[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
6 Şubat sabahı merkez üssü Maraş’a bağlı Pazarcık’ta 7.7 büyüklüğünde meydana gelen ve toplamda 10 ili etkileyen depremde binlerce bina yıkıldı, yüz binlerce insan hayatını kaybetti ve yaralandı. Pazarcık depreminden yaklaşık 9 saat sonra Ekinözü’nde 7.6 büyüklüğündeki, ilk depremden bağımsız bir şekilde meydana gelen depremle aynı bölge bir kez daha sarsıldı. Enkaz altında yüz bini aşkın kişinin bulunduğu tahmin edilirken, ölüm sayısı her geçen artıyor. Depremler Suriye Kürdistanı’nı da etkilerken, bölgede binlerce kişinin hayatını kaybettiği belirtiliyor.
Kuşkusuz ki yıkım gücü bakımından TC tarihinin en büyük afeti olan bu depremlerde, devletin çaresizliği de tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış durumda. Bu yazının yazıldığı gün itibariyle afetin 7. gününe girilmesine rağmen hâlâ birçok köye ulaşılamamış, komşu devletlere “bir gece ansızın gelebileceği” iddiasında bulunan TC devleti hâlâ birçok yere gelememiş, enkazdan kurtulan halkımız dışarıda donma, açlık ve salgın hastalık tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Acziyet öyle bir noktaya gelmiş ki Erdoğan depremden sonraki 24 saati aşkın süre boyunca hiçbir açıklamada bulunmamış, arama kurtarma çalışmaları birçok bölgeye günler sonra ulaşabilmiş, birçok enkazda kurtarılabilir binlerce insana ise ulaşılamamıştır.
OHAL İLANI VE YÖNETEMEME KRİZİ
Olgusal bir gerçekten bahsetmek gerek. Türkiye’deki en büyük ve en muktedir örgüt, diğer ülkelerde de olduğu gibi devlettir. Egemen sınıfların temsilci örgütü olmasının yanı sıra, baskı aygıtlarını ve ideolojik/hegemonik aparatlarını elinde bulundurmasıyla devlet, halkımızın ciddi bir bölümü nezdinde “devlet baba”dır. Bu imaj savaşlarda, krizlerde ve klik çatışmalarında zayıfladığı gibi, yine ve çok büyük düzeyde yaşanan depremler üzerinden de sarsılmıştır. Afet anından bu yana bölgedeki halkın “nerede bu devlet?” çığlığı en büyük feryat haline gelmiştir. Koordinasyonsuzluğun hat safhada oluşu ve hiçbir önlemin önceden alınmamış olması devletin meşruluğunu tartışmaya açmıştır. Yıllardır depreme hazırlık niyetiyle alınan vergilerle kesesini dolduranlar, halkımızı enkaz altında ölüme terk etmiştir.
Devlet süreci yönetememiş, hiçbir organını sağlıklı işletememiştir. Devletin en örgütlü kurumu olarak bilinen ve uzun yıllardır hem ülke içinde hem de ülke dışında bir savaş makinası olarak işleyerek bu alanda “uzmanlık” sağlayan TSK, taahhüdünde bulunduğu diğer yetilerini yitirmiş, bölgeye intikal edememiştir. AFAD bütün alanlara ulaştığı yalanlarıyla halkı kandırmaya yeltenmiş fakat başarılı olamamıştır. Burjuva-feodal basının gerçekleri gizlemeye çalışmasına ise halk engel olmuştur.
Bütün bu yönetememe krizi içerisinde Erdoğan, depremden bir buçuk gün sonra 10 ilde OHAL ilan edildiğini açıklamıştır. OHAL’in önemini yağmaların engellenmesi üzerinden örneklendiren Erdoğan, aslında niyetini başından belli etmiştir.
