Cinsiyet eşitsizliği mücadelesi ya da kadın kurtuluş mücadelesi denildiğinde “tüm toplumun” aklına ilk feminist mücadele gelmektedir. Bu kadın kurtuluş hareketinde feminist çizgide tekelleşme anlamına gelmektedir ve YDK olarak etkin ideolojik mücadele konularımızdan birisidir. Bunun muhakkak ki bir nedeni vardır ancak biz bu yazımızda bu durumun nedenlerine ilişkin bir değerlendirmede bulunmayacağız. Bunun nedenlerinin incelenmesini başka bir yazının konusu olarak saklı tutuyoruz. Biz güncelde bunun yansımalarını ve karşılaştığımız kimi sorunlara değineceğiz, bunu da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla İstanbul Taksim’de örgütlediğimiz eylem üzerinden yapacağız.
Bu anlamda kadın kurtuluş mücadelesinde karşılaştığımız sorunlara, mücadelenin gelişen ve tartışılması gereken yanlarına ilişkin geniş bir tartışma birikimimizin olmadığını ifade ederek başlamak faydalı olacaktır. Ne yazık ki kadın kurumlarıyla mücadele içerisinde etkin ideolojik mücadelenin yansıması olan polemikler yürütemiyoruz. Her ne kadar çok çeşitli gündemlerde sorunlarımıza, kadın hareketine etki eden anlayışlara ilişkin değerlendirmelerde bulunsak ve eleştirilerimizi ortaya koysak da çoğunlukla kadın hareketi içerisinde muhatap “bulamıyoruz.” Küçük-burjuva kibirle, “bu işten biz anlarız” tavrıyla eleştirilerimizin önemsenmediği bir olgu iken ve bunun altında ideolojik nedenler varken duymazlıktan gelme, sessizliğe boğma yöntemleriyle eleştirilerimizin geçiştirildiğini görüyoruz. Ancak bu tablonun bizi korkutmadığını bu konuda ideolojik mücadeleden taviz vermeyeceğimizi ifade edelim.
YDK olarak kadın hareketi cephesinde, kadın kurtuluş mücadelesi içinde açığa çıkan sorunlara dair tartışmalara; polemiklere özel önem veriyoruz. Eleştirilerin sorunsallaştırılmaması ile karşı karşıyayız demiştik ve başta devrimci hareketler olmak üzere demokrat, ilerici tüm kadın hareketlerinin bu durumu sorun etmesi gerektiğine inanıyoruz. Peki neden kadın hareketine ilişkin sorunlar görmezden gelinirken eleştirilerimiz geçiştiriliyor ya da umursanmıyor? Yanıt; zaten elde belli ölçülerde bir kadın kitle hareketi olması ve kadın kurumlarının bu kitlenin duyarlılığını belli sınırlar içinde yani sistemin izin verdiği ölçüde, sınıf uzlaşmacı bir çizgide kontrol etmeyi kendine iş sayıyor olmasıdır. Bu durum kitle hareketinin devrimci çizgide gelişmesini engellerken ve devrimcilerin bu harekete önderlik edemeyişini ortaya koyarken yeniyi ve daha ileriyi yani devrimci olanı yıkıcı ve yaratıcı olanı aramadan sür git devam eden bir tekerrüre dönüşme tehlikesi yaratmaktadır. Bu “tekerrürün” yansıması olarak “kendi kendine yeten”, “var olanla geçinen” anlayışların kökleşmesine yol açması ve kadınların gerçek sorunlarına gerçek çözümler üretmekten çok uzak bir durumu ortaya çıkarması önümüzdeki süreçte tartışmak zorunda olduğumuz temel gündemlerimiz olacaktır.
FEMİNİZMİN GİZLİ SLOGANI “KUTSAL BİREYSELLİĞE” KARŞI “YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELE!”
