[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
8 Mart’ı Maraş depremlerinin bıraktığı büyük acı, öfke ve isyanla karşılıyoruz. YDK’nın 8 Mart bildirisinde de dendiği gibi “Bir gece ansızın gelebilen, insanları ‘ayakkabı numarasına kadar’ bilen hak talepli her eyleme pervasızca saldıran, eleştiri hakkını kullananı şafak baskınlarıyla tutuklayan devlet bir kez daha halk düşmanı gerçekliğinin sonucu olarak enkaz altında kaldı. Bu süreçte faşist TC’nin ‘Güçlü devlet’ imajı yerle bir oldu. Güçlü devletin halkın yaşam hakkı, güvenli barınma hakkı için değil bir avuç asalağın çıkarlarını korumak için geçerli olduğu bir kere daha anlaşıldı.” Depremin olduğu ilk günden itibaren göçük altında kalan ve sağ çıkan insanların yaşam hakkını korumak için hiçbir adım atmayan faşist devlet, aradan geçen süreç boyunca tüm güçlerini hâkim sınıfların çıkarlarını yani devletin bekasını korumak için seferber etti. Deprem bölgelerinde basına yansıyan gözaltılar, gözaltında işkence ve cinayetler deprem bölgelerinin dışındaki diğer illerde gerçekleştirilmek istenen protesto eylemlerine yönelik saldırılar, devletin faşist niteliğini tüm yönleriyle ortaya koymaktadır. Bu açıdan devlet toplum nazarında teşhir olmuştur. Diğer yandan ise deprem sadece devletin durumunu ortaya koymamıştır aynı zamanda depremin açığa çıkardığı bir başka gerçek, halkın acılarına işlemiş olan büyük öfke ve bu öfkenin mayalanacağı devrimci dinamiklerdir.
Depremden geriye etkileri onlarca yıl silinmeyecek derin, köklü bir yıkım kaldı. Resmi rakamlarla sınırlasak dahi on binlerce insanımız hayatını kaybetti, binlerce insan yaralandı, yüz binlerce insanın evleri başlarına yıkıldı, milyonlarca insan çok çeşitli şekillerde depremden etkilendi. On binlerce kadın ve çocuk bu depremde hayatını kaybetti. Kaybolan, hafızasını yitiren, psikolojisi harap olmuş kişilerin sayısı ise bilinmiyor.
Cenazesinin nerede olduğu bilinmeyen binlerce insan toplu mezarlara gömüldü. Kuşkusuz onca vergiye ve tecrübeye rağmen önlem almadığı ve özel önemde olduğu halde ilk günlerde arama kurtarma yapmadığı için devlet bu katliamdan sorumludur. Devletin baş sorumlusu olduğu bu depremde kadınların payına düşen büyük acılarla birlikte, taşınması olanaksız sorumluluklar ve sorunlar oldu. Bütün ev içi sorumlulukları omuzlayan kadınlar, depremle birlikte çok yönlü sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Depremden sonra ilkel denebilecek yaşam koşullarında yaşamak zorunda kalan ailelerinin yaşamsal ihtiyaçları için gerçekleştirmek zorunda oldukları tüm işler yine kadınların omuzlarına yüklenmiş durumda. Elektriğin, suyun olmadığı, çadırlarda ya da derme çatma barakalarda yaşamak zorunda olan ailelerin yemek, temizlik, ısınma, yaşlı ve hasta bakımı, yaralılarla ilgilenme, çocuk bakımı gibi işlerin toplumsal ve tarihsel olarak kadın işi olarak kabul edilmesi nedeniyle deprem sonrasının ilkel koşullarında gene esas olarak kadın tarafından omuzlanması kaçınılmazdı. Dolayısıyla yeni olmayan ancak yeni bir nitelik kazanan bu işlerin sorumluluğunu gene kadınlar omuzladı. Kadınlar bu süreçte ailelerini ayakta tutmanın psikolojik olarak da güçlü olmayı gerektirdiğini hatta bunun da zorunlu bir görev olduğuna inanarak davrandılar ve bu tutumu sürdürüyorlar.
Baş edilmesi zor bu görevin neredeyse tüm yükünü taşımaktalar. Bununla birlikte depremin ilk gününden itibaren kadınların kadın olmaktan doğan ihtiyaçları devlet tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Kadın pedleri, hijyen için zorunlu diğer ihtiyaçlar deprem bölgesine bugün dahi yeteri kadar ulaştırılmamıştır.
Diğer yandan geleneksel kadınlık rolünün bir yansıması olarak kadınlar bu ihtiyaçları dillendirmekte dahi büyük bir sorun yaşamaktadırlar. Bu derecede zor koşullarda ve bunca acil ihtiyacın olduğu yerde kadınlar bu türden zorunlu ihtiyaçlarını dile getirirken utanmakta, çekinmekte ve yargılanmaktan korkmaktadırlar.
Tespit edilebilen rakamlara göre deprem bölgelerinde 214 binden fazla hamile kadının olduğu biliniyor bu kadınların kaçının hayatını kaybettiği bilinmezken yaklaşık 24 bin kadın bir ay içerisinde doğum yapacak.
