‘Yaşamı belirleyen bilinç değil bilinci belirleyen yaşamdır’; o halde tarihi ‘görgücülerde olduğu gibi ölü olgulardan meydana gelen bir toplam olmaktan ya da idealistlerde olduğu gibi düşsel nesnelerin düşsel bir faaliyeti olmaktan’ çıkaralım. Toplumsal cinsiyet kapsamında yapılan tarih araştırmalarını kurgusal tarih anlayışından kurtararak cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olan kadına yönelik şiddeti nesnel zeminde kavrayalım.
Cinsiyet eşitsizliği insanlık tarihinin en ücra köşelerine kadar uzanan, tarihsel ve toplumsal kökleri derin bir çelişki olduğundan cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olan kadına yönelik şiddet de böyle köklü bir tarihe sahiptir. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin kökenlerine inerken “cinsiyet eşitsizliği sınıflı toplumların bir ürünüdür ve özel mülkiyetle başlamıştır” denilip geçilemeyecek bir niteliği ele aldığımızı bilmemiz gerekir. Kadına yönelik şiddetin erkeğin eylemi ile sınırlı olmadığını, bu şiddetin bir düzeneğin parçaları gibi işlediğini ve kendisinin de sistemleşerek geliştiğini görüyoruz.
Engels “bir vasiyetin yerine getirilmesi” olarak tarif ettiği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde şöyle demektedir:
“Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek-gücünden yararlanabilme olanağı, sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal ögeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için, bunların arasındaki bağdaşmazlık bir devrimin sonucu verene kadar var güçleriyle etkide bulunurlar.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s, 12)
ŞİDDET ŞEYLER ARASINDAKİ ÇELİŞKİLERİ ÇÖZME YÖNTEMLERİNDEN BİRİDİR
Kadına yönelik şiddet de karşımıza “bağdaşmazlık” içeren bir mücadelenin yansıması olarak çıkmaktadır. Egemen olanın “hakkı” olarak görülen, bu kapsamda normalleştirilip uygulanan bir eylemdir şiddet. Ge
nel olarak şiddet ise nereden bakılırsa bakılsın tarihin her aşamasında çelişkileri çözme yöntemlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Biz şiddeti erkeğin tekelinde bir eylem olarak değil şeyler arasındaki çelişkiyi çözme yöntemlerinden biri olarak kavrıyoruz. Dolayısıyla kadın ve erkek cinsinin oluşum sürecinde şiddetin iki yönlü de var olduğunu söylüyoruz. Bugün insan dediğimiz ilkel ana-atalarımız her ne kadar şiddet kavramını, bugün anladığımız anlamda “iyi” ya da “kötü”; “haklı” ya da “haksız” gibi tanımlara varılacak biçimde yargılama bilincine sahip olmamışlarsa da birbirlerine, doğadaki canlılığa veya canlılara karşı kullandılar. Elbette kendileri de şiddete maruz kaldılar; şiddet onlara karşı da kullanıldı. Yaşamın sürdürülmesi, barınma alanlarının korunması, yavruların korunması, gelecek nesillerin yaşayabilmesi, beslenmenin devam etmesi, üremenin devam etmesi veya kendi üreme eyleminin gerçekleştirilmesi vb. bütün bu çelişkilerde ilkel insandan bugünkü insana şiddet, çelişkinin çözülme yöntemi olarak uygulandı, öğrenildi, geliştirildi. Bir türün başka bir türe, bir cinsin başka bir cinse, bir canlının başka bir canlıya, bir topluluğun başka bir topluluğa, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı kendi çıkarlarını korumak amacıyla uyguladığı eylem olarak ilerledi. Ancak üretim ilişkilerinin gelişimine bağlı olarak toplumların gelişiminde belli bir sınıfın ve aynı zamanda belli bir cinsin hâkimiyeti altında varlığını sürdürmeye devam etti.
KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN TARİHSEL VE TOPLUMSAL OLARAK GELİŞMESİ
Kadına yönelik şiddetin kökeni cinsiyet eşitsizliğine dayanmaktadır. Bu sebeple kadına yönelik şiddetin kökenini incelerken esas olarak cinsiyet eşitsizliğinin kökenlerine vurgu yapıyoruz demektir.
Bilindiği gibi kadın hareketinin popüler, önemli yazarları tarih araştırmalarının “mantığını” -çıkış noktası da denebilir“bugüne kadar tarihi avcılar yazdı; kendi tarihimizi yazmak zorundayız” anlayışıyla geliştirdi. Elbette bu anlayışın haklı bir yanı vardı; çünkü kadın üzerindeki, yaşamın her alanında olduğu gibi ilk köle olmasından doğan ve gelişen haksızlık, tarihteki varlığının da esas olarak inkâr edilmesi biçiminde sistemli bir politikayla şekillendi. Ataerki, kadını tarihten dolayısıyla insanlığın hareketinden silerek onu tarihte etken değil edilgen bir nesne olarak konumlandırarak ürettiği haksızlığı tüm bir tarihe yaydı. Kadının tarihini yazmaktaki tepkisellik de
buna karşı gelişiyordu. Ancak kısaca şunu söylemek gerekir; cinsiyet eşitsizliğine karşı gelişen bu tepkiye hak versek de tarih incelemeleri düşsel olgularla, istek ve beklentilerle, hayal ve inançlarla yapılamaz. Bilimsel olmak objektif davranmayı şart koşar. Bu objektivite kuşkusuz haklı olanın, tarihin ilerlemesi yönünde hareket edenin taraflılığına mahkûmdur; bununla beraber bu taraflılık bilime aykırı davranmayı içermez…
Başta feminist akımın temsilcileri olmak üzere bundan etkilenen tüm çevreler “kadının tarihini” yazarken karşıtının reddettiği olgulara sıkı sıkıya tutunarak bir “kadın tarihi” geliştirmeye çalıştı. Bunu yaparken burjuva sınıfların dünya görüşünden kop(a) madı, onun metodunu bilinçli ya da “bilinçsiz” benimsedi. Tarih avcıların elinden alınırken avcılarla-toplayıcıların ortak tarihi (bunun yerine “gerçek tarih” demek daha doğrudur) tahrif edildi. Erkek egemen burjuva-feodal düzen kadının “eksik etek” olduğu, “saçı uzun aklı kısa” olduğu şahitliğinin dahi geçerli olamayacağı saçmalıklarla kendini tahkim edip “erkeğin doğuştan yönetme kabiliyeti ile doğduğu”, “güç ve kudret timsali” olduğu gibi argümanlar sunarak erkek egemen tarih yazıcılığına soyunuyordu. Görülüyor ki tarihteki gerçeklerden, gerçek insanlardan yola çıkılarak bir açımlama yapılmıyordu. İnsanın yerine doğa özneleştiriliyor; henüz bilimler gelişmemişken ve doğa insan için bilinmezlerle doluyken olduğu gibi “doğaüstü doğa türküsü” tutturuluyordu. Feminist yazarlar ise buna tepki olarak geliştirdikleri argümanlarla karşı saldırıya geçerken çok da bilimsel olma kaygısı gütmüyorlardı doğrusu.
