HDP yaptığı toplantı sonucunda “sine-i millete” dönmeyeceğine karar verdi ve 12 maddelik bir deklarasyon yayınladı. “Hiçbir yerden çekilmeyeceğiz” denen açıklamada bir de erken seçim çağrısı yapıldı. HDP’nin meclis ve belediyelerden çekilmeyeceğine dair açıklaması basında yeterince yer alsa da kararın kendisine dair siyasi tartışmalar pek yer bulmadı. Bunun bir sebebi ortaya çıkan karara kimsenin şaşırmamasıydı. Bir diğer sebebi ise “sine-i millet” gerektiren hemen her şeyin yaşanıp geçtiği, bunlara tavır geliştirilmediği ve HDP’nin bu derece zayıflatıldığı koşullarda söz konusu tartışmanın pek bir anlamının kalmamış olmamasıydı. Son söyleneni en başta söylemek gerekirse çizgi sorununun tartışılmadığı ve esas odak noktası olarak belirlenmediği hiçbir taktik adımın kayda değer bir anlamı ve değeri yoktur. Denebilir ki iş işten geçtikten sonra HDP’nin “sine-i millet”i tartışıp reddetmesinin de bir anlamı ve değeri yoktur.
Öncelikle söylenenleri ve gelişmeleri yorumlayarak işe başlayalım. HDP adına Sezai Temelli’nin açıklamasında öne çıkan başlıklar şu şekildeydi:
“HDP, başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye halklarının büyük acılar çekerek, ağır bedeler ödeyerek elde etmiş olduğu kazanımlarından vazgeçmeyecektir.”
“Türkiye halklarının AKP-MHP sultasından kurtulması için erken seçim diyoruz. Bu bir meydan okuma çağrısıdır. Buradan hodri meydan diyoruz. Bütün muhalefeti bu erken seçim talebinin etrafında birleşmeye ve harekete geçmeye çağırıyoruz.”
“Eğer sine-millet tartışmalarımızı sonlandırmazsak -iyi niyetli yaklaşanları bir kenara koyarak söylüyorum aslında HDP’yi belli bir tartışma içine sıkıştırmak, HDP’nin direniş mücadele gücünü zayıflatmak için belli mihverler harekete geçiyor. Bu da bir gerçeklik ve bunu biliyoruz.”
“Hedef demokratik siyaseti büyütmektir, söndürmek değil.”
Görüleceği gibi HDP’nin kazanımlar dediği parlamento ve elde kalan belediyelerdir. Oysa bu kazanımlar, gasbedilerek ve işlevsizleştirilerek içi boşaltılmış biçimsel bir varlığa tekabül etmektedir. HDP birçok açıklamasında bu alanları “mevzi” olarak değerlendirmektedir. Oysa sistemin sahipleri bile parlamento ve seçimlere HDP’nin biçtiği kadar misyon biçmemekte gerektiğinde o “mevzileri” kaldırıp bir kenara atabilmektedir. HDP’nin parlamento ve belediyelerden çekilmeyi yeni mücadele ve örgütlenme politikalarına, bu yöndeki farklı biçimlere geçiş için bir hamle ya da yönelim olarak görmediği bunu “geri çekilme” olarak değerlendirdiği de anlaşılmaktadır. “Çekilme”nin demokratik siyaseti söndürmek olarak tarif edilmesi bunun göstergesidir. HDP’nin, mücadeleyi, “burjuva parlamentarizm” ve “yönetişim” ötesinde düşünemez noktaya geldiği ya da bilinçli bir biçimde mücadeleyi burada tarif ederek bunun dışındaki her adımı dıştaladığı görülmektedir. HDP’nin dün yer yer özeleştirisini verdiği sokağa dayalı mücadele, halka gitmek, halkı örgütlemek gibi konulara bu açıklamasında pek yer vermediği görülüyor. Ancak ne demokrasi mücadelesi burjuva parlamentarizminden ne de siyaset seçimlerden ibarettir. HDP’nin yeni açıklamalarıyla bu gerçeği unuttuğu ve unutturmaya çalıştığı gözlemlenmektedir.
