“Tarih, her biri bir önceki nesiller tarafından kendisine aktarılan materyali, sermaye kaynaklarını ve üretici güçleri kullanan, böylece, bir taraftan geleneksel faaliyeti tamamen değişmiş koşullarda devam ettirirken, bir taraftan da tamamen farklılaşmış bir faaliyet yoluyla eski koşulları değiştiren ayrı ayrı nesillerin birbiri ardı sıra sahneye çıkmasından başka bir şey değildir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 52) ilkel anaatalarımızdan devraldığımız ilkel bilinçten modern toplumların insanın bugünkü bilincine nesiller boyu devralıp belli yönleriyle devam ettirdiğimiz farklı faaliyetlerimizle tamamen değiştirmeye hedeflediğimiz bir topluma doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Bu yürüyüşte ne tek başına bir kişi ne de tek başına bir cinsiyet kimliği olarak yol alıyoruz. Yürüyüşümüze niteliğini veren bilincimiz toplumu oluşturan tüm kesimleri etkileyen ve içine alan bir bağla şekillenmeye devam ediyor. Marks şöyle demektedir “Tek tek bireyler, ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukları ölçüde bir sınıfı meydana getirirler. Bunun dışında birbirlerinin rakipleri olarak karşıt saflarda yer alırlar. Öte yandan sınıfın kendisi yine bireylere karşı bağımsız bir varlık kazanır, öyle ki, yaşam koşullarını önceden belirlenmiş bulurlar; yani sınıf, yaşam içindeki konumlarını, dolayısıyla da kişisel gelişimlerini belirler, onları kendine tabi kılar. Bu, tek tek bireylerin iş bölümüne bağımlı hale gelmesiyle aynı fenomendir; bu fenomeni ortadan kaldırmanın tek yolu ise mülkiyeti… ortadan kaldırmaktır.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, s. 59) Kadınla erkek ve diğer kimlikler bir sınıflı toplumun içine bir sınıfa ait olarak dünyaya gelmekte tüm faaliyetleri bu sınıfsal olgular içinde gerçekleşmektedir. Bundan bağımsız bir var olma gerçekliği söz konusu değildir. Kadınların cinsel sömürüsünün altında yatan sınıfsal gerçeklik bu yönleriyle kavranmalıdır. Aksi takdirde “özel mülkiyet bilincinin” sadece erkek de geliştiği düşüncesinden tutalım da kadının “barışçıl” olduğuna, erkeğin savaş yanlısı olduğundan kadın tanrıçalığına savunulur. Kadınları katleden, her gün, her an, her koşulda kadınlara şiddet uygulayan böyle bir dünyaya ve topluma doğmuş bilinçleri bu olgularla şekillenmiş erkeklik kavramları anlamını bulamaz. Bu sebeple “erkek neden kadına şiddet uygular” sorusu sorulduğunda “erkek olduğu için” yanıtı verilir duruma düşülür. Bu da kadına yönelik şiddeti ve nihayetinde onun nedeni olan cinsiyet eşitsizliğini ve cinsiyet eşitsizliğinin nedeni olan sınıflı toplum gerçekliğini gölgeler. Biz gölgelerle mücadeleyi reddediyoruz. Gerçek düşmanımızın artaerkil-burjuva-feodal düzenin sahipleri olduğunu vurguluyoruz. Bunun için her alanda kadına yönelik şiddeti durdurmak için esas düşmanlarımızı gözden kaçırmadan mücadele etmenin zorunluluğunu vurguluyoruz.
ATAERKİL-BURJUVA-FEODAL DÜZENİ YIKALIM, KADINA YÖNELİK ŞİDDETE SON VERELİM!
İlkel komünal toplumlardan köleci toplumlara, köleci toplumlardan feodal toplumlara ve kapitalist toplumlara doğru insanlığın ilerleyişi daha “iyi” daha “insancıl” daha “ileri” olandan daha “geri” olana doğru değil daha geri ve gelişmemiş olandan daha gelişmiş olana doğru hareket etmeye devam etmektedir. Proletaryanın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte de bu ilerleyiş daha üst düzeyde bir toplumu yaratma deneyimlerini geliştirmiş ve biriktirmiştir. Kendiliğinden gelişen bilinç kendisi için bilincin gelişmesine neden olacak toplumsal, tarihsel koşulları ve özneleri yaratmıştır. Cinsiyet eşitsizliği de böyle kavranmalıdır. Cinsiyet eşitsizliğinin sonuçları değerlendirilirken nedenlerini ortadan kaldırılacak bir strateji benimsenmelidir. Kadına yönelik şiddet iş bölümünün gelişimine bağlı olarak ilerlemiş üretim ilişkilerinin değişimine göre şekil almıştır, bu sebeple her toplumsal alt yapının durumuna göre biçim alarak hareketini sürdürmektedir. Hareketin niteliği cinsel sömürüye kesin kes son verecek tüm temelleri ortadan kaldırmakla mümkün olacaktır. Köleci toplumlardaki kadına yönelik şiddet, feodal toplumlarda aynı biçimde devam etmemiştir. Çünkü gelişen toplumsal bilince göre şekil alan durum hareketini sürdürmektedir. Örneğin Türkiye gibi yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülke ile kapitalist bir ülkede yaşanan kadına yönelik şiddet özü aynı olsa da değişiklikler göstermektedir. Feodal üretim ilişkilerinin halen çözülmediği Türkiye’de kadına yönelik şiddetin gerekçeleri “yemeği neden geç getirdin”, “sokağa neden