Marks, Alman İdeolojisi’nde özetle şöyle demektedir. “(İ)nsanları verili toplumsal bağlamları ile onları var eden mevcut yaşam koşulları içinde” değerlendirme yapmadığımızda “gerçekte var olan insana” ulaşılamaz. Yani “insanla insan arasında” aşktan ve dostluktan başka bir “insani ilişki” bilmez, üstelik bunları da idealize eder” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, 51) hale geliriz. Bu sebeple biz cinsiyet eşitsizliğinde çelişkinin iki yönünü de ortaya koyan bir yaklaşımla inceleme yapmak gerektiğine özel vurgu yapıyoruz. Böyle yapılmadığında tarih açındırma çalışmalarının boş inan ve ıvır zıvır ayrıntılarla, düşsel olgularla kurgusal bir hale dönüştüğünü söylüyoruz. Konunun can alıcı noktası şurasıdır; iki dünya görüşünün temel farkı şu yaklaşımda açığa çıkmaktadır: Metafizik yöntemle yapılan incelemelerde kadınla erkek arsında gelişen eşitsizlik kadının iktisadi olarak baskı altına alınmasının nedeni olarak görülmektedir. Çünkü orada her şey önce düşüncede vardır. Oysa, tarihsel diyalektik materyalist yöntemde kadın-erkek arasındaki eşitsizlik, kadının iktisadi baskı altına alınmasının nedeni değil sonucudur. Engels şöyle açıklamaktadır: “Kadın-erkek arasında, daha önceki toplumsal durumlardan bize miras kalmış bulunan eşitsizlik, hiçbir zaman, kadının iktisadi baskı altında oluşunun nedeni değil sonucudur” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 87) Kadın-erkek arasındaki cinsiyet eşitsizliğine dayalı gelişen kadına yönelik şiddetin kökenini bu sebeple kadının iktisadi olarak baskı altına alınması sürecine doğru irdelemek gerekiyor. Toplumların gelişmesi içerisinde kadınların kaybettiklerine, erkeklerin kazandıklarına baktığımızda kadınların esas olarak kaybettiği şeyin sadece cinselliği olmadığını (elbette cinsellik, kadın merkeze konarak tek taraflı olarak kısıtlanmıştır ve kısıtlamanın da nedenleri toplumsal yaşamda gelişen değişmelerle şekillenmiştir) esas olarak toplum yaşamında var olmanın, toplumsal yaşamdaki konumun belirlenmesinin temeli olan üretim ilişkileri içerisindeki yerini kaybetmiştir.
Araç kullanımının hayvandan insana geçişimizde etkisi artık inkâr edilemez, bilimsel bir bilgidir. Yine iş bölümünün ortaya çıkması ve gelişmesi ile birlikte insanın toplum halinde hareket etmeye başlaması, toplumsallaşmaya bağlı olarak daha ileri düzeyde iş bölümünün gelişmesi ve üretim fazlasındaki birikimin özel mülkiyeti geliştirmesi ve mülkiyet bilinci ile birlikte gelişen ‘buna kimin hâkim olacağı’ sorunu toplumsal yaşamı belirleyen, insanla insan arasında ve kadın-erkek arasındaki ilişkiyi belirleyen durumu açıklamaktadır. Daha önce cinsel farklılık, iş bölümünde kendiliğinden bir şekilde etken olurken özel mülkiyet bilincinin gelişmesi ile birlikte açığa çıkan iş bölümü ise cinselliği sistemli bir biçime doğru değişmeye “zorunlu” kılmıştır. Açığa çıkan özel mülkiyet bilinci, özel mülkiyete kimin hâkim olacağı sorununu doğurmuş, bu süreç çetin mücadelelerle ilerlemiş ve nihayetinde kadın bir yanda üretim ilişkileri içerisinde toplumsal etkinliğini yitirirken kendisi de toplum içindeki rolleriyle bir metaya dönüşmüştür. Bu savaşta kadınların ellerini kollarını kavuşturup beklemedikleri bilinmelidir, kadınlar uzun bir zamana yayılan zorlu mücadeleler vermiş olmalıdırlar. Çünkü iş bölümü ile açığa çıkan mülkiyet bilinci sadece erkekte gelişmiş olamaz.
(Devam edecek…)