Ülkemizde 24 Haziran’da yapılacak olan “erken seçimlere” sayılı günler kaldı. Egemen sınıf kliklerinin “demokrasi” manifestolarından Kandil’e askeri saldırı ve operasyonlar dizisi çıktığı görülüyor. Tayyip-AKP ağzıyla dillendirilen ve devreye sokulan bu kapsamlı saldırılar; Kılıçdaroğlu-CHP teminatıyla da devletin, tüm burjuva-feodal partileriyle sömürü ve katliamlar konusunda yekpare hareket ettiğini bir kez daha gün yüzüne çıkarıyor. Öyle ki T. Erdoğan, Kandil için saldırı nidaları savururken; Kılıçdaroğlu da hiç gecikmeden: “Ordumuzun yanındayız…” açıklaması yapıyor. Bu durum, faşist Kemalist diktatörlüğün köklü temsilcisi olan CHP’ye uygun bir davranıştır ve bu hikaye yeni değildir.
Her ne kadar egemenler arasında bir çekişme ve dalaş olsa da söz konusu sermayenin sömürü ve talanı, ezilen ulusların baskı altında tutulması olduğunda tüm burjuva-feodal siyasi partilerin kaçınılmaz olarak devletin bekâsına nasıl sarıldığını; devletin siyasal partileriyle, ordusuyla, polisiyle, bürokrasisiyle ve diğer bütün kurumları ile ezilen sınıfların üzerine uygun adımlarla nasıl yürüdüğünü biliyoruz. İçinden geçilen süreç, bunun tipik örnekleriyle doludur…
Emperyalist rekabet ve çatışma artarken, bu savaşım bölgede emperyalist blokların mevzilenmeleri olarak cereyan etmekte ve TC göbekten bağlı olduğu emperyalistlerin ileri karakolu konumunda bulunmaktadır. ABD’nin başını çektiği batılı emperyalist blokla Ortadoğu’da kendi misyonunca konumlanmış ancak “bağımsız” olarak bölgedeki savaşımından kendisine alan yaratmaya çalışmıştır. Deyim yerindeyse, kedi olmadan fare tutulamayacağını ABD’nin blokajıyla anlamış ve Çin-Rusya’nın başını çektiği emperyalist bloka göz kırpmaya başlamıştır. TC, bölgedeki iki emperyalist blokun, karşılıklı pazar savaşımı arasında, bu çelişkinin açığa çıkardığı “boşluklar”da konumlanmaya çalışarak, ipin üzerinde yürüme politikası izlemiştir. Bu “kontrolsüz” hareketinin emperyalistlerde yarattığı güvensizlikle kendi rolünü SDG’ye kaptırdığını düşünmüş, dışçı doğrultuda askeri bir saldırganlık geliştirme hırsına kapılmıştır.
Hem bu bölgede hem Karadeniz’de hem de Balkanlar’da belli başlı pazar alanlarında gerilerken, ekonomik krizleri derinleşmiş, kısıtlı olan sermaye birikiminin dolaşım alanı gitgide daralmıştır. Bu çıkmazı aşmanın bir eşiği de içeride işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü daha da azgınlaştırmak; kazanılmış demokratik hakları tırpanlamak ve emekçiler üzerine yoğun bir saldırı furyası başlatmak olmuştur. Yine sınıfın ileri ve örgütlü güçlerine karşı faşist saldırılar boyutlandırılmış; demokratlar, devrimciler, komünistler tutuklanarak onlarca yıl hapis cezalarına çarptırılmıştır.
Derinleşen sömürü ve baskı politikalarının kitlelerde yarattığı öfkeyi kırmak için Efrin saldırısı gündeme getirilmiş ve egemenler kendilerine bir nefes borusu açmaya çalışmışlardır. Ülkedeki egemen sınıf klikleri ile ABD emperyalizmi arasında bir “anlaşmazlık” var gibi gösterilse de TC halen ABD’nin başı çektiği emperyalist blokun sadık uşağıdır. Bu nedenle ABD, TC’nin Efrin saldırısına müsamaha göstermiştir. Rusya da bu noktada ABD ile aynı paralelde durmuş, TC’nin -biraz olsun- sıkışmışlığını aşması için yol vermiştir.
Ancak ekonomideki olumsuz dalgalanmalar siyasal krizlerin de çıkmazını büyüterek, Efrin saldırısının egemenleri kurtarmaya yetmediğini çabucak göstermiştir. Erken seçim kaçınılmaz olmuştur. Egemenler cephesinde bu sıkışmışlığın faturası Tayyip-AKP hesabına yazılırken bir yandan da sömürü düzeninin devamı-bekâsı için kitlelerin biriken öfkesini sistem içinde tutmanın hesapları görülmüş, bu hesap ön plana alınmıştır.
AKP-MHP faşist bloku karşısında, CHP-İyi Parti-Saadet Partisi’ne sermaye tarafından pozisyon aldırılmış, “Adalet Yürüyüşü”yle bu faşist blokun da siyasi iktidara hazırlanmasının startı verilmiştir. “Demokrasi” sosuna batırılmış bu faşist blokun -işçiden, emekçiden, açlıktan, yoksulluktan ya da barıştan, kardeşlikten dem vuran- söylemleri daha seçimlere iki hafta kalmışken “teröre karşı ortak duruş”a, devleti tehdit eden ne varsa, kimler varsa hemen orada “temizlenmesine” evrilmiş, bir kez daha “takke düşmüş kel görünmüştür”. Egemen sınıf klikleri açısından durum böyle iken onların sömürü ve katliam politikaları karşısında devrimci bir siyaset anlayışından uzak reformizmin, küçük burjuva hayalciliğinin ne denli boşa düştüğü ise ortadadır.
