[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
25 Eylül’de yapılan İtalya seçimlerinde Giorgia Meloni’nin aşırı sağcı Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri) partisi zafer kazanırken, seçimlere katılım rekor düzeyde düşük oldu. Neoliberalizme ortak bir bağlılık zemininde teknokratlar ile aşırı sağ arasındaki çatışma, daha derin bir düşüşün belirtisidir.
Böylece İtalya’daki seçimler aşırı sağ için yeni bir atılım oldu ve bu sağın radikalleşmesinin bir başka göstergesiydi. Sağ koalisyon yüzde 44’lük bir oy oranına sahip olsa da en büyük kazanan, yüzde 26’lık oy oranıyla 2018’de elde ettiği yüzde 4’lük oy oranının oldukça üzerinde kalan Giorgia Meloni’nin Fratelli d’Italia partisi oldu.
Meloni’nin müttefikleri kötü performans gösterdi. Silvio Berlusconi’nin Forza Italia’sı (yüzde 8) açısından bu beklenen bir durumdu. Buna karşılık, sadece birkaç yıl önce göçmen karşıtı siyasetin yükselen yıldızı olan Matteo Salvini liderliğindeki Lega, anketlerin öngördüğünden çok daha düşük oy aldı (yüzde 9) ve kuzeydeki eski kalelerinde bile bekleneni alamadı.
Meloni’nin başarısının bir kısmı da “dışarıdan biri” gibi görünmesiydi ya da en azından sağcı seçmenleri kazanmak için bu imajı yarattı. Fratelli d’Italia, Şubat 2021’de Mario Draghi’nin “ulusal birlik” hükümetine katılmayan üç sağcı partiden sadece biriydi; son on sekiz ay boyunca Draghi’ye yönelik dışarıdan saygı işaretlerini dikkate almayarak kendisinin sadece doğrudan İtalyanlar tarafından seçilen bir hükümete liderlik edebileceği vaadiyle birleştirdi.
Ancak bu sonuç, solun (Demokrat Parti çevresinde) sergilediği kötü performans da dahil olmak üzere, siyasi alanın daha geniş çapta çölleşmesinin bir ürünüdür. Meloni’nin partisinin neo-faşist gelenekle açık bağlantıları var; ancak başarısı aynı zamanda son otuz yılda İtalyan kamusal yaşamına giderek daha fazla hâkim olan belirgin bir postmodern olgudan kaynaklanıyor: siyasi ufkun, teknokratik kriz yönetimi ile ekonomi ve vatandaşlık hakları politikalarında aşırı sağcı bir gericilik arasındaki alternatife indirgenmesi.
Bu seçimin şeytani doğası, halkın seçim sürecinden büyük ölçüde uzaklaşmasında da görülebilir. Savaş sonrası yıllarda İtalyan demokrasisi milyonlarca üyesi olan kitle partilerine dayanıyordu. 1980’lere kadar seçime katılım oranı her zaman yüzde 90’ın üzerinde olmuştur. Geçtiğimiz pazar günü yapılan oylamada bu oran yüzde 64’ün altındaydı, Güney’de ve (önceki benzer seçimlere bakılırsa) genel olarak işçi sınıfı ve genç İtalyanlar arasında büyük bir çekimserlik vardı.
Bu bağlamda Meloni’nin rakiplerine ciddi sorumluluklar düşmektedir. Bu sorumluluklar kısmen 2017’de kabul edilen ve en büyük koalisyona az oy alsa bile milletvekili sayısının büyük çoğunluğunu sağlayan sözde Rosatellum seçim yasasında yatmaktadır. Buna bir de bu seçimi rekabetçi kılabilecek geniş ve radikal bir alternatif koalisyonun kurulamaması eklendi.
Ancak Demokrat Parti’nin liberal-Avrupacılarından (yüzde 19) Beş Yıldız Hareketi’ne (yüzde 15) kadar sözde ‘ilerici’ partilerin hayal kırıklığı yaratan sonuçları, işçi sınıfının hayatı, sol siyaset ve hatta demokratik katılımın kendisi arasındaki bağın on yıllardır devam eden zayıflamasının da belirtileridir.
