Kovid-19 salgını nedeniyle Türkiye’nin bir çok yerinde alınan “önlemler” kapsamında devlet salgını bahane ederek kendi erkek egemen anlayışını daha fazla saldırı sistemine oturtmuş durumda. Son olarak koronavirüsün yayılması nedeniyle hapishanelerdeki tutsakların sağlık durumu kapsamında ele alınan infaz yasası paketi meclisten geçti. Siyasi mahkumlar hariç tutularak bir kısım mahkumun serbest bırakıldığı infaz yasası paketi kadına yönelik şiddet faillerinin tahliye edilmesini daha kolaylaştırır bir hale getirdi.
Eşini bıçakladığı için cezaevinde olan Müslüm Aslan’ın infaz yasasından yararlanarak tahliye edildiği ve 9 yaşındaki kızını döverek katletlettiği basına yansımıştı. Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı infaz yasasını sonuçlarını gizlemek amaçlı yayınladığı açıklama ile durumun daha da vahim olduğunu gözler önüne serdi. Müslüm Aslan’ın infaz yasasından da önce tahliye edildiğini, yalnızca 5.5 ay tutuklu kaldığını belirtti. Kadına yönelik şiddetin ve cinayet teşebbüsünün infaz yasasıyla “sınırlı olmadığını, bu suçlar kapsamındaki tahliyelerin aslında sürekli bir politika olduğu da bir itiraf niteliğindeydi. Kadına yönelik cinayete teşebbüsün “ceza”sı yalnızca 5.5 aydı… Babası tarafından katledilen Ceylan Aslan’ın annesi Rukiye Mat son mahkemede Müslüm Aslan’ın serbest bırakıldığı gün Hakime’nin “Biz kendisini serbest bıraktık, eve git. Kocan da 15.00 gibi evde olur” dediğini belirtti. Bir diğer vaka ise eşine işkence eden ve infaz yasasıyla serbest bırakılan Ramazan İnanç’ın eşinin amcasını bıçaklamasıydı. Bu yasa ile birlikte erkek egemen devletin kadına yönelik şiddetin boyutunu ideolojik politik olarak bu pratikleriyle besleyip büyütmesi kadınların bu dönemde daha fazla saldırılar ile karşı karşıya geleceğinin göstergesidir.
Salgın sürecinde meclisten geçen 62 maddelik torba yasanın patronu koruduğu, yasayla beraber bu süreçte oluşan evden çalışma modellerinin kadının ev içi rollerini pekiştirme tehlikesi taşıdığı, kadının ev içinde görünmeyen emeğini daha da boyutlandıracağı açıktır. Kadınların kazancının eve “ek gelir” olduğu gerekçesiyle esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma koşullarına sahipler ve patronlar açısından ucuz emek gücü olarak görülmektedir. Salgının derinleştirdiği kriz sürecinde de işyerlerinde işten çıkarmalarda ilk vazgeçilenlerin kadın işçiler olacağı açıktır. Zaten normal çalışma yaşamında kadın işçiler ile aynı işi yaptıkları erkek işçiler arasında hem çalışma koşulları hem de ücret anlamında bir eşitsizlik mevcuttur ve yönetim kademelerinde de, işe alımlarda da öncelik erkeklere verilmektedir. Dolayısıyla bu süreçte işini kaybetme riski yaşayan kadınlar hem çok daha kötü koşullarda, esnek saatlerde çalışmak hem de toplumsal cinsiyet rolleri gereği omuzlarına yıkılan ev işlerini gidermek durumunda kalacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemin krizi koronavirüs salgını ile birlikte daha da derinleşmiştir. Bizimki gibi yarı feodal yarı sömürge ülkelerde ekonominin zayıflığı işçilerin ölümü pahasına üretimi sürdürmeyi hedeflemektedir. Uzunca bir süredir var olan ekonomik ve siyasi krizin yaygınlaştırdığı işsizlik bir dizi işçi intiharlarını dışa vurmuş, halk kitleleri ölüme alıştırılarak sessizliğini hapsetmiştir. Bunun yanı sıra en temel hak talepleri gözaltılarla, tutuklamalarla bastırılmaya çalışılmıştır. Halk kitlelerindeki bu “sessizlik” devrimci kurumlardan bağımsız değerlendirilemez. Bir yönüyle bu durumu Türkiye devrim hareketinin zayıflığı, var olan “devrimci” kurumların reformizm rüzgârına kapılması ve işçi sınıfını, halkı da bu rüzgâr yönüne doğru çevirmesi olarak değerlendirebiliriz. Kadın mücadelesi yürüten “devrimci” kurumlarda bu durumdan azade değildir.
