Devrimcilerin, komünistlerin toplumdan bağımsız olmadığını söylemiştik, toplumdaki sınıfsal temelimiz yani hangi sınıfa ait olduğumuz ve bugün hangi sınıfı temsil ettiğimiz, hangi cinsiyet kimliğine ait olduğumuz ve nasıl bir cinsiyet anlayışını temsil ettiğimiz düşüncelerimizin temellerini inceleyeceğimiz yerdir. Sınıflı toplumun içinden çıkıp gelmek ve o toplumun içinde yaşıyor olmak nesnel olarak bizi etkiliyor ve belirliyor olsa bile bunun değiştirilemez, sorgulanamaz görülmesi komünistler için kabul edilemezdir.
Değişimi kendinden başlatarak tüm topluma doğru en güçlü şekilde gerçekleştirebilecek olanlar komünistlerdir. Evet ait olduğumuz sınıflı toplum düşünce tarzımızı, bakış açımızı, kültürümüzü, benliğimizi, kişisel özelliklerimizi, yeteneklerimizi vs. belirler. Cinsiyet ilişkilerindeki toplumsal ve tarihsel edimler de sınıflı toplumlarda oluşmaktadır. Dolayısıyla yaşamın tüm alanlarında ve tabii mücadelede de cinsiyet eşitsizliğini ve bu eşitsizliği ortadan kaldırmanın yöntemlerini sınıflı toplumun verili koşullardaki gerçekliğini, görünümünü kavrayarak çözümleyebiliriz.
DEVRİMİMİZ İÇİN KADINLAR
Toplumsal cinsiyet ilişkileri ve rolleri sınıflı toplum ilişkilerinin yani ekonomik ilişkilerin kopmaz bir parçası ve sonucudur. Yaşadığımız Türkiye toplumu yarı feodal, yarı sömürge bir toplumdur; doğal olarak tüm diğer şeylerde olduğu gibi toplumsal cinsiyete dair bakış açımızda, kültürümüzde, değerlerimizde bu yarı feodal ve yarı sömürge yapının yansıması, damgası vardır. Biz kapitalist bir toplumda yaşamıyor, devrimi böyle bir toplumda örgütlemiyoruz. Biz yarı feodal, yarı sömürge bir toplumda yaşıyor ve böyle bir topluma özgü devrimi örgütlüyoruz.
Yarı feodal, yarı sömürge üretim ilişkilerine dayanan yani feodal üretim tarzı ile kapitalist üretim tarzının iç içe geçtiği, hem birbirinin karşıtı hem de birbirinin tamamlayıcısı karmaşık özellikleri barındıran toplumumuzdaki özellikler üst yapının tüm kurumlarında, kültürde, sosyal yaşamda kendini göstermektedir. Bu üretim tarzının içerdiği cinsiyet eşitsizliğini ve ezilenlerin yaşadığı çelişkileri ve yarattığı toplumsal sorunları ortaya koymak bakımından birçok şey söylenebilir. Çeşitli vesilelerle bu konulara dair yorumlar yaptık. Bu yazımızda yarı sömürge, yarı feodal yapıdaki Türkiye’de kadının kurtuluşu sorununun özgünlüğünü açığa çıkaracak belli birkaç gerçeğe yoğunlaşacağız. Bu soruna ilgimizin görece zayıflamasının da önüne geçmeyi umduğumuzu belirtelim. Kadın üzerindeki feodal baskının, aynı zamanda kapitalizmden kaynaklanan kendine yabancılaşmanın çok çarpıcı yanlarını işçi ve köylü kadınların yaşamından, toplumsal konumlarındaki çarpıklıklardan çıkarmak, görmek pek mümkündür.
Bakın Türkiye toplumunda aynen şöyle bir durum vardır: Bir yandan kadınlar ücretli emeklerini satabiliyorlar ve bu kapitalist üretim ilişkilerinin varlığını işaret eder. Diğer yandan ise kadının maaş kartı kocasının ya da babasının cebindedir. Bu da feodal üretim tarzının küçük aile ekonomisine bağımlı kadının konumunu gösterir. Tabii Türkiye’de hâlâ kadınların ağırlıklı çoğunluğunun çalışma hakkını kullanamadığını, ancak aile zorunlu durumda bunu kabul ettiği ölçüde üretim süreci içine girebildiğini unutmamak gerekir. Bu yarı feodal, yarı sömürge yapının özgünlüğünü gösteren yansımalardandır.