Beş Yıldız Hareketi’nin (M5S) hızlı yükselişi ve düşüşü buna iyi bir örnektir. M5S, İtalyanlara demokratik sürecin kontrolünü geri verme vaadiyle 2018 seçimlerini yüzde 32 oyla kazandı. Aksine, önce aşırı sağcı Lega’yla, sonra Demokrat Parti’nin merkezcileriyle, daha sonra da ikisiyle beraber Draghi ile koalisyonlar kurarak hesap vermeyen ve kapsayıcı olmayan bir oluşum olduğunu kanıtladı. Tüm bunlar iç çelişkileri açığa çıkarmış ve M5S’nin seçimlerde gerilemesine neden olmuştur. Lider Giuseppe Conte’nin bu kampanyada sosyal programlara yaptığı vurgu küçük bir toparlanma yaratmış olsa da M5S bu seçimlerde 2018’de aldığı oy oranının yarısından daha azını aldı.
Birçok Avrupa ülkesinde, tarihsel merkez sol partilerin artık sadece sağdan korkarak tabanlarını harekete geçiremediklerini gördük. Bu durum, İtalya örneğinde olduğu gibi, sağ partilerin vatandaşlık hakları konularında gerici bir tutumu, gelir üzerinden düz bir vergi alınması ve işsizlik yardımlarının kaldırılması gibi gerici ekonomi politikaları düşünüldüğünde bile böyledir.
İtalya büyük bir işçi sınıfı tarihine ve anti-faşist tarihe sahip bir ülkedir, ancak Meloni’yi durdurmak için son dakikada bu geleneğe başvurulması sadece küçük azınlıkları harekete geçirebilmiştir.
FELAKETLE SONUÇLANAN BİR KAMPANYA
İtalya’da seçim kampanyasının başladığı gün New York Times’ta “Gelecek İtalya’da ve Karanlık” başlıklı bir köşe yazısı yayımladım. İtalya’yı daimî bir durgunluğa saplanmış ve teknokratlar ile aşırı sağcılar arasında siyasi ufku daralmış bir ülke olarak tasvir ediyordum. İtalya’nın bir tuhaflık göstermediğini, Batı’daki genel bir eğilimi temsil ettiğini söyledim: sürekli kriz içinde içi boşaltılmış bir demokrasi dönemi.
Elbette uluslararası medyanın çoğu biraz farklı bir hikâye anlattı. Kampanyanın başından itibaren sağ koalisyonun zaferi neredeyse garantilenmişken birçok makale Meloni’nin kişisel karizmasına, liderlik özelliklerine ve faşist geçmişten kopuşuna odaklandı. Bu açıklamalar, solun “tefeciler” ile iş birliği içinde Batı medeniyetinin yıkımını planladığına dair açık iddiası olan “büyük değişim teorisi”ni tekrar tekrar savunmasını dikkate almakta zorlanıyor gibi görünüyordu.
Meloni’nin destekçileri, genellikle faşist diktatörlük ve antisemitizmle arasına mesafe koyduğu için Meloni’nin tebrik edilmesi gerektiğini düşünüyor. Yine de seçim sürecine saygı duyduğuna dair ısrarı çok zayıf bir kriterdir. Bir Fratelli d’Italia hükümetinin riski demokrasinin sonu değil, kamusal alanın bu kez anti-faşist partiler tarafından savaş sonrası kurulan cumhuriyeti her zaman hor görmüş bir siyasi gücün elinde daha da erozyona uğramasıdır.
Bu erozyonun sosyal harcamaları baltalamak, anayasayı yeniden yazmak ve hükümet işlevlerini İkinci Dünya Savaşı’nda Direniş’te savaşanlarla alay etmek için kullanmak gibi birçok biçimi olması muhtemeldir. Gerçekten de Meloni hükümetinin performansı ne kadar kötü olursa, göçmenlere karşı Akdeniz’de bir “deniz ablukası” çağrısından “LGBT lobilerine” ve “toplumsal cinsiyet ideolojisine” karşı önlemlere kadar kimlik temalarına odaklanması o kadar gerekli olacaktır.
Bu tür takıntıların kökleri faşizme dayanmakla birlikte, Viktor Orbán ve Donald Trump gibi farklı geleneklerden gelen figürler tarafından da temsil edilen daha geniş bir nativist gündemin parçasıdırlar. Bu anlamda, eski neo-faşist ateşi taşıyan kişinin başarısı muhtemelen geçmişe dönüş değil, yeni bir şeyin ilanıdır.
NOT: www.contretemps.eu sitesinde David Broder tarafından kaleme alınan bu yazı İtalya’da Meloni liderliğindeki Fratelli d’Italia partisinin son seçimleri kazanmasıyla ülkede gelişen siyasi atmosferin anlaşılması için gazetemiz tarafından Türkçeye çevrilmiştir.