HDP’nin açıklamasına damga vuran en önemli konulardan biri de düzen partilerine “hodri meydan” diyen altı boş iddiasıdır. Sanki eş başkanları dahil binlerce üye ve yöneticisi tutuklanan, belediyelerine defalarca kayyum atanan, her türlü eylem ve etkinliği engellenen kısacası sürekli olarak her türlü zor yöntemiyle sistem dışına ‘itilen’ HDP değilmiş gibi hareket edilmektedir. Dahası bombalarla katledilen, işkencelerden geçirilen, toprakları işgal edilen Kürt ulusu değilmiş gibi… Daha önceki birçok seçim bu gerçeği ortaya koyduğu halde yeni bir seçim durumu değiştirecekmiş gibi hareket etmenin, bunun çağrısını yapmanın ve kitleleri buna ikna etmeye çalışmanın burjuva siyasete teslim olma ve pasifizm dışında bir adı yoktur. Öteden beri Türkiye’de, özelde Kürt ulusal mücadelesini ve genel olarak demokrasi mücadelesini pasifize etmenin en temel araçlarından biri sistemin seçim ve parlamento kulvarları olmuştur. HDP’nin bugünkü zayıflığının ve özellikle kitlelerde karşılık bulamamasının sebebi esasta baskılar ve tasfiye saldırıları değildir. HDP’nin sorunu “demokratik siyaseti” sistemin izin verdiği, her geçen gün daralttığı sınırlara hapsetmesidir. Ki bu sınırlar bizimki gibi faşist bir ülkede daha da yoğunlaşan saldırılar altında aslında olmayan bir “demokratik sahaya” denk düşmektedir. Bu nedenle HDP’nin bu yanlış çizgideki ısrarı “demokratik siyasete” değil karşıtını güçlendirmeye hizmet etmektedir.
Bu yönüyle HDP’nin çekilmesi veya kalması tartışması sorunun esasına ilişkin değildir. Söz konusu pasifist çizgi korunduğu müddetçe bu iki yaklaşım arasındaki fark niteliksel değildir. Bu aynı durum siyasi iktidarın bakış açısından da böyledir. Eş başkanlarının tutuklanması, kayyum atamaları, katliamlar ve kapsamlı tutuklama operasyonlarının gerçekleştiği tarihsel eşiklerde “çekilme”yi gündemine almayan HDP için bugün “çekilme”nin hedeflenen sonucu doğurmayacağı açıktır. Aslında bugünkü HDP gerçekliğinde “hedeflenen bir sonuç” olmadığı içindir ki çekilme ya da kalma arasındaki fark biçimseldir. Çünkü parlamento ve belediyelerden çekilme gerçekleştiğinde HDP nezdinde bunun başka bir mücadelenin, farklı bir siyasetin ilanı olması, halkı fiili-meşru biçimlerde örgütleme ve harekete geçirmenin aracı olması gerekir. Ki bu alışılageldik siyasetin ve siyasetçinin kökten değişimi demektir. Bunun olacağına dair HDP’de en ufak bir işaret yoktur. Ki sorun HDP’yi de aşan boyutuyla aslında Kürt Ulusal Hareketi’nin genel politikalarıyla bağlantılıdır.
Doğal olarak durum her iki bakımdan da sistemin, devletin, hükümetin ve düzen partilerinin politikalarına uygun seyretmektedir. Çekilmiş fakat alternatif bir mücadele çizgisine ve araçlarına yönelmemiş bir HDP ya da çekilmeyip aynı kısır döngüye hapsolmuş HDP özünde aynı yerde duruyor olacaktır. Her iki durumda da halka bir mücadele yolu gösterilemeyecek, halkın güveni ve desteği sağlanamayacak ve halk örgütlenemeyecektir. HDP’nin nesnel durumunun tarifi açısından bunlar bir yere kadar anlamı olan fikir yürütmelerdir. Ancak fikir yürütmeden ziyade gerçek durumu ortaya koymak gerekmektedir.
