[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Gazetemizin bir önceki sayısında kadınların siyasetteki yerini incelemiştik. Bu sayıda ise kadının savaştaki yerini inceleyeceğiz. Savaş ile siyaset ilişkisinden başlayarak kadının savaşla ilişkisini, kadının devrimci savaştaki yerini ve savaşta kadının konumu açısından burjuva anlayışı ele alacağız. Öncelikle toplumda genel olarak savaşın siyasetle bir ilişkisi olmadığı düşüncesi hâkimdir. Savaşın, politikasızlığın bir ürünü olduğu, hatta kimi çevrelerden yükselen “siyasi çözüm”, “demokratik çözüm” vb. söylemleri ile savaşla bir çözüm olamayacağı düşüncesi ortaya konmaktadır. Burjuva liberaller öncülüğünde, siyasetin savaşla ilişkisinin koparıldığı yaklaşımlar açığa çıkmakta, siyasetin ayrı bir yerde savaşın ayrı bir yerde durduğu yorumları yüksek perdeden dillendirilmekte ve savaş, haklı-haksız ayrımı yapılmaksızın temelden reddedilmektedir. Oysaki MLM bilimi bize savaşla siyasetin birbirinden kopuk şeyler olmadığını, birbiriyle bağlantılı, iç içe olgular olduğunu anlatır.
Siyaset, toplumsal yaşamı örgütleme, düzenleme ve değiştirme eylemini hem düşünsel düzlemde hem de pratik düzlemde gerçekleştirmeyi de içerir. Yani çelişkileri çözme eyleminin perspektifi olarak siyaseti anlayabiliriz. Savaş ise “Çelişmelerin çözülmesi için uygulanan en yüksek mücadele biçimidir. Öyleyse, … Savaş, politikanın uzantısıdır. Bu anlamda savaş politikadır; politik bir fiildir.” (Mao Zedung, Gün Yayınları, İhtilalin Özü, 1967, s.39) Yani savaş politikanın yaşama uygulanma biçimlerinden sadece biridir. En yüksek biçimi olması onun, normal yollarla çözülemeyen çelişkilerin çözümünün önündeki engelleri fiziksel olarak ortadan kaldırmak suretiyle çelişkileri çözmesinden gelmektedir. Bu aşamada engellerin ortadan kaldırılması kana kan bir mücadeledir. Bu bağlamda “politikaya kan akıtılmayan bir savaş, savaşa kan akıtılan bir politika dense yeridir.” (age)
Kadınların savaşlarda nasıl yer aldıklarından savaşlardan nasıl etkilendiklerine, kadın bedeninin, kimliğinin nasıl savaş arenasına dönüştürüldüğünden savaşın kadın için ne anlama geldiğine kadar kadının savaşla ilişkisi çok yönlü incelendiğinde kadının toplumsal yaşamdaki konumuna da ışık tutulmuş olacaktır. Kadınların ikinci cins olarak görülmelerinin, toplumsal yaşamın tamamında ikincil güç olarak konumlanmalarına yol açtığı anlaşılacaktır.
Özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte kadın bedeni, emeği, kimliği de metaya dönüşmüştü. Metalar dünyasına kimin hükmedeceğini belirlemek için oluşan haksız savaşlarda kadının ganimet olarak görülmesi kaçınılmazdı. Bu açıdan hiçbir haksız savaş yoktur ki kadın erkek egemen bir vahşete uğramasın. Bu demek değildir ki kadın haklı savaşlarda erkek egemen saldırılara maruz kalmamıştır veya kalmamaktadır. Nitekim sınıflı toplumlarda gerçekleşen tüm savaşlarda erkek egemen taraf vardır. Bununla birlikte her haklı savaşta söz konusu haklılığın dayanağı olan özgürleşme eylemi kadına da alan açar, onun kurtuluşuna zemin de hazırlar bir özellik taşıdığından bu savaşlardaki erkek egemen saldırılar nitelik olarak haksız savaşlardaki gibi değildir. Bu savaşlarda kadın aynı zamanda güçlenen, özgürleşme yönünde gelişim gösteren olanaklar bulur. Kadın haksız savaşlarda uğradığı vahşet erkek egemen burjuva anlayıştan beslenir. Erkek egemen burjuva bu anlayışta kadın, “fethedilen”, “işgal edilen” bir nesne olarak “savaş ganimeti” kabul edilmektedir. Burada kadının savaşla ilişkisi dolaylıdır. “Erkeklerin” savaşında kadına erkek egemen topluma ait olan diğer metalara yaklaşıldığı gibi yaklaşılmaktadır.