Türk hakim sınıflarının çıkmaza girdiği noktada, bir yumruk da biz savuralım diyecekken; ekonomiyi düzeltmeye, dış ilişkileri yoluna koymaya soyunulmaktadır. Bu yönelimin devleti yönetme güdüsüne erişmesi ise; ham hayalcilikten, pespaye reformizmden başka bir anlam taşımamaktadır. Ne yazık ki kitleler, bu kandırmaca siyasetin birer kurbanı haline getirilmektedir. Kurbanı diyoruz çünkü devrimci bir siyaset ve örgütlenme tarzı olmadığında kitlelerin ne denli pasifize olduğunu ve bedel ödediğini özellikle 7 Haziran-1 Kasım seçimleri sonrasından biliyoruz.
Kürt hareketinin özellikle legal alandaki reformist yönelimini eleştirirken bugün için ülkede sınıf mücadelesinin alttan yürüdüğünü, dünyada sosyalist bir blokun ya da güçlü bir sosyalist etkinin şu an için bulunmadığını ve genelde ulusal hareketlerin, özelde Kürt Ulusal Hareketi’nin bu ileri dinamiklerin olası etkisinden bağımsız, daha çok kendi öz gücüne dayanan bir gerçeklikte olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız. İleriye doğru atılan her adımı desteklemeli, şoven histeriye karşı uzlaşmaz tavrımızı kitleler içinde ortaya koymalı, kitlelere taşımalıyız. Bu sorumluluk komünistlerin omzundadır.
Öte yandan hem Kürt hareketi hem de ona eklemlenen reformist yönelimlerle ideolojik mücadele daha net bir bicinde yürütülmek zorundadır. TDH’ye sirayet eden ideolojik tasfiye süreci, gelinen aşamada daha da boyutlanmıştır. Proleter ideolojiye yabancılaşan, sınıftan uzaklaşan; küçük burjuva eğilimlerin önünde savrulan anlayışların, bu çizgiye demirlemeye başladığını söylemek yanlış olmaz. Kolektifimiz içinden çıkan küçük burjuva sağ tasfiyeci anlayışın da bu kapsamda ele alınması doğru olacaktır. Proleter temele dayanılamayan, oradan inşa olunamayan zamanlarda her türlü küçük burjuva, burjuva ideolojilerin ve etkilerin hayat bulduğu, bulacağı açıktır. Bu nedenle yaşananlar bir sonuç olarak anlaşılmalı, nedenleri sınıf mücadelesinin yasaları doğrultusunda irdelenmelidir.
Bunun yerine idame edilmeye çalışılan, sınıf öğretisi dışındaki “yenilikçi”, “güncel” vb. yaklaşımlar, sınıf mücadelesinin sorunlarından kaçışanlar, sınıf mücadelesinin yasaları karşısında tarihin birçok kertesinde defalarca yenilgiye uğrayanların ortak kaderini paylaşmaya mahkum olacaktır. “Erken seçimler” özgülünde gelişen sistem içi, parlamentarist yönelim, “kitleler içinde olma” politikasını, kitlelerin devrimci enerjisini sisteme yedekleyerek tahrif ederken daha şimdiden sistem içiliğin boşluğunda debeleniyor. Sistem içinde sınırlanan bir siyasal ve örgütsel hat faşizm gerçekliğinin duvarlarına çarpıyor.
Bu anlayışların bir argümanı da Marksizm’in yaşayan ruhu dediğimiz, “somut koşulların somut tahlili” ilkesidir. Küçük burjuva ve reformist yönelimlerin “somut koşullar” dediği kitlelerin azgın sömürü ve baskılardan, katliamlardan duyduğu öfkedir. Ancak onlar, bu öfkeyi kabul ettikleri halde devrimin olanakları için, sınıf savaşımı için kanalize etmeyi ileri sürmüyorlar. Kitlelerin daha katmerli sömürüleceği, emekçi halkın daha sistemli ezileceği bir burjuva demokrasisinin, küçük burjuva “özgürlük” özlemlerinin payandası haline getirmeyi salık veriyorlar. Neyse ki komünistlerin böylesi yavan bir akla gereksinimi yok. Emekçi halkın doğrudan, apaçık gördüğü gerçek, devrimci durumun, sınıfın ileri örgütlerinin kapılarını zorlamaktadır. Komünistler devrimci savaşımın çetin koşullarını bugünden yarına örmenin sorumluluğunu almakla yükümlüdür. Bizim “somut koşulların somut tahlili”nden çıkardığımız sonuç devrimin imkan ve şartlarının oluşturulması için daha yoğun seferber olma, kitleleri seferber etme, sömürü, baskı ve katliamlar karşısında halk savaşı çizgisini yükseltmedir.
“Tayyip-AKP gitsin de ne olursa olsun” diyenlerin çözmesi gereken sorunlar daha da karmaşıklaşacaktır. Ancak biz Kılıçdaroğlu-CHP’nin Kandil’e yürüyüş övgülerinin, reformist anlayışlar açısından parlamentarist hevesleri şimdiden kursaklarda bıraktığını biliyoruz. Dostlarımız, kitlelerin devrimci enerjisini eritmenin siyasal sorumluluğunu almışlardır. Aşınmış yolları yeniden adımlama ‘saflığına’ kapılmanın ne zamanı ne de yeridir. Güçlü bir boykot ve faşist düzenin teşhiri için geç gibi görünse de kitlelerin bilinçlerini bulandırmaktan vazgeçmek için atılan her adım ileridir ve ileriyi temsil etmektedir.