Kadına Yönelik Şiddeti Önlemede Erkek Egemen Devlet

Kadın yaşamı mücadele dolu bir yaşamdır. Kadın, ezilen cins kimliğinden dolayı bu mücadeleyi süreklileştirmiştir. Toplumsal cinsiyet rollerinde kadının kendini savunma hali de “pasifize” edilme saldırısı altındadır. Erkeğin güçlü, kadının güçsüz ve güçsüz olduğu kadar da “savunmasız” olması istenmektedir. Erkek egemenliği zor yoluyla kendini savunabilirken/saldırırken kadın sığınarak, terk ederek, “kaçarak”, sessiz kalarak kendini savunmak zorunda kalmaktadır. Aksi bir durumda roller değişecek ve erkek egemen düzen yıpranacaktır. Bu nedenle erkek egemenliği mevcut hâkim anlayışın devamlılığını sağlamak için baskı ve zor araçlarını kullanmaktan geri durmamaktadır. Bu araçlar bazen yargı, polis, eğitim kurumları, kimi gerici kurum ve kuruluşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. 

KADINLARIN YAŞAMINDA ERKEK EGEMEN DEVLETİN DURAKLARI

Coğrafyamızda şiddet gören bir kadının devletle ilk karşılaşması korunmak için gittiği karakollarda olmaktadır. Erkek şiddetine, taciz ve tecavüze uğrayan bir kadın karakola gittiğinde kendisinin korunmasını, şiddet uygulayanın da cezalandırılmasını talep etmektedir. Fakat karşısına erkek egemen devletin “koruyucusu” dikilmektedir. “Ne yaptın da şiddet gördün, o saatte orada ne işin vardı, alkollü müydün, üstünde ne vardı?” gibi soru saldırısıyla kadınlar yıldırılmakta ve birçoğu şikayetçi olmaktan vazgeçmektedir; çünkü devletle ilk karşılaşmasında maruz kaldığı şiddet nedeniyle yargılanarak suçlu ilan edilmektedirler. Bu suç “erkek egemen düzene karşı gelme” suçudur. Devletin “korunaklı alanından” çıkan kadın, şiddet ortamına geri dönerek şiddet görmeye devam etmektedir. 

Eski adıyla kadın sığınma evleri, yeni adıyla “kadın konukevleri” de kadınların şiddet gördüğünde çalacakları bir kapı(!) olarak sunulmaktadır. Kadının fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddet gördüğünde bu konukevlerinde kalabileceği söylenmektedir. Fakat ülkemizdeki milyonlarca kadın için yalnızca 145 kadın konukevi bulunmaktadır. Konukevlerinin kapasitesi ise 3 bin 482 kişi ile sınırlıdır. Şiddet mağduru kadınların hem güvenliğini hem de yaşama katılımını sağlamayı amaçladığını belirten bu konukevleri, buralarda kalan kadınların deneyimlerine göre “hapishane” olarak nitelendirilmektedir. Telefon kullanımının yasak olduğu, dışarı çıkmanın izine tabi olduğu (kadınların güvenliği alınmaksızın) belirtilirken sosyalleşme ve hayatın akışına dahil olabilecekleri alanların çok sınırlı olduğu bilinmektedir. Yine burada kalan kadınların deneyimlerine göre konukevlerine “sığınan” kadınların çalışanlar tarafından küçümseyici, suçlayıcı şiddet diline maruz kaldığı belirtilmektedir. Çok sayıda kadın, konukevlerinden ayrılarak şiddet gördüğü eve geri dönmeyi “tercih” etmektedir. Nihayetinde bu şiddet devletle iç içe, onun politikaları etrafında şekillenmektedir. 

Ülkemizde çoğu kadın sahip olduğu hukuki hakları bilmemektedir. Bu ülkemizin yarı feodal yapısıyla da alakalıdır; gerici toplumsal yasalar hukuki hakların önüne geçerek işlevini azaltmıştır. Örf, adet, töre, toplumsal cinsiyet rolleri belirleyicidir. Kadının hukuki haklarını bilmesi bir anlamıyla -yargının erkek egemen niteliği nedeniyle- karşılıksızdır. 

İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle beraber 6284 sayılı kanuna da saldırılar başlamıştır. Kadın kurtuluş mücadelesinin ivme kazandığı ve kadın kitlelerindeki bilinçlenmenin arttığı dönemlerde devletin bu yönlü saldırıları olmuştur, olmaya devam edecektir. Yargının erkek egemen devletle olan bağı maskelenemeyecek bir düzeye erişmiştir, ona hizmet etmektedir. Sözleşmenin feshedildiği ay 28 kadın katledilmiştir. Bunun üzerine açıklama yapma gereği duyan AKP Kayseri Milletvekili Hülya Atçı yüzü bile kızarmadan “Hiç mi kadınların payı yok bu şiddette” diyerek katledilen kadınları suçlamıştır.