Düne kıyasla kadınların sevgili, nişanlı, erkek arkadaşlarının olması kapitalist üretim ilişkilerinin, bu ilişkilerin içeriğini oluşturan bireyci yaşamın kadınlara sağladığı kazanımların bir yansımasıyken evlilik halen kadın üzerindeki feodal baskının güçlü özelliklerini göstermektedir. Örneğin evlilik öncesi “cinsellik yasağı”nın sürmesi, hatta bazı bölgelerde çok katı bir biçimde sürdürülüyor olması feodal toplum kalıntısıdır. Akraba evliliğinin yaygınlığı, çocuk gelinler; bunlar feodalizmin kalıntıları, toprağa dayalı küçük köylü üretiminin tasfiye edilmemesi, kapitalist üretim tarzının gelişmemesinin yansımalarıdır. Kadınların önemli bir çoğunluğunun okula gidebiliyor olması kapitalizmin dünya çapında gelişmesinin ve bunun bir devamı olarak kapitalist üretim ilişkilerinin ülkemizdeki yaygınlığıyla ilişkiliyken hangi okula, hangi bölüme, okumak için hangi kente gidebileceğine ailenin, hatta aile reisinin karar vermesi ekonomik sebeplere dayanır. Bu sebepler tasfiye edilmeyen feodalizmin yansımalarıdır. Bunu şu biçimde de ifade edebiliriz: Yarı feodal, yarı sömürge toplumlarda da kadınlar dünya çapında gelişen özgürlüklerden ve haklardan yararlanma olanağı elde etmişlerdir. Ne var ki bu hak ve özgürlüklerin niteliğini belirleyen yarı feodal, yarı sömürge ülkenin yukarıda belirttiğimiz özellikleridir.
Bu durum karşımıza şöyle çıkar: Belli özgürlük ve hakları kadınlar için kabul eden ancak bu özgürlük ve hakların sınırlarını erkek ayrıcalıklarını koruyacak, erkeğin egemenliği sürdürecek biçimde organize eden bir sistem. Elbette bu netleşmiş bir tablo halinde gerçekleşmez. İstanbul Sözleşmesi olayında da tanık olduğumuz gibi kabul edilen hak cemaatlere dayanan bir toplumsal retle karşılaşabilir ve hak berhava edilebilir. İşte bu kadın karşısında birleşmiş ikiyüzlü burjuva-feodal sınıfların ortaklığıdır. Bu sistemde örneğin kadının giyinme özgürlüğü “erkeğin izin verdiği, istediği”, yarı feodal toplumun “kaldırabileceği” ile sınırlanmak istenir. Kadının boşanma hakkı erkeğin boşanma isteği, ailenin de onayıyla cendereye alınır. Kadının çalışma hakkı da benzer biçimde feodal ilişkilerle sınırlanır, ücretlerde eşitsizlik çok daha barizdir. Kadının ev ekonomisine bağımlı durumu esas olarak sürmektedir. Kadının konuşma hakkı dahi erkeğin sözünü kesmemesi, yüksek perdeden konuşmaması, sonunda erkeğin dediğinin kabulüyle sınırlanır. Kadının sokağa çıkması erkekle ya da güvenilir insanlarla olmakla sınırlanır. Bunlar ve kadınların yaşamını sınırlandıran diğer şeyler sistematik bir biçimde sürmektedir. Yönümüzü burjuva, küçük burjuva kadınlardan işçi ve köylü kadınların yaşamına yani ezilen milyonlarca on milyonlarca kadının yaşamına çevirirsek bunları çok daha açık görürüz. Bütün bunlarda görüldüğü gibi kadının toplumdaki konumu erkeğin ayrıcalıklarının hem feodalizme hem de kapitalizme (bürokratik ve komprador) özgü yanları, iç içe taşımaktadır. Bu Türkiye toplumunda kadın sorununun özgünlüğüdür.
KOMÜNİST PARTİ İÇİN KOMÜNİSTLER
Erkek cinsinin üstün, ayrıcalıklı konumu KP’ler içerisinde de varlığını belli biçimlerde sürdürmektedir. Ancak bu komünist anlayışın erkek egemen olmasından değil komünist anlayışın erkek egemen anlayışla mücadelesinin henüz tamamlanmamış olmasındandır. KP’lerdeki durumu sınırlı da olsa somutlaştırmak adına şunlar söylenebilir: KP’lerde kadının inisiyatifi kadınların alanıyla sınırlanabilmekte, kadın önderliği kadınlara önderlik olarak anlaşılabilmektedir. Kadınların ürettiği politikanın kadın kitlelerine yönelik politikalar olması gerektiği düşüncesi vardır. Kadın işin mutfağı dediğimiz alana hapsolurken teori, politika, askeri ve önderlik alanları kadınların eylem alanları olarak görülmeyebilmektedir. Kadınların fikirlerinin sorulduğu konu kadın sorunu olmaktadır; diğer konularda kadının fikrini sormak ihtiyacının çok sınırlı olduğu görülmektedir. Kadınların aldığı kararlara, ürettiği fikirlere, işaret ettiği çelişki ve sorunlara şüpheyle bakmak yaygın bir durumdur. Bu yaklaşımların tamamında erkek egemen düşünce vardır. O halde hem toplumsal hayatta hem de devrimci faaliyette bu anlayışlarla mücadele etmek, bu gibi yaklaşımların üzerine gitmek gerekir. Bu durum günümüz toplumuna özgü hem kadın hem erkek bir devrimci tipi yaratmaktadır. Bununla birlikte nesnel gerçeklik değişmez değildir ve değiştirilmek zorundadır. Değişim için verilen mücadelede ise kadın ve erkekleri ortaklaştıran ve ayıran belli noktalar vardır. Farklı ve yanlış fikirler kadın ve erkeklerin ortak mücadelelerini çok daha karmaşık hale getirmektedir.
devam edecek…
Kadın Çalışmalarındaki Yanlış Düşüncelerle Mücadele Edelim -I