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle İstanbul Taksim’de örgütlenen eylemin örgütlenme sürecinden, eylem gününe ve eylemde polis saldırısıyla açığa çıkan durumdan daha önce “İstanbul Sözleşmesi”nin iptaline karşı örgütlenen sürece ve en son bizim de destekçisi olduğumuz Garibe Gezer’in katledilmesi ve Aysel Tuğluk’un serbest bırakılması için Kadınlar Birlikte Güçlü’nün (KGB) örgütlediği Kadıköy eylemine kadar tüm eylem birliklerinde açığa çıkan anlayışlara dair tartışmak öğretici olacaktır. Bütün bu eylemlerde eyleme önderlik eden anlayış “polisin izin verdiği ölçüde eylem yapma” olmuştur. Polis “müdahale ederiz” dediği andan itibaren alandan uzaklaşma eğilimi ile kitleye eylemi sonlandırma çağrıları yapılmıştır.
Biz YDK olarak 25 Kasım’ın örgütlenmesine kadın kurumları tarafından çağrılmadık ancak kadın kurumlarının 25 Kasım gündemli toplantı aldıklarını bilgisini süreci takip ederek öğrenmiş olduk. Yine Şehit Garebe Gezer için eylem çağrısı yaptığımızda KBG tarafından bir eylem örgütleneceğini öğrendik ve eyleme destekçi olarak katıldık. Öncelikle toplantılara doğrudan çağrılmamamızın ideolojik, politik nedenleri olduğunu biliyoruz. Bu nedenlerin başında da elbette tek tipleşmeye ve tekelleşmeye karşı geliştirdiğimiz tavrımız, tartışmalarımız ve eleştirilerimiz gelmektedir. 2021 25 Kasım tartışmaları daha önce de çokça gündem ettiğimiz “karma kurumlar”, “bağımsız feminist örgütlenmeler”, “örgütlü kadınlar”, “bağımsız kadınlar” gibi ayrışmaların gölgesinde bireysel, apolitik “kapışması” bağlamlarında ilerledi denilebilir. Eylem birliklerinin temel ilkelerinden, örgütlenme anlayışına damga vuran bu “kamplaşma” -tam bir kamplaşmadan da bahsetmek pek mümkün değil, burada dahi ideolojik, politik düzleme taşınamayan bu düzlemde ciddiyetle tartışılamayan alabildiğine kişiselleştirilen tartışmalar yürütülen bir tablo mevcut- “kadın alanının” ciddi tartışmalar yürütülen bir alan olmasının önüne geçmiş durumda kimi konular tartışılmaya demeyelim ama tartışılması için önerilmeye çalışıldı. Platformda bir yanda “kadın dayanışması”, “kız kardeşliğin” kutsanması, “birbirimiz için mücadele” söylemleri dillere pelesenk edilirken özde kendi gibi olmayan, kendi gibi düşünmeyen, sistematik olarak her yıl tekrarlanan olgu ve eylem anlayışlarını tartışmak isteyen kadınlara (kadın örgütlerine) tahammül edilemeyen bir durumdan bahsediyoruz. Bu sebeple platformun kendisini bir iktidar alanı olarak gören (her ne kadar kadın alanları iktidarsız alanlardır deseler de) ve burada çeşitli sebeplerle tahakküm oluşturan eylemi örgütleme komitelerinden, görseli hazırlayan teknik komiteye kadar her yıl aynı arkadaşların, aynı anlayışla, aynı tarzda, aynı içerikte kendini ve mücadeleyi tekrarın içinde tek tipleştiren çok yönlü bir sorun olduğu bir kere daha açığa çıktı. Kendisine benzemeyene tahammülsüzlüğünü kimi alaycı, kimi küçümseyici, yer yer dışlayıcı (dışlayıcılığın kapsamı oldukça geniş) yaklaşımlar kadın platformlarını, kadınların ve kadın kurumlarının ortak mücadelelerini baltalamaya, burjuva, küçük-burjuva, reformist, sistem içi anlayışların hüküm sürmesine büyük olanaklar sunmaya devam ederken, bu anlayışların kendi “derinliğinde” en çok “reddettiği” yaklaşımı hem de en çok önemsediği insanlara yani kadınların kadınlara uyguladığı bir politikaya dönüştürüyor. Bireysellik