Reformizmin her alana sirayet ettiği, yürütülen mücadelelerin yalnızca legal alanlarla sınırlandırılarak kitlelerin de buraya hapsedilmesi kadın mücadelesinde de gelinen noktanın gerçekliğidir. Son birkaç yıldır kurulmuş olan Kadınlar Birlikte Güçlü Platformu’nun salgın süresi içerisinde kadına yönelik şiddetin daha da yayınlaşmasıyla birlikte 175 kurumun imzacı olarak yer aldığı “İnfaz yasası ile salıverilecek kadına yönelik şiddet ve cinsel istismar failleri konusunda İstanbul Sözleşmesi’nin 56. Maddesi uyarınca kadınların ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete maruz bırakılan tüm diğer bireylerin bilgilendirilmesi yükümlülüğü polis, jandarma, bekçi muhtar vb. her türlü yolla yerine getirilmeli, güvenlik riski bildiren kadınlar yasal hakları konusunda bilgilendirilmeli, ihtiyaç duydukları desteklere acilen ulaştırılmalıdır” denen açıklama kadın mücadelesini ele alış, kavrayış, mücadele yönteminin sınırlarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Şiddete maruz kalan kadınları erkek egemen zihniyetin temsilcisi ve üreticileri olan devletin polisine, bekçisine, jandarmasına yönlendirmek kadının kurtuluş mücadelesine bakış açısıyla ilintilidir.
Binlerce kadının katledilmeden önce defalarca polise başvurduğunu, polisin ise “kocan o senin döver de sever de” mantığı ile kadınları geri gönderdiğini çoğu zaman ise gözaltına alıp bir iki saat içerisinde zanlının geri bırakıldığını bilmekteler. Onlarca devrimci kadın hapishanelerde, gözaltında devletin polisleri tarafından tacize tecavüze ve insanlık dışı işkencelere maruz kalmıştır. Bu anlayış kadınları celladının kollarına itmekten başka birşey değildir. Şüphesiz ki bunu kadının kurtuluş mücadelesini sınıf mücadelesinden kopuk görmek olarak değerlendirebiliriz. Kadının kurtuluş mücadelesini sınıf mücadelesinden bağımsız görenler devletin niteliğini kavramakta sorunlu bir bakış açısına sahip olmaktalar. Kadın mücadelesinde küçük burjuvazinin kararsız tavrını takınmakta, yer yer “sert” çıkışlar yaparken çoğu kez ise kadın düşmanlarından kadınları şiddetten kurtarabileceklerine dair bir beklenti içine girebilmekteler.
Kadınlar şiddete maruz kalırken hiçbir şey yapmadan duracak mıyız soruları yükselebilir. Kadın mücadelesini Marksist-Leninist-Maoist bakış açısıyla ele alan komünist kadınlar nasıl ki iki faşist blok olan AKP-MHP ve CHP-İYİP arasında bir yönlendirme yapmayarak bu blokların kitleler içerisinde teşhirini, kitlelere iki faşist bloka hapsetmemeyi önüne koyduysa bugünkü salgın sürecinde de kadına yönelik şiddet ve kadın kitlelerin yaşadığı bütünlüklü saldırı ve sömürüye karşı topyekün bir mücadele hattı örmeyi önüne koyacaktır. Öncelikle yaşanan baskı, sömürü ve şiddetin sınıfsal zeminini, ideolojik politik toplumsal kökenlerinin varolan erkek egemen sisteme ve devlete yönlendirmek, kitleler içerisinde bunun teşhirini yapmak ve varolan öfkeyi örgütlü mücadele zemininde ele almak için hareket edecektir. Kadın mücadelesini salt “erkek şiddeti” boyutuyla ele alıp erkek egemen sisteme ve devlete yönlendirmemek aksine “devlet aygıtlarından” yardım talep etmeyi önüne koyanlar bu sorunlu, düzeniçi anlayış ve yaklaşımla sınıfsız ve sınırsız topluma ulaşmanın kilometrelerce uzağında kalacaklardır. Kadınlar bu sorunlu yaklaşımlar çerçevesinde maruz kaldıkları şiddetin boyutunu daha fazla yaşayacak ve mutlak kurtuluşu gerçekleşemeyecektir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 30 Nisan 2020 tarihli 60. sayısından alınmıştır.