TC’nin Kürt sorunundaki politik tutumu esasta Kürtlerin ayrı bir ulus olarak özgürce ayrılma ve devlet kurma hakkının gaspına dayanmaktadır. Kürtlerin ırkçı-faşist politikalara karşı her başkaldırısının kanla bastırılması devletin bu tutumunun tarihsel ve süreğen bir tutum olduğunu göstermiştir. TC’nin kuruluşunun ve Lozan’da Kürtlerin Kendi Kaderini Tayin Hakkının (KKTH) gasbedilmesinin 101. yılında da bu tarihsel tutum güncelliğini korumaktadır. TC, Kürdistan coğrafyasına yönelik ilhakçı politikalarında tökezlediği süreçlerde iyi niyetli(!) yaklaşımlarla Kürt sorununu gündeme getirmiştir ancak hiçbir zaman Kürt sorunu çözüme kavuşmamış, aksine şovenist politikalar derinleştirilerek Kürt Ulusal Mücadelesine son vermek için düzenbaz politikalar izlenmiştir.
Dışarda yaşadığı tıkanıklığı içerde KUH’u teslim almaya çalışarak aşmak isteyen TC bir kez daha Kürt sorununu gündeme getirmiştir. Ne var ki bu kez sorunun çözümüne dair öne sürdüğü argümanlarla birlikte gardını almış, KUH’u terörize etmeyi ihmal etmemiştir. Kuşkusuz bu hamleler, KUH’un somut durumunu, yani KUH’taki ve Kürtler içerisindeki kırılmayı doğru okuyabilen bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Bahçeli’nin Öcalan’ı İmralı’daki tecrit hücresinden Meclise çağırmasının ardından Kürtlere yönelik çeşitli saldırılar devam ederken halkın çeşitli kesimleri arasında Kürt sorununun çözümüne dair pek çok tartışma gündeme geldi. Bu tartışmalarda söz alan Kürtlerin devletin “kardeşlik” adımlarını samimi bulmadığına ve tam hak eşitliğine tekabül eden söylemlerle gündeme geldiğine tanık olduk. Bu vesileyle Kürt halkı içerisinde güçlenen ulusal bağımsızlıkçı eğilim daha da görünür oldu. Dolayısıyla TC’nin bu eğilime karşı saldırıları gecikmedi. Geçtiğimiz günlerde sokak röportajında konuşan Ali Çeven isimli bir Kürt genci “Kürt meselesi artık Türkiye meselesi olmaktan çıkıp Orta Doğu meselesine dönüşmüştür. Artık ya bizi olduğumuz gibi tanıyacaklar ya da onlardan olmadığımızı kabul etmiş olacaklar. (…) Biz ayrı bir ulusuz. Biz kimsenin alt kimliği değiliz. Biz kimsenin kölesi değiliz. Biz kimsenin kendi ırkının altında malı, mülkü değiliz. Biz ayrı bir ulus olduğumuzun bilincine vardığımız gün Kürtler olarak sorunumuz çözülecektir. ‘Biz’e aittir diye dayattıkları her şeyin adı ‘Türk’; Türk bayrağı, Türk askeri (…) Ben Türk değilim, adı Türk olan bir şey nasıl benim olabilir? Bu, biz düşmanız anlamına gelmez. (…) ‘Kürtçülük-Türkçülük dinde yoktur’ diyorsanız o zaman çözüm bellidir. TC’deki tüm Türk eksenli kavramları kaldırın, adını Anadolu yapın, Anadolu devletinin, Anadolu bayrağının altında yaşayalım. Biz de Kürt meselesini kapatalım. Aksi takdirde Türk ulusunun olduğu her yerde Kürt ulusu da olacaktır. Ulusa karşı ulus varlığı olacaktır. Bu ırkçılık, Türk düşmanlığı veya Türk bayrağına düşmanlık değildir.” ifadeleri nedeniyle burjuva-feodal medya tarafından hedef gösterilmiş, iki kez gözaltına alınmış, gözaltında işkenceye maruz kalmış ve sonrasında tutuklanmıştı. Çeven, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu, egemen ulusun gadrinden kurtulmak için ezilen ulus bilincinin gelişmesi gerektiği, TC’nin her alanda Kürt ulusuna dayattığı asimilasyon ögeleri gibi bir dizi gerçeğe işaret etmiştir. Devamında “ulusa karşı ulus varlığı” vurgusunda bulunmuştur. Egemen ulusa karşı ezilen ulusun, ulusal baskı uygulayan ulusa karşı direnen ulusun varlığı diyalektik bir gerçektir. Bu ifadeler en nihayetinde tam hak eşitliğini talep eden net ifadelerdir ve burjuva demokrasisinin sınırlarını zorladığı için faşizmin hedefi haline gelmiştir.