Bunun yanı sıra kadının savaşla doğrudan ilişkisinde ise siyasetin “erkek işi” kabul edilmesinde olduğu gibi savaşın da “erkek işi” olarak kabul edilmesi söz konusudur. Nesnel gerçeklikte toplumsal ve tarihsel olarak erkek kendini savaş alanında da gerçekleştirme ve geliştirme ayrıcalığını eline almıştır. Bu ayrıcalığını bin yıllardır kullanmaktadır. Savaşa hâkim olmak, savaşma ayrıcalığını elinde bulundurmak, savaşan güçler içinde olmak bu bağlamda iktidar olmak çok önemlidir. Çünkü tarihin akışını bu hükmü elinde bulunduran ve kullananlar şekillendirmektedir. Bu bağlamda erkek egemen anlayış, erkeğin savaşma hakkını korumak için de savaşmaktadır. Savaşma hakkının erkeğe ait olduğu düşüncesi ise tekil erkeğin ereği olarak açığa çıkmamıştır, toplumsallaşan insanın bilinci olarak gelişmiş toplumsal bir bilinçtir. Bu bilinç, bir anda oluşan ya da gökten inen yargılara dayanmamaktadır. Toplumsal gelişmeler içerisinde, binlerce yıllara varan insanlık tarihinde bin bir mücadele ile oluşan bilinçtir: yeniye, geleceğe ait değil eskiye, geçmişe aittir. Bu sebeple yıkılmak, değiştirilmek zorundadır.
Savaş, toplumsal yıkma ve yapma eylemini içinde barındırır. Bu bağlamda savaş, ne yıkılıp yerine ne kurulduğu incelendiğinde savaşa neden hâkim olmak gerektiği, neden savaşmak gerektiği, kadınların neden savaşa katılmak zorunda olduğu daha anlaşılır olacaktır.
Savaş yıkıcıdır. Ancak bu yıkıcılık hangi sınıfın yararınadır? Savaş aynı zamanda yapıcıdır. Bu yapıcılık hangi sınıfların çıkarına olacaktır? Tarihsel gelişme içerisinde bir dizi savaş erkek egemenliğini süreğenleştirmiştir. Yine burjuva egemenlik bir yıkma ve yapma eyleminin sonucudur. Çünkü savaş sadece bir toplumun yok olması ya da bir insanın ölmesinde değil bir toplumun yaratılmasında, bir insanın yaşamasında varlığını bulmaktadır. Savaşın yasalarına hâkim olan, savaşı yasalarına göre uygulayan geleceğe hükmeden olmaktadır. Yani savaşa hükmetmek geleceğe hükmetmektir. Kadının özgürleşmesi, köleliğine son vermesi için işçi ve emekçi kadınlar savaşa hükmetmek zorundadır. Peki bu nasıl başarılacaktır? Bugüne kadar savaşa hükmeden erkek egemen burjuva feodal anlayışlar olmuştur. Bu anlayışlar sürmektedir. Kadının ev ve aile içine hapsedilmesiyle birlikte özellikleri ve yetenekleri de bu kapsamda gelişim göstermiştir. Bu durum insanlığın gelişmesi pahasına kadının sınırlandırılması gibi durmaktadır. Nihayetinde insanlığın hareketi ileriye doğrudur. Erkeğin savaşa hükmetmesi, kadının savaş alanından koparılarak aile içinde köleleştirilmesi bu gelişimin içindedir.
Bu bağlamda savaşın gerçek koşulları, niteliği ve diğer şeylerle olan ilişkisi doğru kavranamadığında kadınların savaşın içindeki yeri doğru anlaşılamayacağı gibi devrimci savaş da zafere ulaşamaz. Savaşın gerçek koşullarını toplumsal üretim ilişkilerinin içinde aramak, niteliğini hangi sınıfların çıkarları için geliştiğinde sorgulamak ve diğer şeylerle ilişkisini ise toplumsal her olguda bulmak gerekmektedir. Savaşın siyasetle ilişkisi çok yönlüdür. Bu çok yönlülük toplumsal tüm çelişkilerin kendinde vardır. Cinsiyet eşitsizliği de bu ilişkiler içerisindedir. Cinsiyet eşitsizliğini savaşın politikasında, araçlarının kullanımı ve üretiminde, bir fiil savaşın uygulanmasında var olduğunu kavramak için kadınların yaşamla, üretimle, siyasetle, savaşla ilişkisine bakmak gerekir.