kutsanırken örgütlü kadınlar hele ki örgütlü davranan kadınlar bu platformlarda özel bir mücadele vermek zorunda kalmaktadır. Zira platformlarda hükmetmeye alışmış kimi kadınların temsil ettiği anlayışlar platform toplantılarına kurumlar adına katılan kadınlara dahi bireysel davranmayı dayatan böyle davranmadığında dışlayan bir şiddeti içine alan yaklaşımları sistematik bir politika olarak geliştiriyor. Biz bu anlayışların içine gömüldüğü bu gerçekliğin bir bilememe durumu olmadığını hatta çok sistematik bir biçimde uygulanan politikaları olduğunu söyleyelim. Kadın platformlarının içine düştüğü bu gerçeklik bu sebeple bir neden değil bir sonuç olarak kavranmalıdır. Toplantıya katılan tüm kadın ve kurumların göstermelik olarak eşit söz hakkına sahip olduğu iddia edilse de yukarıda ifade ettiğimiz yaklaşımlar bir hakimiyet kurma politikası olarak üretilmeye, yinelenmeye ve çeşitli yöntemlerle eleştirilerden kaçınılmaya çalışılan bir pratiği tarif etmektedir. Bu gerçeklikte platformlara “üzücü” bir biçimde damgasını vuran kadın dayanışması olmamakta, kadının kadın üzerinde, kadın kurumlarının kadın kurumları üzerinde tahakküm kurma yaklaşımları olarak anlaşılmalıdır.
Kendini tekrar eden eylem anlayışı yukarıda bahsini ettiğimiz tüm eylemlerde açığa çıkmıştır. Eylem anında açığa çıkan durumlar ise ibretlik bir niteliğe sahiptir. Taksim’de kitlenin önünün polis tarafından kesilmesi, kadınların demir bariyerlere her yıl aynı biçimde asılması birinci bariyer yıkıldıktan sonra plastik mermilerin sıkılmasıyla birlikte eylem komitesinin dağılma çağrısı yapması, bütün bunlar her yıl tekrarlanan olgulardır. Ancak bu yıl açığa çıkan şey eylem komitesi Karaköy’e gidiyoruz demesine rağmen kadın kitlelerinin “nereye gidiyorsunuz”, “her gün onlarca kadın öldürülüyor”, “öldürülüyoruz”, “yeter artık” diyerek yürüyüşte ısrar etmesi, kadın platformunu da eylem komitesini de düşünmeye, kendini sorgulamaya sevk etmelidir. Bizim cephemizden de bu durum geçerlidir. Devrimci kadın hareketinin sorumluluklarını yani çok yönlü devrimci görevlerini açığa çıkarmıştır. Bellidir ki kadın hareketine yön vermeye çalışan çeşitli feminist menşeili hareketler, bu hareketlere yedeklenen devrimci kadın kurumları ve bir kısım örgütsüz kadınlar, kadınların birikmiş olan devrimci öfkesini sistemin izin verdiği sınırlar içine hapsetmek istiyorlar. Ancak bizim görevimiz kadınların biriken öfkesinin gerçek düşmana yönelmesini sağlamak ve kadın kitlelerini devrimci çizgide örgütlemektir.
Sonuç olarak; biz kadın dayanışmasını kelimenin en devrimci haliyle anlıyoruz yani ezilen cinsin eylemde, direnişte, mücadelede birliğini, her türlü saldırıya karşı ortak duruşunu ve ortak düşmana karşı birlikte bedel ödeme iradesini ve dayanışma içerisinde saldırılara karşı birlikte direnme cesaretini anlıyoruz. Ancak cinsiyet eşitsizliğine karşı Yeni Demokratik Devrim perspektifiyle örgütlemeye çalıştığımız mücadelenin henüz bu anlayışı güçlü şekilde pratiğe uygulayan, bu anlamda açığa çıkan sınıf uzlaşmacı çizgiye karşı gelişip serpilen bir nitelikten de uzak olduğunu biliyoruz. Bu sebeple platformlara hâkim olan çizgiden genel olarak kadın kitle hareketinin mevcut durumunda kendi gerçekliğimizi ve sorumluluklarımızı da buluyor inceliyor, sorguluyoruz. Eleştirilerimizi ise bu sorumlulukla ele alınması gerektiğini söylüyoruz.