Halkın değil egemen sınıfların çıkarını korumakla yükümlü olan devlet, OHAL ilan ederek düzenin tesisini egemenler lehine sağlama noktasında bir hamle yapmıştır. OHAL’den sonra çıkan iki kararnameden birisinin gözaltı sürelerinin uzatılması ile ilgili olması şaşırtıcı değildir. Kuşkusuz ki faşist diktatörlük için düzen, yüz binlerce kişinin enkaz altında kalmasıyla değil; mülkiyetin korunamamasıyla, demokrat-ilerici kesimlerin halkla buluşmasıyla ya da devletin teşhirinin yapılmasıyla bozulacaktır. Bu yüzdendir ki sürecin başından beri Akşener sürekli devletin dinlenmesini işaret etmiş, Ümit Özdağ tipi faşistler de göçmenlerin, mültecilerin yağmalamalarda bulunduğu yalanlarıyla halkın öfkesini maniple etmeye çalışmışlardır.
MÜLTECİLER DEĞİL DEVLET ÖLDÜRDÜ
İçişleri Bakanı Soylu’nun yaptığı açıklamalarla ters düşen Erdoğan, yağma tehlikesine karşı OHAL’in etkili bir şekilde kullanılabileceğini işaret ederken çaresizliğini ortaya koymuştur. Devletin yönetememe krizi yapılan açıklamalardaki tutarsızlıklardan pratik yoksunluğa kadar sirayet etmiştir. Soylu yağma ihbarlarının ciddi bir kısmının yalan olduğunu ileri sürmüşken sanal medya ağırlıklı mültecileri hedef alan faşist tutum ve çağrılar egemenler eliyle dizayn edilmiş, mülteciler hedef gösterilerek devlete karşı oluşan öfke geçiştirilmesi amaçlanmıştır.
Aynı depremi yaşayan, aynı şekilde can veren Suriyeli ve Afgan mülteciler kuşkusuz ki afetten en çok etkilenen kesimlerden biridir. Halkın beslenme ve barınma gibi doğal yaşam kaynaklarından yoksun olduğu koşullarda marketlerin kamulaştırılması en doğal ve meşru eylem haline gelmişken mülkiyet muhafızlığı ve devletin bekasının mülkiyetin korunması üzerinden ele alınması ile mültecilere karşı olan şoven-faşist politikalar birbiriyle sentezlenmiştir. OHAL kararı, halkın meşru kamulaştırma eylemlerinin yanı sıra gösteri-protesto hakkını kısıtlama, demokrat-ilerici kurumların ve basının bölgeye erişimini engelleme ve nakledilen yardımlara el koyma gibi bir dizi gerici uygulamayı içermesi işten bile değildir. Alınan kararla başta zedelenen devlet meşruiyeti sağlanmaya, devamında da seçimlere kadar uzanan süreçte yerinden yurdundan olan milyonların güvencesinin sağlanması yerine kendi iktidarlarının tahsisi amaçlanmıştır.
KÂĞITTAN KAPLAN CAN ÇEKİŞİYOR
Patron-ağa devletinin katliamla sonuçlanan bir afeti yönetememe sürecinden geçiyoruz. Bu süreçte halkın “sahipsiz” olduğunu görmesi ve sınırlı da olsa demokrat-ilerici-devrimci kesimlerin canhıraş bir şekilde dayanışma içerisinde olması yaşanan felaketin yanında gördüğümüz olumlu yanlardır. Egemenler itibarlarını -devrimci güçlerin güçsüzlüğüne de paralel olarak- göçmen-mülteci ve demokrat kesimler üzerinden geri kazanmak istemektedirler. İşkence, linç ve faşist katliamlar olasıdır. Bu bağlamda göçmenlerle dayanışma içinde olmak hem devrimci-demokratların boynunun borcu hem de devletin meşruiyetinin sorgulanmasını engelleyecek çabaları boşa çıkarma hamlesidir. Öldürenin afet, mülteci, yağmacı değil devlet olduğunun teşhirini yapmak en önemli işimizdir. Afet öncesinde alınmayan önlemler ve dinlenmeyen bilim insanlarıyla; afet sırasında bölgeye ve enkazlara ulaşma noktasındaki yoklukla; afet sonrasında ise dışarıda kalan halka hiçbir güvencenin sağlanamamasıyla ilgili yapacağımız her teşhir, yolumuzu bir adım daha açacaktır.