HDP ve çizgi tartışmasını somut koşullar içerisinde yapmak gerekir. Ekonomik ve siyasi kriz koşulları çeşitli dalgalar halinde Türk egemen sınıflarının karşısındadır ve beka politikasıyla göğüslenmeye çalışılmaktadır. Buna karşı halkın ve özelde Kürt ulusunun her türlü hak arayışı ve mücadelesinden korku duyulmakta, en ufak mücadele dahi zor yoluyla bastırılmakta, yok etme siyaseti izlenmektedir. Bu koşullarda dün legal siyasete biçilen büyük payeler yere düşmüş, seçimler ve parlamentoda ısrarın kendisi daha güçlü bir ayak bağına, kitleleri pasifize eden ve umutsuzlaştıran bir araca dönüşmüştür. İktidar partisi AKP’den kesilen umutlar bu sefer CHP’ye yönlendirilmeye başlamış ancak bu yönelimin de Kürtlere bir şeye kazandırmayacağı CHP’nin Rojava’nın işgaline destek veren tutumuyla apaçık ortaya çıkmıştır.
Sadece Türkiye’de ve bölgede değil tüm dünyada çelişkilerin keskinleştiği; kitle ayaklanmalarının, iç çatışmaların, savaşların arttığı koşullarda burjuva demokrasisi arayışı ve beklentisi boş bir çabadan ibarettir. Özellikle de Türkiye gibi burjuva siyasetin dahi tek merkezli ve tek sesli hale getirildiği faşist bir ülkede bunun beklentisi, yaşanan onca deneyimle de sabit olduğu gibi hayalperestliktir. Bu hayalperestliğin teorize edildiği, pasifizmin salık verildiği bir siyasi partinin gerçekliği ise kitlelerin özelde Kürt kitlelerinin kandırılması, mücadele potansiyelinin köreltilmesi anlamı taşımaktadır.
Ne var ki HDP ve siyasetini belirleyen akıl, CHP’yle ittifakı büyük stratejik akıl olarak görmektedir. Rojava işgalinde CHP’nin faşist niteliği bazen sitem bazen ithamlarla açık edilse de HDP, hâkim sınıf kliklerinin her türlü onursuz dayatmasına ve Kürtlere saldırı ortaklığına karşın bunları görmezden gelmeye, yok saymaya, kitleleri de bu yönde şekillendirmeye çalışmaktadır. Sezai Temelli, İrfan Akdağ’la röportajında Akdağ’ın erken seçim ve CHP ile ilgili sorusuna şöyle yanıt veriyordu: “Şimdi erken genel veya yerel seçimler geldiğinde, orada ortaya çıkacak ilişkiler geçmişin bakiyeleri veya yaşanmışlıklar üzerinden değil, gelecekte neler yapılacağı üzerinden biçimlenir.” Bu yaklaşım Türk burjuva siyasetinde Demirel’in “dün dündür bugün bugündür” sözünde özetlenmiştir. Fakat önemli bir fark vardır. Demirel gibi faşist düzen temsilcileri bunları söylerken hâkim sınıfların ve temsil ettikleri kliklerin pragmatik çıkarlarına gönderme yapmaktadır. HDP’nin CHP ya da diğer faşist güçler karşısında “geçmişe değil geleceğe bakalım” şeklinde halka hafızasızlığı öğütlemesi, faşizmin benzer ayak oyunlarına ve tasfiye politikalarına açık çek sunmak demektir. Devlet her alanda Kürt Ulusal Hareketi’ni siyaseten felç, örgütsel olarak ise tasfiye etmeye dönük saldırı stratejisini sürdürürken HDP de var olan çizgisiyle bu tasfiyeye doğru yürümekte ve tasfiye saldırısıyla buluşmaktadır.
HDP’nin reformizm ve liberalizmden malul çizgisi halkı faşist sistem karşısında silahsızlandırdığı gibi gelinen koşullarda faşist sistemi kanıksatma, halkın potansiyelini kliklerden birine yedekleme işlevi görmeye başlamıştır. Hiçbir şey olmamış gibi halen CHP’yle “demokrasi ittifakı”ndan bahsedilmesi genel olarak demokrasi nedir, kimler demokrattır tartışması bir yana açık bir biçimde Kürt ulusal mücadelesini de değersizleştiren, onu yok sayan bir içerik taşımaktadır. Devletin kurucu partisi olarak CHP, dün de bugün de ilhakın, imha, inkâr ve asimilasyon politikasının uygulayıcısı ve savunucusudur. Yerel seçimlerin hemen ardından CHP’nin Rojava’nın işgaline verdiği desteği unutturmaya çalışmak ya da çok da takılıp kalınmaması gereken bir konu gibi lanse etmek ancak HDP’nin “celladını seçme özgürlüğü” olarak yorumlanabilir.
