[responsivevoice_button voice=”Turkish Male” buttontext=”Makaleyi dinle “]
“Soma gibi üstünü örtecekler. Kaza değil. Öldürdüler. Bakın cinayet bu kaza değil keserler sansür yaparlar kesmeyin. İçerde gaz kokusu var, bizi patlatacaklar. Havalandırmanın yapımını üç aydır ertelediler. 17 saat cesedini bekledim, ceset torbalarını karıştırdım. Millet uzaya insan gönderiyor ben yerin altından kocamı çıkaramadım.” kazada hayatını kaybeden işçi Mehmet Bulut’un eşi Buse Bulut acılar içinde Amasra’da yaşanan kazayı özetliyor. Sorumlu devlet ise yalanları, sansürü, protestolara yönelik saldırganlığıyla ve olayın üstünü örtme çabasıyla sadece bu özetin haklılığını somutlaştıran bir tutum içindedir! Bartın’ın Amasra ilçesinde 15 Ekim’de yaşanan ve 41 işçinin hayatını kaybettiği “katliam” sonrası “Ölçümler ve kontroller tam yapılmakta ve mevzuatta belirtildiği seviyede tutulmaktadır” diyordu kendinden önceki mevkidaşı bakanlar gibi bir katliama engel olmayan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez. Oysa Sayıştay raporları birçok kez üretim derinliğindeki artıştan kaynaklanan patlama risklerine, arızalara yeterince müdahale edilmediğini gösteren olgulara işaret etmişti. Yetkili bürokratların yalanlarından ya da Sayıştay raporundaki kısmi gerçeklerden öte gerçeklik bize şunu söylüyor: Komprador-bürokrat burjuvazinin kâr hırsı iş güvenliğine harcanacak bir kuruşa dahi engeldir. İşin özü bundan ibarettir. İş güvenliğine harcanacak paranın işçilerin canından daha kıymetli olduğu vahşi sömürü çarkları tıkır tıkır işlemektedir. Türkiye’de günde 6 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmektedir. Her saatte yaklaşık 45 iş kazası gerçekleşmektedir. Riskli iş kollarındaki tedbirler ya göstermeliktir ya da hiç tedbir yoktur. İş kazalarının yoğunluğu aynı zamanda, uzun yorucu iş zamanları ve bunun yarattığı sorunlarla ilgilidir. Denetim mekanizması ya bürokratik kayırmacılığı ya rüşvet çarkını ya da patronlar için karşılığı olmayan yaptırımları içermektedir. Bu duruma devletin patronların açıklarını örten “koruyucu” yaklaşımları eklendiğinde işçilere ölümün kıyısında çalışmak kalmaktadır. Maden sektörü ölümlerin en yoğun ve kitlesel olduğu sektör durumundadır. Enerji ihtiyacının karşılanması bu sektörde devlet işletmelerini ve özel sektörü de olabildiğince hırslandırmaktadır. Kaza ve ölüm risklerine göre alınması gereken tedbirler işçi sağlığı için güvenlik sağlamaktan uzaktır; çünkü bu tedbirler aşırı masraflı ve önemli bir gider kalemi çıkarmaktadır. Bu da yeterli güvenlik şartını oluşturmaksızın daha fazla üretim gerçekleştirmeye odaklı bir yaklaşımı getirmektedir. Soma’da, Ermenek’te ve son olarak Amasra’da bu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Soma Katliamı dolayısıyla açılan davada patronun ve onu koruyan bürokratik mekanizmanın göz göre göre gelen kazayı nasıl umursamadıkları net bir şekilde görülmüştü. Amasra’da da aynı umursamazlık Sayıştay raporuyla açığa çıkmış durumdadır. 