ERKEK EGEMEN ANLAYIŞIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ
Tarih iki türlü savaşa sahne olmuştur. Savaşın başka bir türü yoktur. Haklı ve haksız savaş… Kadınlar haksız savaşlarda, çok büyük saldırılara maruz bırakılmış, köleleştirilmiş, esir alınmış, köle pazarlarında satılmış, en ağır işkenceleri görmüş, tecavüze uğramıştır. Bir savaş politikası olarak kadına yönelik saldırı, hâkim sınıfların halka karşı yürüttüğü, karşı devrimci savaşın bir parçası olarak uygulanmıştır. Haksız savaşlarda kadın düşmanı her saldırı aynı zamanda kadının mensubu olduğu toplumu, ulusu, inancı, aileyi esir alma anlayışıyla geliştirilmiştir. Dünya halklarına yönelen tüm savaşlarda bu özellik görülmektedir. Emperyalist kapitalist devletlerin “demokrasi, özgürlük götürüyoruz” propagandaları eşliğinde geliştirdikleri saldırılar, bölgesel savaş ve işgaller iki yüzlülüklerini ortaya koyan binlerce örneğe sahne olmuştur. Metalaşan kadının bedeni savaş alanına dönüştürülmüştür. Bunlara son örnek Azerbaycan- Ermenistan savaşında katledilen Anush Apetyan’dır. Azerbaycan askerleri tarafından yakalanan Apetyan işkence edilerek katledilmiş, cenazesine yapılan işkenceler videoya çekilerek sanal medya üzerinden yayımlanmıştır. Erkek egemen savaş politikalarının en vahşi biçimlerini içeren görüntülerde Apetyan’ın bedeni teşhir edilmiş, bacakları, parmakları kesilmiş, gözleri oyulmuş, memelerine ve karnına yazılar yazılmış, göz çukuruna taş konmuştur. Bu görüntülerde kadın düşmanlığı öyle bir boyuttadır ki yaptıkları hiçbir işkence savaşan kadınlara karşı duydukları öfkeyi bastırmaya yetmemektedir. Güçsüz, zayıf olarak gördükleri kadınların güç ve iktidar alanlarında erkek egemen anlayışa kafa tutmasına karşı geliştirilen bu nefret sayısız işkence ile dahi dizginlenememiştir. Ukrayna Rusya savaşında Ukraynalı kadınlara sanal medya üzerinden yöneltilen saldırılar da bu içeriktedir. Rojava’yı işgale girişen Türk hâkim sınıflarının çeteler eliyle örgütlediği savaşta kadın düşmanlığının binlerce örneği vardır. IŞİD çetelerinin Ezidi kadınlara yönelttiği saldırılar kadın düşmanı erkek egemen savaş politikalarını ortaya koymak bakımından ibretliktir.
Faşist Türk devletinin T. Kürdistan’ında yıllardır uyguladığı savaş politikası bunlarla birebir örtüşmektedir. Bütün alanlarda ve her tarihsel çağda halkı için savaşan kadınlara düşmanlık çok büyüktür. Egemenlerin niteliği “kutsal annelik” söylemlerinde değil buralarda arandığında gerçek “değer”lerinin kadına, doğaya, insana, yaşama, özgürlüğe eşitliğe düşmanlık olduğu hemen anlaşılacaktır. Ataerkiye dayanan burjuva anlayışın kadınların toplumsal cinsiyet rollerini parçalamasına tahammülü yoktur. Esir almak istediği, işgale giriştiği toplumların da kölesi olarak görülen kadınların kendilerine karşı gelmesi, silahlanıp haksızlığa karşı savaşması, hâkim sınıfların sınıf düşmanlıklarını vahşice uyguladıkları politikayla bastırılmak istenmektedir. Buradan hem kadınlara hem halka gözdağı verilmek istenmektedir. Kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme, teslim alma ve diz çöktürme politikalarında kadına yönelik düşmanlık apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşımları ezilenlerin öfkesinden ne kadar korktuklarını göstermektedir. Önce kadınları vurma politikaları bu korkularından ileri gelmektedir. Kadın üzerindeki tahakkümün sürdürülmesi, her cephede bunun savaşının verilmesi sistemlerinin olmazsa olmaz özelliğinden biridir.