Kılıçdaroğlu “HDP erken seçim talep etmekte haklı. Erken seçim çağrısında bulunmuyoruz ama getirirlerse ‘Evet’ deriz.” şeklinde açıklama yaparken İyi Parti ve Saadet Partisi’nden de “erken seçim”e dair çeşitli açıklamalar yapıldı. HDP tartışmaya “öncülük” yapmıştı hatta meydan okumuştu. Fakat HDP’nin öncülük yaptığı tartışmanın ya da bu yönde belirlediği stratejilerin HDP’ye ya da Kürt ulusa mücadelesine en ufak bir şey kazandıracağına dair ortada bir emare bulunmuyor. Bu durumda HDP neye “öncülük” yapmaktadır sorusu ortaya çıkmaktadır. Açık ki HDP, halkın ve Kürt ulusal mücadelesinin gerçek çıkarlarını bir kenara bırakarak siyasetini hâkim sınıf klikleri arasındaki mücadele ve çatlaklar üzerine kurmakta, bu yolla AKP’yi hedefe koymaktadır. Oysa HDP, bu politikasıyla kendini farklı bir yoldan faşist sistemin ve devletin kollarına teslim etmekte, halkı da söz konusu politikasına ikna etmeye çalışmaktadır. İşçi sınıfı, halk ve özelde Kürt ulusu söz konusu olduğunda sistemin tüm faşist partilerinin aynı madolyonun farklı yüzleri olduğu, işçi sınıfı ve ezilenlerin kontrol altında tutulmasında ve mücadelelerinin tasfiye edilmesinde farklı işlevleri yerine getirdikleri ısrarla görmezden gelinmektedir. Kitleleri sürekli olarak demokratikleşme ve barışa dair yalancı umutların ve seçimlerin peşinden sürükleyen HDP, bugün ise faşist kliklerden birine yedeklenen bir politik hat izlemektedir. Şaşalı açıklamaları bir yana bırakırsak gerçek budur.
Lenin, modern devlet ve burjuva demokrasisiyle ilgili olarak şuna vurgu yapar: “Modern devletlerin anayasalarını alın, yönetim yöntemlerini alın, toplantı ve basın özgürlüğünü alın, ‘yurttaşların yasa karşısında eşitliğini’ alın; adım başında, burjuva demokrasisinin, her dürüst ve sınıf bilinçli işçi tarafından iyi bilinen ikiyüzlülüğünü görürsünüz. En demokratı da dâhil her devletin anayasasında, ‘düzen bozulduğunda’ yani gerçekte sömürülen sınıf, içinde bulunduğu kölelik durumunu ‘bozup’ kölece davranmamaya çalıştığında, burjuvaziye, işçilere karşı askeri harekete geçirme, sıkıyönetim ilan etme vs. olanakları veren açık kapılar ve hükümler bulunur.”
Bu gerçeklik ülkemizde de fazlasıyla geçerlidir. HDP nezdinde tartıştığımız bu yanlışları belirleyen şey burjuva liberal ideolojidir. Faşizmi “akıl dışı” bir sapma olarak değerlendiren, onun liberalizmin bir çocuğu olduğunu kavramayan ve faşizme karşı “devlet aklı”na çağrı yapan bir yaklaşımın faşizm karşısında tutarlı bir demokrasi mücadelesi vermesi mümkün değildir. Ufku burjuva demokrasisiyle sınırlı düşünce ve yapıların, Türkiye’de hâkim kliklerden birine yedeklenme noktasına sürüklenmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Çünkü Kürt ulusal sorunu da dahil olmak üzere ülkemizde demokrasi sorunu bir devrim sorunudur. Dolayısıyla HDP’nin seçimlere, parlamentoya ve bu alanlarda elde etmek istediği “mevzilere” dayalı bir siyasetin ne Kürt ulusuna ne de Türkiye halkına kazandıracağı etkili ve kalıcı bir başarı hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Aksine bu yöndeki körü körüne her ısrar mücadeleyi, halkı ve özelde Kürt ulusal mücadelesini daha geriye düşürmenin bir aracı ve işlevi haline gelecektir.