Kadınların, yargı sistemleri ile çatışmasının bin yıllardır sürdüğünü bilmekteyiz. M.Ö. 1760 yıllarında “Hammurabi Kanunları” ile başlayan “kutsal ailenin” korunması için yazılı hale getirilen kanunlar, günümüzde de aynı amaçlarla modernleştirilerek dayatılmaktadır. Kadınların “statülerinin” toplum tarafından ayırt edilebilmesi için köle olan ve olmayan kadınlar arasında biçimsel farklılık yaratılmaktaymış. Köle olan kadınların başlarını örtmeleri yasaklanmıştır. Günümüzde de “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer ya satılıktır ya da kiralık…” gibi sözler duyarız. Bin yıllardır “örtünmeyle” kurulan ilişki kadının bedeni ve ruhuna sahip olmakla ilintili bir şekilde işlenmektedir. Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da da kadınlar üzerine yazılmış pasajlar kadınların toplumda varlık zeminini yıkmak için erkek egemen zihniyete hizmet etmiştir. Dini kitapların yasa gibi işlemesi de cins ezilmişliğini perçinleyerek arttırmıştır. Yargı ezilmiş cins ve uluslara, işçi ve emekçiye adaletli davranmamaktadır, davranamaz.
Tarih dediğimiz olgunun “sınıflar mücadelesi”nden ibaret olduğu gerçeğiyle bir sınıfın kendisini bir diğer sınıfı bastırmak için ikame ettiğini söyleyebiliriz. Buradan hareketle tarih boyunca ezen sınıflar devlet, ordu, polis gücü vb. güçlerle kendi sınıf çıkarlarını ve egemenliklerini süreğen kılacak uygulamalar ve kurumlar inşa etmişlerdir. Bunun bir sonucu olarak da yargı ve kanunlar ezen sınıfın denetiminde onun sınıf çıkarlarına uygun olarak ortaya çıkmış ve kendi varlığının sigortası işlevi görmüştür. Erkek egemenliğinin kendisini sürekli olarak ürettiği binlerce yıllık bir toplumsal düzende yargının niteliği de elbette ki erkek egemen olmaktadır.
Hâkim sınıf ve cins, egemenliğini korumak için belirlediği sınırlar içerisinde hak talepleri yapılabilecek bir yargı sistemi oluşturmuştur. Ezilen sınıf ve cinsin mücadelesinin yoğunlaştığı ve sınıfın çıkarlarına uygun kazanımlar sağladığı oranda ezen sınıf ve cinsin belirli tavizler verdiğini (“eşitlikçi” yasalar, vergi affı vb.) söyleyebiliriz. Nihayetinde sınıflı ve egemen cinsiyetin olduğu toplumlarda yargı, mevcut düzeni sürdürme ve besleme görevini üstlenmiştir. Bağımsız ve adil olmasını beklemek çok iyi niyetli bir istek olacaktır. Yani Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası’ndaki “kanun önünde eşitlik” maddesindeki “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” ibaresi bir safsatadan ibarettir.
Erkek egemen yargının öz savunmalara karşı tutumuna bakarak ve kadın katillerine, tacizci, tecavüzcülere, çocuk istismarcılarına verdiği cezalarla bunu daha da derinleştirerek anlatabiliriz. Melek İpek, kendisine ve çocuklarına yıllardır işkence yapan erkeği öldürdüğü için tutuklu yargılanıyor. Nevin Yıldırım, kendisine sistematik bir şekilde tecavüz eden Nurettin Gider’i öldürdüğü için “iyi hal indirimi” dahi almadan müebbet hapis cezası aldı. Kadir Şeker, bir erkek tarafından şiddete uğrayan kadını korumak için müdahale ederken erkeğin ölümüne sebep olduğu gerekçesiyle 12 buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bunların yanı sıra AKP’li Şirin Ünal’ın evinde ölü bulunan Nadira Kadirova’nın dosyası takipsizlik kararı verilerek kapatıldı. İpek Er’i haftalarca alıkoyarak tecavüz eden ve intihara sürükleyen Uzman Çavuş Musa Orhan erkek egemen faşist devletin desteğiyle tutuksuz yargılanıyor. Haber sitelerinde şöyle başlıklar görüyoruz: “Cinayete teşebbüsten gözaltına alındı, aynı gün serbest bırakıldı, 20 gün sonra eşini katletti”, “Koruma talebi reddedilen kadın 10 gün sonra katledildi”, “60 defa şikâyet ettiği eşi tarafından katledildi” ve sayamayacağımız binlerce haber mevcut. Erkek egemen yargının; tecavüze uğrayan kadınların “bekaretiyle, ne giydiğiyle, alkol oranıyla” ilgilendiği, tecavüzü, tacizi ve şiddeti meşrulaştırdığı bilinmez bir şey değildir. Her gün televizyon kanallarında ve çeşitli medya organlarında kadın düşmanı politikaların propagandası yapılmaya devam ediyor. Burjuva ve erkek egemen medyanın haber dili de bu politikaları beslemeye devam ediyor. Profesör sıfatıyla televizyona çıkarılan devlet destekli kadın düşmanları demeçler vererek çocuk istismarı affı yasasının zeminini hazırlamaya çalışıyor. Kadınlar sansürlenmeye ve engellenmeye devam ediyor.
Erkek egemen faşist devlet ve yargısı tarafından İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ün bir karşılığı yoktur, 2014 yılında yürürlüğe girdikten sonra da uygulanmamıştır. TC devletinin kadınları korumak gibi bir misyonu yoktur, bunu görev edinmez, kuruluş kodları gereği de edinemez. O ailenin kutsallığı ve kadının aile içindeki görevleriyle ilgilenir. Açıkçası 6284 kadınların güvencesi olamaz, kadınların güvencesi kadın kurtuluş mücadelesidir. Bütün bunlarla beraber erkek egemen yargı sisteminde açılmış her gedik, yürünmüş her yol ve kazanılmış her hak kadın kurtuluş mücadelesinin kazanımlarıdır. Bu kazanımları savunmak da mücadele yürüten kadınların görevidir. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun, yılların mücadele birikiminin bir yansımasıyken bugün erkek egemen devlet buna karşı geliştirdiği saldırılarla mücadelenin gerilemesini hedeflemektedir. Kadın kurtuluş mücadelesi dünya genelinde yükselişte ve Türkiye’deki kadınlarla da buluşarak yükselmeye devam ediyor. Kadınlar omuz omuza olmanın verdiği güvenle, devletin her türden gerici ve kadın düşmanı politikalarının karşısında durmaktan çekinmemektir.
Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası Madde 2: “Türkiye Cumhuriyeti (…) bir hukuk devletidir.” Hiçbir gerçekliği yansıtmayan bu madde erkek egemen faşist karakterli devletin kendini teşhiridir. Erkek egemen devlet ve yargısına karşı atılan her slogan, yapılan her eylem biz kadınları, kadın kurtuluş mücadelemize daha sıkı bağlamaktadır. Hesap sorma bilinciyle kinimiz daha da büyümektedir. Yalnız değiliz, yalnız yürümeyeceğiz.