41 işçi yüksek kâr için kurban edilmiştir. Yaşananlar kazalarla değil, egemen sınıfların katliama davetiye çıkaran kâr güdümlü ekonomi politikasıyla karşı karşıya olduğumuzu ispatlamaktadır. Bunun aynen devam edeceğini ise Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan açık ve “samimi” şekilde ifade etmiştir. Soma’da 301 işçi göz göre göre patlayan ocakta can verdiğinde “bu, işin fıtratında var” diyerek katliamı normalleştiren Tayyip Erdoğan, Amasra’daki aynı türden patlamayı da “kader planı” olarak değerlendirmiştir. Bu yaklaşım mekanizmanın tedbir almaksızın işleyeceğini, kazaların devam edeceğini ve ölümlerin ise kaçınılmaz olduğunu benimsetmeyi amaçlayan bir yaklaşımdır. İşçi düşmanı olmakla sınırlı değildir bu yaklaşım, söz konusu düşmanlığı sinsi bir dille, dini bir gerekçeyle halka benimsetmeyi de amaçlayan bir yaklaşımdır. Yaşanan katliamın üstünü örtmek için ise medyaya sansür, işçilere konuşma yasağı, ailelerine rüşvet, duruma işaret etmek için gerçekleşen protestolara polis copu devreye girmiştir. Devlet tüm mekanizmalarıyla, tüm gücüyle “sorunun üstüne gitmiştir.” Her sorunun üstünü örtmek, gerçekliği karartmak faşist diktatörlüğün özel görevi, sorumluluğu gibi işlemektedir. Hükümet veya yetkili kurumlar bunu apaçık sonuçları da gizleyerek yaparken muhalefeti de kapsayan tüm egemen klikler bu katliamların şartlarının temel özelliklerini gizleyerek aynı şeyi yapmaktadırlar. Sadece işçi katliamları ya da bu gibi uç sorunlarla sınırlı değildir bu özellik. Kitlelerin esaslı sorunlarının üstünün örtülmesi, dikkatlerinin dağıtılması ve bu şekilde sistemleri için tehlike olmayacak şekilde bilinçlerinin karartılması genel bir gerekliliktir. Geniş halk yığınları ekonomik krizin pençesinde günbegün yoksullaşıp, ağırlaşan yaşam koşulları altında tam bir yoksunluğa sürüklenip, en temel özgürlükler ve haklar lüks haline gelmişken CHP ve AKP, kitleleri kendi gündemleri etrafında politize edip onları bu gündemler içinde parçalamaktadır. Son olarak Kılıçdaroğlu’nun türban özgürlüğünün yasalaştırılması teklifi ve Tayyip Erdoğan’ın el yükseltip Anayasal düzenleme teklifi tam da bu türden bir gündemdir. İki anlayış, bu ve türev sorunlar üzerinden yaklaşık 150 yıllık kavgalarını sürekli ve sistematik şekilde diri tutmaktadırlar. Egemen kliklerin tarihsel argümanları hiç gündem olmadığı anda dahi, iç mücadelelerinin konusu olarak, birbirlerini sıkıştırma materyali olarak hızla gündemleştirilebilmektedir. Seçim hattında ilerledikçe kitlelerin yakıcı sorunları bu türden içi boş meselelerle, bitmek bilmeyen şovenizm yarışıyla örtülmeye devam edecektir. Bu noktada egemenlerin temel ve ortak amacı kitlelerin kendi gündemleriyle sistem karşıtı bir rotaya girmemeleridir. İstiyorlar ki kitleler onların sunduğu gündemlerle meşgul olsunlar; istiyorlar ki politika sahnesini sadece kendileri belirlesin. Kitlelerin sisteme yönelme olasılığının ortadan kaldırılması ya da zayıflatılması onların varlık koşuludur. Egemen kliklerin sertleşen mücadelelerinin bir yanı her zaman bu gerçeği, kitlelerin sorunlarının üstünü örtmeyi içerecektir. Son dönemde çok fazla gündeme gelen “milletvekili transferleri,” cumhurbaşkanı adayı atışmaları ve seçim odaklı tartışmalar da kitleler nezdinde aynı içi boş kavganın unsurlarıdır. Fakıbaba ve Çelebi gibi kişilikler üzerinden yapılan kavganın halkın çıkarları bakımından hiçbir karşılığı yoktur. Bunların tartıştığı, hesaplaştığı hiçbir şey halkın çıkarlarını konu etmiyor. Daha da önemlisi aslında bu kişiliklerin öne çıkarılmasıyla halka kimlerin nasıl dayatıldığını, seçimle hükümet olma hakkının nasıl bir sınırlı alanda cereyan ettiğini de görmüş oluyoruz!
