Eski Antep evlerinde avlu olur. Genişçe bir avlu. Avlunun en az bir ağacı bir ocağı ve çeşmesi vardır.
Antepliler gününün çoğunu o avluda geçirirler; sabah kahvaltısı orada yapılır, öğlene kolu komşu ile kuru köfte orada yoğrulur, akşama envai türde yemek yer sofrasında orada yenir. Çay orada içilir, muhabbet orada kurulur, çamaşırlar orada yıkanır, oraya serilir hatta yazın kavurucu sıcaklarda orada yatılır. Bir Anteplinin hayatının önemli bir bölümünü kapladığından olsa gerek ki işte o avluya ”hayat” derler.
Henüz beş yaşındayım böyle bir eski Antep evinde yaşıyoruz ve gerçekten günümüzün çoğu o “hayat”ta geçiyor. Köyden kente göçün yoğun olduğu, çocuk parklarında tahterevallilerin tahta olduğu ama sıranın bize bir türlü gelmediği, pamuk şekerin gerçekten pamuktan yapıldığını sandığımız, Gezi Direnişi’nin marjinal tipleri ”y” kuşağının hayata merhaba dediği 90’lı yılların henüz başlarındayız.
O sabah bizim hayat kımıl kımıl, herkes gelmiş; dayımlar, amcamlar, halamlar, komşular. Birileri kahvaltıyı yetiştirmeye çalışıyor, birileri ağzına bir şeyler tıkıştırıyor ve birisi de de haydi haydi diye bağırıyor. Evde ki bu telaşa uyandım olsa gerek gözümü ovuştura ovuştura; “Noluyor!” dedim yengeme. ”Hastaneye gidiyoruz İbo biz! Kardeşin oluyor kardeşin” dedi. Beni parka en çok dayımın kızı Gül abla götürdüğünden olsa gerek en çok Gül ablamı severmişim. Kardeşimin adı da Gül olsun istiyordum. Kız olursa adı Gül olacak de mi yenge dedim. Valla orasını bilmiyorum oğlum dedi.
Akşama doğru bizimkiler geldi annemin kucağında bir bebek. Kız mı anne dedim he oğlum dedi. Gül olacak de mi? Anne ne olursun adı Gül olsun dedim. Tamam oğlum Gül olacak dedi.
20 Ekim 1993 iyi ki doğdun Gül. Ve böylece ömür boyunca hep ”Gül’ün adını ben koydum ” diyeceğim ve her hatırladığımda anne anlatsana gülün adını kim koydu? Diye sorup cevabı alınca keyiflenip gururlanacağım bir kardeşim olmuştu.
Çok geçmeden taşındık o evden, Antep’in varoş bir semtinde çıkmaz bir sokağın sonunda büyük bir hayata ve tarihi bir eve açılan o kapıdan pılımızı pırtımızı toplayıp çıkmış başka bir varoş semtte hayatı olmayan ve hala inşaatı bitmemiş bir eve taşınmıştık. Hemen adapte olduk. Evimizin hayatı olmasa da sokağı hayat yaptık kendimize. Gül’le beraber bizde büyüyorduk, önceki evimizin hayatında yaptığımızı bu evimizin sokağında yapıyorduk.
Siyah okul önlüğünden mavi okul önlüğüne geçildiği zamanlardı, Gül büyümüş mavi önlüğüyle okula gidiyor. Hemencecik sıyrılıp çıktı öne. İyi bir öğrenci olacağı belliydi sınıfının en iyisi. Hatta bakkala gitme görevimi de benle paylaşıyordu okuldan ve oyundan fırsat bulduğu zamanlarda yerime bakkala gidiyordu. Her seferinde bakkalla kavga edip geliyordu. Veresiye alışveriş bile yapsa paranın artanını istiyordu. Ve o güzel yürekli bakkal her seferinde kırmadan paranın üzerini veriyordu. Her şey çok iyiydi 6 çocuklu kalabalık bir aile de büyüyorduk. Epeyce arkadaş biriktirdik kendimize. Evin inşaatı bitmiş, ablamlar üniversiteye gitmiş, her şey yoluna henüz girmişti yine taşındık; hala inşaatı bitmemiş yeni bir eve.
Yeni evimize alışmaya çalıştığımız mahallenin çocuklarıyla tanışmaya başladığımız bir zamanda yeniden taşındık. Gül mavi okul önlüğünü bitirmiş gri etek, beyaz gömlek ve lacivert süveter giyiyordu. Bir şeyler ters gitmişti ve biz tekrar önceki eve taşınmıştık. Mahallenin çocuklarıyla tanışıklığımız kaldığı yerden devam ediyordu üstelik inşaatta bitmişti. O ya da bu gerekçeyle evimiz sürekli değişse de Gül’ün okulu hep aynıydı ve arkadaşlarından ayrılmak istemiyordu.
Mahallenin çocuklarının hemen hepsiyle tanışmıştık hatta Gül kapının önünde komşunun kızlarıyla ip bile oynuyordu. Her şey yoluna giriyordu ya da biz öyle zannediyorduk. Ablalarımız üniversitelerini bitirmiş eve dönmüşlerdi üstelik bir sürü kitapla. Eskisi gibi yine kalabalık bir aileydik. O sıralar Gül’e bir şeyler olmuş ve arkadaşları kitaplar olmuştu. Ablam her seferinde kızıyordu, “Gül o kitabı okuman için daha erken onu okuma bunu oku” diyordu, ”iyi ama ben zaten okudum onu” cevabını alıyordu çoğu zaman.