Bu durum hastanenin ve hiçbir sağlık merkezinin olmadığı bölgede doğum yapacak kadınlar ve yenidoğanlar açısından başka bir hayati tehlikenin olduğuna da işaret ediyor. Barınma ve güvenlik sorunu hem deprem bölgesinde, çadırlarda ve barakalarda yaşayan hem de göç etmek zorunda kalan kadınların en temel sorunu. Kalacak yeri olmayan binlerce kadının çocuklarıyla birlikte sokakta ya da çadırda kalmak zorunda olması özel bir güvenlik sorunu; çünkü bu alanlar cinsel saldırı başta olmak üzere her türlü şiddete açık bir durum yaratmaktadır. Tuvalet, banyo gibi en temel ihtiyaçların karşılanamadığı bu alanlarda kadınlar ve kız çocukları büyük tehlike altındadır. Hiçbir güvenliğin olmadığı bu alanlarda zaten derin travmalar yaşayan kadınlar ayrıca cinsiyet ayrımcılığının ürünü olan psikolojik baskılar yaşamaktadırlar. Bu açıdan depremden sağ çıkmış olan kadınları önümüzdeki günlerde daha büyük saldırılar, şiddet ve sorunlar beklemektedir. İstismarın ve kaçırılmanın bu süreçlerde istinasız olduğu bilinmektedir. Daha şimdiden basına yansıyan binlerce kayıp çocuk söz konusudur. Daha önce de basına devletin istismar politikalarının merkezleri haline dönüşmüş olan tarikat yurtlarında yüzlerce çocuğun tutulduğu yansımıştır. Böylesi felaketlerin ardından çaresiz ve savunmasız bırakılan çocuklar ve kadınlar cinsiyetçi politikalarla istismar edilirken bu bölgelerde, gelecek günlerde fuhuşu da içine alan her türlü cinsiyetçi saldırı gelişecektedir. Bunun bir parçası olarak çocuk yaşta evlilikler korkunç düzeyde artacaktır.
Bir katilin suç mahallini temizlemesi, delilleri ortadan kaldırması saikiyle hareket etmesi gibi faşist devlet, arama kurtarma çalışması yapmadan, cenazeleri göçüklerden çıkarmadan gece yarısı enkaz kaldırma çalışmalarıyla deprem bölgesini insansızlaştırmaya çalışmakta ve halkı göç etmeye zorlamaktadır. Deprem bölgelerinde aşırı “güvenlik” uygulamalarıyla çadırlara hapsedilip hakları yok sayılan halk için çadır kentler ise toplanma kamplarına dönüştürülmektedir.
Daha ilk günden itibaren faşist devletin politik müdahalesi bunu hayata geçirmek olmuştur. Yaşayan olup olmadığına bakılmaksızın kepçelerle kaldırılan binlerce enkazın altında binlerce insanın olduğu gerçeği görmezden gelinmiştir. Halkın en acil talepleri karşılanmazken ilkin tahliyeler yoğunlaştırılmıştır. Hâlâ sistemleştiremedikleri çadır kentlerde yaşayan ve yaşayacak olan insanları tüm insani haklardan yoksunluk beklemektedir. Yine burada da kadın ve çocukları bekleyen en büyük saldırı devletin sistematik cinsiyetçi politikaları ve erkek egemen toplumun kadın düşmanı cinsiyetçi saldırıları olacaktır. Deprem karşısında erkek egemen devletin aczi önümüzde durmaktadır demiştik. Bunun bir başka göstergesi ise LGBTİ+’lara yönelenlerdir. Her zaman olduğu gibi burada da ayrımcılığa maruz kalan bir diğer kesim LGBTİ+’lar olmuştur.
Sonuç olarak, deprem bir doğa olayıdır ve bir katliama dönüşmesinin sebebi devletin politikalarının kendisidir. Bir doğa olayının faşist bir katliama dönüşmesinde de bu katliamın arkasında en çok kadın ve çocukların saldırıya maruz kalmasında da burjuva-feodal düzenin niteliği görülmektedir. 100. yılını kutlamaya hazırlanan bu diktatörlük işçilere, köylülere bir bütün halka olduğu gibi kadınlara da yıkım, zorbalık, baskıdan başka bir şey getirmemiştir. En temel hakları engellenmiş, “bir kişi daha eksilmeyeceğiz” denilen yerde onlarca kadın katledilmiştir. Devletin kadın düşmanlığında ve cinsiyetçi saldırılarında birinci elden yetkili kurumlarından birisi olan Diyanet bu süreçte evlatlık alınan depremzede çocuklarla evlenmenin haram olmadığı açıklaması yapmıştır. Bu açıklama dahi devlete karşı halkın öfkesini örgütlemeye yeter niteliktedir.
Tam da bu koşullarda tüm kadınları kurtuluşu için örgütlemeye çağırmak en acil devrimci sorumluluktur. Tek kurtuluşun Demokratik Halk Devriminde olduğu bilinciyle tüm gücümüz, büyük bir devrimci enerji ve yaratıcılıkla örgütlenmelidir. Bu dönemde kurtuluşun seçimlerde değil devrimde olduğu, seçimlerin halka geçici kazanımlar da getirmeyeceği; ama topluma her türlü zulmü reva gören zorbalara nefes olacağı bu zorbaların soluğunu kesmenin ancak Demokratik Halk Devrimini örgütlemekle mümkün olacağı propagandası başta kadınlar olmak üzere halk içinde etkin şekilde yapılmalıdır.
Özgür, eşit ve sömürüsüz bir yaşam için Demokratik Halk Devriminin zorlu yolu yürünmek zorundadır ve bu noktada adımlarımız 8 Mart’ın kızıllığında hızlandırılmalıdır.