DEVRİMCİ KADIN, DEVRİMCİ SAVAŞIN ÖZNESİDİR!
Ataerkil sistem kadınlara kölelik dayatırken, kadının köleliğe karşı her başkaldırısını vahşice cezalandırırken kadınların savaşmak için herkesten çok nedeni vardır. Binlerce yıllık ezilmişlik her türlü eşitsizlik, sömürü kadınların savaşmak zorunda olmalarının temelidir. Bu sebeple işçi ve emekçi kadınlar, devrimci savaşa onlara zorla kabul ettirilen toplumsal cinsiyet rollerini parçalamaya başlayarak katılmaktadır. Savaşın “erkeğin işi” olduğu görüşüne başkaldırıdır eylemleri. Bu başkaldırı, işçi ve köylü kadınların devrimci savaşa katılmalarının sadece bir yanıdır. Aslında savaşları önce kendileriyle başlamaktadır. Devrimci savaşa katılım her insan için büyük bir sıçramadır. Kadınlar için bu sıçrama başka bir boyut içermektedir. Binlerce yıllık zincirlerin çok keskin biçimde parçalanmasıdır. Bin yıllara yayılan isyanın birikimini de içermektedir devrimci savaştaki yerleri. Toplumsal dayatmalardan köklü bir kopuştur. İşçi ve emekçi kadınlar binlerce yıllık köleliğin uyuşukluğu üzerinden atıp ayaklandıklarında biriktirmiş oldukları öfkenin derinliği, mücadele içindeki sağlamlıklarında, tutarlı çizgilerinde, karşılarına hangi güç dikilirse dikilsin baş eğmeyen duruşlarından anlaşılmaktadır. Bu açıdan kadınlar komünist saflarda, nesne olarak görüldükleri haksız savaşa karşı haklı savaşın öznesi olmaya başlarlar. Halk Savaşının içinde sadece kendi cinsiyet kimliklerine yönelen saldırılara karşı değil, tarihin akışını değiştirecek olan sınıf savaşına hükmetmeyi öğrenirler. Kadınlar bunu ancak ve ancak devrimci savaş içinde komünist bir çizgide öğrenebilir, geliştirebilir, değiştirebilirler. Bu yukarıda ifade ettiğimiz, savaş, siyaset ilişkisinde devrimci savaşın yıkıp yaptıklarından biridir aynı zamanda.
Elbette devrimci savaş içinde de cinsiyet eşitsizliği çeşitli biçimlerde vardır. Ancak bu çeşitli biçimlerde açığa çıkan cinsiyetçiliğin yıkılma olanağı da yenisini yapma olanağı da devrimci savaştadır. Kadınlar devrimci savaşın nesnesi değil öznesidir. Bu sayede devrimci kadınlar, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe dayalı tüm şekillenişleri pratikleriyle parçalamış sınıf düşmanlarının en büyük korkuları haline gelmişlerdir. Tüm devrimci kadınlar gibi 2020 yılının Eylül ve Ekim aylarında yitirdiğimiz Rosa ve Asmin yoldaş şahsında halk savaşçısı kadınlar kadının binlerce yıllık köleliğine nasıl son verileceğinin yolunu kanlarıyla döşemiş, erkek egemen, tecavüzcü, kadın düşmanı Türk devletine karşı savaşın en amansız alanlarında kadınları örgütlenmeye çağırmışlardır.
Özetle, kadın özgürlüğü sıkı sıkıya sınıfın kurtuluşuna ve insanlığın özgürleşmesine bağlıdır. İnsanlığın kurtuluşu davası bu sebeple kadınların özgürleşme savaşının, kadının şiddet eyleminin ana sahasıdır. Burada sınıf ve kadın düşmanları tarih sahnesinden silinecektir. Kadınlar bu mücadelede hâkim sınıfların haksız savaş politikasının, tehdit ve şantajlarının ikiyüzlü kadın güzellemelerinin nesnesi olmayacak, haksıza karşı haklının saflarında savaşa önderlik etmeyi başardıkça toplum, burjuva feodal sistemin ikiyüzlü değerlerinden arınacak ve kadınlar savaşın içinde savaşla özgürleşecektir. Tarih böylesi yiğit kadınların direnişiyle yazılmaya devam etmektedir.