KİMYASAL SİLAH, FAŞİZMİN ACİZLİĞİ!
Faşist diktatörlüğün işçilerin, emekçilerin, başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulusal toplulukların, inançların yaşamını karartan topyekûn saldırısı sürecinde ulusal harekete yönelik vahşeti ne koşulda olursa olsun esnememektedir. Mücadeleci güçler ya da mücadele potansiyeli olan her kesim çeşitli biçimlerde ve yoğunlukta baskı altına alınmaktadır. Bu saldırganlığının en önemli ayaklarından birisi ise Kürt Ulusal Mücadelesidir. Kürt Ulusal Mücadelesine karşı tüm olanaklarıyla içeride ve diğer parçalarda saldırılar sürmektedir. Irak ve Suriye Kürdistanı’nda imhaya yönelik işgali içeren askeri saldırganlık yanında, emperyalistleri ve KDP gibi iş birlikçi Kürt güçlerin de yardım ve desteğiyle bu yönelimine güç taşımaktadır. Gerilla güçlerini yok etmek için oluşan konjonktürel fırsatı kaçırmamaya kilitlenmiştir. TC Zap, Avaşîn ve Metîna’da gerilla alanlarına yönelik başlattığı operasyonda gerillanın direnişi nedeniyle belirlenen hedeflere ulaşamadıkça saldırının dozunu artırmaktadır. Son HPG açıklamasına göre bu son saldırılarda yaygın şekilde kimyasal silah kullanımı söz konusudur. 44 gerilla bu silahlarla katledilmiştir. HPG’nin yayınladığı görüntüler durumu açık bir şekilde izah ederken TSK her zamanki gibi önce yalanlama yoluna gitmiş, ardından ise bir şovenizm dalgası estirmiştir. Sezgin Tanrıkulu, “HDP bu iddialar araştırılsın” dediği için şoven içerikli saldırılara, hakaretlere uğramıştır. Türk Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı da aynı şekilde kurumuyla birlikte bu saldırının hedeflerinden biri olmuştur. Açık bir şekilde gerçekleşen katliamların bu şekilde meşrulaştırılması, neredeyse açık biçimde savunulur noktaya gelinmesi faşist diktatörlüğün ve onun tüm bölüklerinin şovenizmi kitlelerin zihninde kemikleştirme amacının güdüldüğünü gösterir. Yoğunlaşması bu eksende devam etmektedir. Kürt düşmanlığı sınırsız, pervasız ve azgın bir şekilde körüklenmektedir. Faşizmin dayandığı ekonomik ve sosyal gerçeklik, tüm politik özgürlükleri, ifade ve örgütlenme haklarını, farklı olan her şeye düşmanlığı, hak arayanların yoğun baskı altına alınmasını, işçi kıyımlarını, mücadeleci güçlerin katledilmesini ve zindanlara atılmasını zorunlu kılmaktadır. Faşist diktatörlük Türk egemen sınıfları için bir tercih değil zorunluluktur. Faşizm aynı zamanda yalan ve inkâr demektir. İşçi katliamlarında da gerilla güçlerinin imhasında da kitlelerin gerçek sorunlarının örtülmesinde de durmaksızın yalana başvurur, gerçeği karartır. Sisteminin sürekliliği için kitleleri bu yalanla beslemesi gerekmektedir. Hiç kuşkusuz buna karşı devrimci çizgide, kitlelerin devrimle bilinçlenmesi bu vahşi çarkın parçalanması için yegâne yoldur. Halk yığınlarına yaşadıkları sorunları anlatmak yetmeyecektir, yaşadıkları sorunların nedenine bir kuvvetle yönelmesini sağlamak aslolandır. Bu da devrim çizgisinde ısrarlı olmak, kitleleri kuşatan gerici zincirlere devrimci şiddetle yönelip parçalayan hattı inşa etmek ve halkın buna ikna edilmesiyle olanaklıdır. Komünistler doğru devrimci bilincin ancak bu eksende bir yönelimle, hazırlıkla ve netleşmeyle olacağını bilerek var olan örgütlenmeleri donatmalı, yaygınlaştırmalı ve kitlelerin gücünü açığa çıkarmaya yönelmelidir.