Hiç kuşkusuz TC’nin Kürtler içerisinde gelişen ulusal bağımsızlıkçı eğilime hiddetle saldırmasını tetikleyen, özgürce ayrılma ve devlet kurma hakkını T. Kürdistanı’ndaki ilhakçı varlığına yönelen bir tehdit olarak görmesidir. Tehdit olarak görmektedir, çünkü Kürt ulusal sorununun biricik çözümü ilhaktan vazgeçerek, emperyalist devletlerle pazarlığa soyunmadan ulusal kölelik zincirlerini ve emperyalist tahakkümü parçalamanın biricik yolu olan KKTH için mücadele etmekten geçmektedir. Bu nedenle günümüzde hâlâ ulusal baskı politikasının mahiyetini belirleyen olgu, Kürt ulusunun KKT hakkını elde etme tehlikesidir. Ayrıca “…milli baskı politikası, bağımlı ulusları ezmekle de yetinmiyor, çok kere ulusları birbirine karşı kışkırtma politikasına dönüşüyor. Böylece, çeşitli milliyetlere mensup emekçiler arasında kin ve düşmanlık tohumları ekilmiş oluyor. İşçileri ve emekçileri böylece ‘bölen’ ve birbirine düşüren hâkim ulusun hâkim sınıfları, daha kolay hükmetme imkânına kavuşuyor.” (İ. Kaypakkaya) Dolayısıyla gerçek bir barışın tohumları, ulus-devlet aygıtını Kürt ulusunun ve diğer azınlık ulusların inkârı ve Kürt Ulusal Mücadelesinin imhası temelinde inşa eden faşist TC’nin egemen sınıflarında aramak tarihsel bir yanılgı olur.
KUH’un sınıf uzlaşmacı çizgisinin mücadeleyi sistem içi bir zemine çekmesi, ulusal kurtuluşun önündeki önemli handikaplardan birisi olmuştur. Öyle ki teoride “geliştirildiği” söylenen “demokratik özerklik” sistemi ulusal kurtuluşu, yani egemen ulus mezalimine son vermeyi öncelememektedir. Somut koşullarda demokratik özerklik, ezilen ulusu özgürleştirmeyen, gerçekte gerici devlet aygıtının ilhakı altında yaşamayı salık veren bir önermedir. KUH’un mevcut programı, emperyalistlerin kendi çıkarlarına göre tekrardan biçimlendirip dizayn ettikleri içi esasen boş “KKTH”den farklı değildir. Emperyalistler “KKTH’yi devlet kurma hakkı olarak ele almadığı gibi çoğunlukla bu hakkın çiğnenmesi şekline büründürür. Egemen devlet içinde federasyon, özerklik, otonomi vs. biçimlerinin gerçekleşmesi olarak şekillendirir. Özgürce ayrılma hakkı yani KKTH güvenceye, garantiye, bir sözleşmeyle ve kesin bir statüye alınmaksızın ezilen ulusu egemen ulusun yeni tahakküm biçimlerine mahkûm etmeyi tercih eder. Bunu da KKTH olarak sunar.” (Kongre Belgeleri) Oysa KKTH’nin anlamı açık ve nettir: ezilen ulusların, egemen uluslardan özgürce ayrılma ve devlet kurma hakkına sahip olması. Diyebiliriz ki, KUH da teoride KKTH’yi çiğnemiş, ezilen ulusu egemen ulusun yeni tahakküm biçimlerine mahkûm etmiş ve bunu KKTH olarak sunmuştur. KKTH, ezen ulus egemenliğine son vermeyi hedeflerken aynı zamanda emperyalist sömürüye de son vermeyi hedefler. Çünkü sömürgecilik, ulusal sorunla birlikte emperyalizm çağına özgü bir sorundur. Ancak KUH’un önerdiği