi alandaki gelişmeler devrim ve sosyalizmin ne kadar güncel olduğunun birer kanıtıdır. Kuşkusuz ki kapitalizm yaşadığı bu krizleri aşabilecek tarihsel deneyime sahiptir. Nitekim kapitalizmi yerle bir edecek olan krizler olmayacaktır. Onu, tarih sahnesine çıkarken beraberinde yarattığı mezar kazıcısı proletarya yerle bir edecektir. Bir başka deyişle emek ile sermaye arasındaki çelişki kendiliğinden çözülmeyip, oldukça şiddetli bir sınıf savaşıyla çözülecektir. Bu savaşım iktidar mücadelesi olup ancak proletaryanın ve ezilen kesimlerin kazanmasıyla toplumsal bir altüst oluş gerçekleşecektir.
Günümüzde kapitalizmin yarattığı sorunları çözebilecek gücü giderek zayıflamaktadır. Bu burjuvazinin iktidarı savaşsız proletarya ve ezilen kesimlere bırakacağı anlamına gelmez. Kapitalizmin dünya ezilen emekçi halklarına bundan sonra sunacağı yaşam, çatışmaların, savaşların olduğu açlık ve yoksulluğun arttığı bir yaşam olacaktır. Zor günleri daha zor günler beklemektedir. Bu da devrimin ve sosyalizmin yakıcı bir ihtiyaç olduğunu göstermektedir.
Objektif koşullardaki olgunluk devrimin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Devasa güçte örgütlü olan, devlet, ordu, polis, hapishane gibi zor araçları bulunan burjuvaziye karşı işçi sınıfının kendiliğinden iktidarı olması nesnel gerçekliğe aykırıdır. Burjuvaziye ve zor araçlarına karşı aynı şekilde örgütlü ve araçlarına sahip olmayan bir işçi sınıfı burjuvazi karşısında ezilmeye-mağlup olmaya mahkumdur. Enternasyonal proletaryanın bu devasa örgütlü güce karşı sınıf mücadelesini devrimle taçlandırmasında en önemli silah Komünist Parti’dir. İşçi sınıfının ideolojisi Marksizm’le donanmış, iktidar hedefiyle burjuvazi ve devleti doğrudan karşısına alan, savaşçı bir KP olmadan, proletarya ve ezilen kesimler sınıf mücadelesinde zafere nail olamaz.
Bu anlamıyla günün en acil görevlerinden biri objektif koşulların olgunluğunda sübjektif gücün, bu koşulları devrim için maddi güce dönüştürecek olan devrimci öznenin hazırlanması ve güçlendirilmesidir.
Dünya sokaklarından yükselen sesin devrim şiarına dönüşmesi ve sosyalizme yürümesi bu acil görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Eylemlerin kitleselliğine dolaylı olarak sisteme yönelmesine rağmen en önemli eksiği; bu kendiliğindenci hareketi, iktidar bilinciyle sevk ve idare edecek devrimci bir özneden yoksun olmasıdır.
Dünyadaki dalgalanmalara paralel Türkiye’de de bir patlamanın zemini oldukça güçlüdür. Ekonomik krize paralel egemen sınıflar arasındaki çelişki, devletin siyasi baskıları ve devrimci, demokrat, ezilenlere yönelik saldırgan politikası toplumu baskı altında tutması, tüm kesimlerde bir basınç yaratmaktadır. İşsizlik, yoksulluk, açlık ve faşist saldırganlık bir kıvılcımın bozkırı tutuşturacağı ortamı yaratmıştır. Toplumsal muhalefetin nitel sıçrama olarak ortaya çıkabileceği koşullarda devrimci öznelerin, daha özgün olarak Proletarya Partisi’nin bu patlamaya hazırlıklı olması, sevk ve idare edecek güce ulaşması nesnel gerçekliğin bir zorunluluğudur.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 26 Aralık 2019 tarihli 51. sayısından alınmıştır.