Boşanmak isteyen kadınların mahkeme salonlarında “yargılanma” süreci de yargının erkek egemen niteliğini gün yüzüne çıkaran süreçlerden biridir. Boşanmak istemeyen erkek duruşmalara katılmadığı sürece mahkeme ertelenirken kadın “evliliğe” mahkûm edilmektedir. Boşanma sürecinde mal bölüşümü, nafaka hakkı, çocukların vekaleti, barınma sorunu gibi bir dizi yükü kadının düşünmesi gerekmektedir; çünkü devlet boşanan kadının bunları göze alması gerektiğini her fırsatta dile getirmektedir. Nafaka hakkına yeni düzenleme getirileceği konuşulurken zaten devlet yardımından çok sınırlı faydalanabilen kadınlar ekonomik bir saldırıyla karşı karşıya kalarak boşanmayı en son seçenek olarak düşünmektedir.

Yargı, devletin erkek egemen niteliğinin devamlılığı için kadınların kalemini kırarken şiddet faillerini korumayı da ihmal etmemektedir. Çocuk istismarcıları, kadın katilleri, tacizci ve tecavüzcüler kimi zaman tutuklanmamakta kimi zaman da ödül gibi cezalarla birkaç ay içinde tahliye edilmektedir. Tahliye olan şiddet failleri ise ilk iş olarak hakkında şikayetçi olan kadınları bulmaktadır. 

KORONA TEDBİRLERİ KAPSAMINDA İZİNLİ KATLİAMLAR

Hapishaneden koronavirüs tedbiri kapsamında izinli çıkan tutukluların evli ya da boşanma aşamasında oldukları kadınları katletmeleri özellikle bu ay gündeme gelmiştir. Hatta bazen failin hapishaneden çıkmasına bile gerek yoktur. Devletin kendini “en güçlü” ilan ettiği yer olan hapishanelerde 2015 yılında Leyla Avcı, Metin Avcı tarafından “pembe oda”da meyve bıçağıyla katledilmişti! 

Geçmişten günümüze katbekat artarak devam eden kadın cinayetleri tesadüf değildir. Tutuklanan faillerin bir kısmının daha önceden de suç geçmişleri olduğu bilinmesine rağmen açık hapishanelerden izin verilmekte ve devlet eliyle kadın katliamlarının önü açılmaktadır. Örneğin, 2021’in mayıs ayında ise koronavirüs tedbirleri kapsamında serbest bırakılan ve birçok suçtan sabıka kaydı bulunan ayrıca hakkında uzaklaştırma kararının da olduğu bilinen Mehmet Erdoğan, Zeynep Erdoğan’ı katletmiştir. Zeynep Erdoğan’ın katledilmeden 6 ay önce kasten yaralama suçundan Mehmet Erdoğan’a dava açtığı öğrenilmiştir.

Bu yılın nisan ayında basına yansıyan kadarıyla dört kadın hapishaneden izinli çıkan failler tarafından katledildi. 5 Nisan’da Elâzığ’da Fırat Alan, pandemi nedeniyle hapishaneden izinli çıkıp gittiği evinde eşinin annesini ve kardeşini katletti. 11 Nisan’da Elif Göbelek ertesi gün ise yine Adana’da Elif İyik katledildi.

Son zamanlarda gündeme gelen seçimler dolayısıyla da kadın cinayetleri iktidar tarafından oy toplama aracı olarak kullanılmaya başlandı. Geçen günlerde Erdoğan’ın şiddet gören kadınların yakınlarıyla iftar yapması ve cinayetlerin önlenmesi için “çok daha iyi uygulamalar” geliştirecekleri söylemi, kaybettiği gücünü yeniden kazanmak için verdiği boş vaatlerden ileriye gitmemektedir. 

Devlet, kadın katliamlarını önlemek için hiçbir girişimde bulunmamakta, devletin yargısı katillere işlememektedir. Tepki çekmemek adına göstermelik cezalar verilmekte, bu cezalarda da sonradan indirime gidilmekte ya da af kapsamına dahil edilmektedir. Buradan da anlaşıldığı üzere devletin tüm mekanizmaları kadınların katledilmesine göz yummakta, mücadele eden kadınları da yargısıyla, şiddetiyle engellemeye çalışmaktadır. Bu şiddet döngüsü ancak örgütlü mücadele ile bertaraf edilebilir.