çıktın”, benden boşanamazsın”, “o adamla niye konuştun”, “başını niye açtın”, “eteğinin boyu niye kısa”, “namusumu lekeledi”, “çorbanın tuzunu az atmıştı” vb.dir. Kadına yönelik erkek tekil şiddetine baktığımızda karşımıza erkeğin kimliğinden çok toplumsal yapının nasıl bir durumda olduğunu, toplumsal bilincin nasıl bir gerçekliğe sahip olduğunu hemen görebiliriz. Yani verili toplumsal koşullar incelendiğinde kadının da erkeğin de nasıl bir toplumsal konuma sahip olduğunu görebiliriz. Gelişmiş toplumlarda ortaya çıkan kadına yönelik şiddetin esas olarak yine bu ilişkilere dayanarak geliştiğini anlayabilir ve açıklayabiliriz. Mesela Afganistan örneği, yakın zamanda kamuoyuna yansıyan kadın düşmanlığı konusunda cinsiyet eşitsizliği ve sistem gerçeğinin tipik, en yakın verilerini bize sunmaktadır. Kadınlara burka giydirmek, herhangi bir gerekçe ile kırbaçlamak, alınıp satılan bir meta olarak görmek, içinde bulunulan toplumsal yapı yani üretim ilişkileri ve üretim ilişkilerinin gelişimine bağlı gelişen insan ve toplum yapısı karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak; bir sınıfın bir başka sınıfı sömürüsüne dayanan emperyalist-kapitalist sistemin esas olarak kadınlara gerçek bir özgürlük ve eşitlik sunmadığını/sunamayacağını sistemin niteliğinin eşitsizlikler üreten karakterinin zaten buna olanaklı olmadığını söyleyelim. Yine tüm bu olguları tek tek erkeklere yönelen bir öfke ile de ortadan kalkmayacağını vurgulayalım. Cinsiyetlerin yani bir bütün insanlığın kurban edildiği gerçeklik, sömürücü bu düzenin tek yol ve kaçınılmaz tek sonuç olduğu görüşüne dayanıyor. Kadına yönelen şiddete baktığımızda, tek tek erkelerde gelişen fikirler de gıdasını bu anlayıştan alıyor. Gelişen bilinçle birlikte her gün “nasıl olur”, “yok artık” dediğimiz şiddet gerçekliği bu toplumsal yapı içerisinde “normal”, “olması zorunlu olan” olarak sunuluyor, kadın ve erkek kimliği bu toplumsal yapı içinde şekilleniyor. Bu yapı ataerkil-burjuva-feodal düzenin dayandığı temeller olarak karşımıza çıkıyor.
Peki bütün bunlar karşısında başta kadın hareketleri olmak üzere sömürü düzenine karşı duran kesimler ne yapmalıdır? Burada öncelikle diğer sayılarda ifade etmeye çalıştığımız yanlış anlayışlar karşımıza çıkmaktadır. Bizde “sisteme karşıyız”la başlayan ancak düşmanını doğru belirleyemediği için eninde sonunda düzen içine çekilen hareketler, kadın kurtuluş mücadelesini etkisi altına almıştır. Ya da düzene karşı olunduğu söylenirken erkeği ortadan kaldırmak gerektiği düşüncesi yine gerçek düşmandan uzaklaşmaya yol açarak şekillenmektedir. Öncelikle “sisteme yönelelim” düşüncesi soyut bir biçimde kavranmakta daha da ileriye giderek uzak, ulaşılamaz bir hedef olarak görülmektedir. Bu sebeple daha yakındaki hedefler; erkek (hadi biz onan “erkeklik” diyelim) baş düşman olmaktadır. Bu sebeple şiddeti erkekte aramakta ve çözümü de “çekingence” (çekinmeden söyleyenleri ayırıyoruz) de olsa erkeğin ortadan kaldırılmasında bulmaktadır. Bütün bu anlayışlar esas olarak kadına yönelik şiddeti “çözülemez” bir sorun olarak gördüklerinin ispatı niteliğindedir. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın bir cinsiyet kimliğinin fiziksel olarak ortadan kaldırılmasını barındırmaktadır. Biz ise kadına yönelik şiddetin çözülebilir bir çelişki olduğunu ifade etmiştik. Düşmanımızı doğru kavrayarak mücadele stratejisi benimsememiz gerektiğini söylemiştik. Buraya kadın hareketinin devrimci olmak zorunda olduğunu da ekleyelim.
Biz sisteme yönelmenin zorunlu olduğunu söylerken sistemin en örgütlü yapısı olan devlet gerçekliğini kavramayı da zorunlu görüyoruz. Yani soyut olarak görülen, uzak ve ulaşılamaz olarak kavranan ve nihayetinde “çözülemez” kıskacında kalan yerde hakim sınıfları ve hakim sınıfların iktidar organları bulunmaktadır diyoruz. Kadına yönelik şiddetin kökeni sınıfsaldır. Kadınların gerçek kurtuluşunun yolu da bu sınıf mücadelesinin zaferiyle mümkün olacaktır. Bu sebeple kadına yönelik şiddet bir iktidar sorunudur ancak tek başına erkeğin ya da kadının iktidarı meselesi değil hangi sınıfın iktidarı olduğu sorunudur. Bunun için kanlı mücadelelere sahne olan sınıflar mücadelesinin zaten cinsiyetler arası ilişkilerle bağlantılı şekillenişini güçlü şekilde kurmalı, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi sınıf mücadelesi ile güçlü bağlar kurarak örgütlemeliyiz. Kadına yönelik şiddetle mücadelede cinsiyet eşitsizliğine zorlu, uzun ve kanlı bir mücadele ile son verileceği bilinci ile kadın kitlelerini bu zorlu mücadeleye katmalı/kazanmalıyız.
(Bitti)