Yine bir şeyler olmuştu iyi gitmeyen şeyler vardı ve yeniden taşınmak zorunda kalmıştık. Ancak bu göç diğerlerinden bir hayli farklıydı başka bir şehre gidecektik, onlar gitti ben kaldım. Gül artık başka bir şehirdeydi. Limon ve muz ağaçlarının olduğu, tepelerinde sincapların gezdiği, sırtını denize dayamış yüzünü dağlara dönmüş bir evdi. Gül çok sevdi bu evi artık kendine ait de bir odası vardı dilediği kadar okuyabilirdi.
İki sene kaldık o evde bu defa güzel şeyler olmuştu ve yine taşınmak zorunda kalmıştık hepimiz de çok heyecanlıydık Ankara’ya gidiyoruz. Gül daha çok heyecanlıydı, sincaplara, muz ve limon ağaçlarına veda vakti geldiğinde Gül’ün bütün arkadaşları da toplaştı kapının önüne. Sarılıp kucaklaştılar, pekte iyi sayılmaz Arapça’ya çalan Türkçeleriyle bizi unutma Gül, mektuplaşalım Gül diyorlardı. Uzun yıllar da mektuplaştılar.
VE MAMAK’TAYIZ
Gül artık ince uzun boylu tuttuğunu koparan yere sağlam basan bir liseli. Bu mahalle ötekilerinden epeyce farklıydı. Duvarlarında kızıl kızıl yazıları olan, “18 Mayıs’ı Unutma Unutturma” yazan afişlerle donatılmış bir mahalleydi. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını mahalleye girer girmez anlamıştık. Tuzluçayır, Şahintepe, Ege Mahallesi, blok blok dikilen ruhsuz apartmanlara karşı; küçük bahçesi, bahçesinde en az bir ağacı, bir ocağı ve çeşmesi olan, gelişi güzel dizilmiş, kırmızı kiremitli, sırtını birbirine dayamış direnen gecekondular. Çok sevdik bu mahalleyi hemen kaynaştık mahallenin gençleriyle. lakin hepsi birbirine benzese de bizim bildiğimiz gibi değillerdi. Hak diyorlar, hukuk diyorlar memleketin ahvali bu bu diyorlar. Aslında bir nevi duygularımıza tercüme oluyorlardı. Çok geçmeden Gül de karıştı aralarına memleketin derdini kendi derdi belledi, eskisinden daha fazla okuyordu ve en nihayetinde gözlerini bozmuş gözlük takmak zorunda kalmıştı. Henüz lise ikinci sınıfta sarı sendika ile mücadele konseptli kitaplar okuyordu. Gül ne yapacaksın sarı sendikayı şu kitapları oku ikazlarımıza yine aynı cevapları veriyordu; ”iyi ama ben zaten okudum onu”. Tekel Direnişi başlamıştı o sıralar, mahallemizin doğal olarak da bizim kapımız da sonuna kadar açılmıştı işçilere. İşçiler sendikanın zaaflı yaklaşımlarını anlatıyor bizim Gül de bu yaklaşımlara çözüm önerileri sunuyordu. Birincilikle bitirdi liseyi; lise yılları boyunca mücadele ettiği sınav sistemi ve dershaneler sorunsalı farklı bir şekliyle karşısındaydı. Bıraksalar elleriyle yıkacağı dershaneler sıraya girmiş, “Gül Kaya bizim dershaneye, gel bizim dershaneye gel” diyorlardı. Aidiyetinin ihtiyaçlarına göre şekillendi ve Hacettepe Üniversitesi’ne gitti. Gençliğin akademik, demokratik meselelerine kafa yoruyordu o aralar. Her günün yeni sorumluluklarla doğduğu bir dönemde yoldaşları bir bir adımlıyordu patikaları.
Mustafa Sarıca, Özgüç Yalçın, Hasret Tanrıverdi, “dağlar beni çağırıyor” diyordu içten içe tıpkı çocukluğundaki gibi; ayrılmak istemiyordu arkadaşlarından.
Yeni bir göç vakti gelmişti; usuldan usuldan belli etmeden kimseye vedalaştı herkesle. Daha bir içten daha bir sıkı sarılıyordu o sıralar, doğduğu, çocukluğunun geçtiği topraklara gitti önce Antep’e, Fırat Nehri’ni ve köyünü gezdi, annemin birbirinden lezzetli yemeklerini yedi doya doya ve kimseye sezdirmeden vedalaştı, hısım akrabayla.
Nice Partizan’ın kanlarıyla suladığı kutsal topraklardaydı artık, zifiri karanlık bir gece de usulca ayrıldı kalabalıktan ve aydınlığa ilk adımı attı.
Bir an bile tereddüt etmeden. Ankara’nın Gül’ü Dersim’in Nergiz’iydi artık.
Yirmi beşinci yaş günün vesilesiyle; İyi ki Doğdun Sevgili Kardeşim.
Abin İbrahim Kaya
Ekim 2018