sistem, her ne kadar “anti emperyalizm” olarak sunulsa da anti emperyalist değil, anti işgalcidir. Rojava’nın bugün geldiği durum, yani emperyalistlerle kurulan sıkı ilişkiler bunun en somut örneğidir. Bu yönüyle KUH’un paradigması “ulusal kurtuluş” muhtevasına sahip değildir. Zira uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından doğan farklı teorilerin bir bileşkesi olarak bilimsel sosyalizmin deneyimlerinden, ütopik sosyalizmden, anarşizmden ve burjuva demokrasisinden esintilerle kavramsallaşmıştır. “Bunlardan faydalanarak kendine ait kavramlarla ifadelendirilmiş bir teoridir. Bu yanıyla eklektik ve uzlaşmazları uzlaştırmaya çalışan bir yanı vardır. Daha net ifade edersek ‘sınıf uzlaşmacı’ bir teoridir.” (a.g.e.)
Kürdistan coğrafyasında yaşanan acı deneyimler, egemen uluslara ve emperyalistlere verilen tavizler, çetin mücadeleler sonucu elde edilen kazanımların kısmen kaybedilmesi, Kürt ulusunun gerçekte ne talep ettiğinin göz ardı edilmesi vd. birçok gelişme düşmanın Kürt sorunundaki riyakâr tutumunu açığa çıkarırken aynı zamanda sınıf uzlaşmacı çizginin sefaletini de açığa çıkarmıştır. Bunun bir sonucu olarak kitlelerle KUH arasında açığa çıkan çatlaklar ve güvensizlik ezilen ulus milliyetçiliğinin güçlenmesine yol açmış, barış politikalarının çıkmaz sokaktan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Tarihin devrimci devinimi Türk, Kürt ve çeşitli uluslardan işçi sınıfının birliğinin önündeki en büyük engel olan ulusal sorunun proleter devrimci çözümünü daha fazla dayatmaya başlamıştır. Dolayısıyla Kürtler içerisinde gittikçe bağımsızlık talebinin daha güçlü haykırılması ve sorunun devrimci eylemle çözümü arayışı kaçınılmaz olmuştur, önümüzdeki süreçte bu talepler daha da güçlü haykırılacaktır. Zira Kürtler geçmiş deneyimlerden damıttıkları sonuçlar ışığında ilhak altında, hak eşitsizlikleriyle yaşamaya devam etmek istememektedir. Halk nezdinde açığa çıkan bu tutum nettir.
TC de bu gelişmeleri yakından izlemekte ve kendi otoritesini ortadan kaldıracak tehdidi şimdiden kontrol altına almaya çalışmaktadır. Çeven örneğinde de bu netlik söz konusudur. Dolayısıyla Çeven’in tutuklanmasına neden olan söylemler de ulusal bağımsızlıkçı eğilimden ve TC’nin Kürt sorununun proleter çözümüne duyduğu tahammülsüzlükten ayrı, öznel bir durum olarak ele alınmamalıdır. Ulusal kurtuluşa çıkan her devrimci söylem ve eylem önümüzdeki süreçte egemen sınıfların Kürt halkına ve KUH’a dönük saldırılarına yeni gerekçeler ve hedefler sunacaktır. Sınıf uzlaşmacı çizgi ile denge sağlanabilecektir ancak egemenler sorunun proleter devrimci çözümüne her zaman vahşice saldıracaklardır. Bu saldırılar yalnızca kaçınılmaz olanı geciktirecektir ancak kaçınılmaz olan muhakkak gerçekleşecektir; Kürt ulusu kendi kaderini tayin hakkını elde edecektir.