2. İslam ve Sol Çalıştayı 25-26 Ocak 2020 tarihlerinde gerçekleştirildi. İlki Ocak 2019’da gerçekleştirilen çalıştayın geçtiğimiz ay gerçekleştirilen ikincisi otuzu aşkın sunum ve tebliğle birlikte geriye hacimli bir dosya bıraktı. İlkinde olduğu gibi ikincisinde de konuşmacıların çeşitliliği öne çıkıyordu. “Liberal, muhafazakâr, ilahiyatçı, sosyalist, devrimci, akademisyen, yazar, milletvekili, solcu, İslamcı” gibi kendilerini farklı ideolojilerle tanımlayan birçok insanı bu çalıştayda bulmak mümkündü. Farklılık sadece ideolojilerde değildi kuşkusuz. ‘Sol ve İslam’ konusunu yorumlamada da farklılıklar mevcuttu. Ancak dikkat çeken şey bu farklılıklardan ziyade ortaklıklardı. Sonuçta aynı amaç ve iradeyle ikincisi düzenlenen çalıştayın temel derdi “sol” ve “İslam”ı yakınlaştırmaktı.
Çalıştayların asıl örgütleyicilerinden olan İhsan Eliaçık, bu çalıştayı neden yaptıklarını şöyle açıklıyordu: “Çünkü insanlar sol ve islam nasıl yan yana gelir diye garip bir soru soruyor. Şeytan görmüş gibi lanetli iki kelime görüyor. Bunu yıkmamız lazım. Buna böyle bakmamız lazım. Birbirine yaklaşmayan, ötekileştirilen, düşmanca gibi görünen bu iki kelimenin yan yana getirilmesi, insanların zihinlerine girilmesi gerekiyor.” Eliaçık, devamında şunu da eklemekten geri kalmıyordu: “Ali Şeriatı salonunda yapıyoruz bu toplantıyı, saygıyla anıyorum kendisini. O da Müslüman sosyalist liderlerinden biri. O daha çok kitapta kalıyordu biz sokağa taşıyoruz. Bu fikriyatı yaymaya devam edeceğiz.” Her bir katılımcı farklı tanımlasa da ‘Sol ve İslam Çalıştayı’na asıl rengini veren tartışmanın bu olduğu ileri sürülebilir. Yani “Müslüman sosyalist” -ya da başkaları kelimelerin yerini değiştirmek isterse “sosyalist Müslüman”- yaratmak bu çalıştaylara rengini veren ana unsur olarak göze batıyor.
MARKSİZM VE İSLAMI EŞİTLEME ÇABASI
Bu kadar farklı ideoloji ve çizgiden insanın konuşmacı olduğu bir çalıştayı, konuya dair ortaya konulan belirli bir fikrin penceresinden ele almak kendi içinde belli zorluklar barındırıyor. Fakat biz yine de elden geldiğince “asıl rengi” tartışmaya çalışacağız. Çalıştayın düzenleyicisi ve katılımcıları ‘İslam ve sol’a dair bu fikir bolluğunu verimli bulabilirler. Ancak bize göre, bu fikir bulamacı içerisinde, en azından Marksizm ve sosyalistlik adına söz söyleyenler bakımından İslam karşısında ciddi bir teorik taviz ve özürcülük söz konusu olduğu açıktır. Marksizm-Leninizm-Maoizmin, genel olarak dine dair ortaya koyduğu teorik ve bilimsel görüşleri savunmaktan aciz “utangaç sosyalistlerimiz”, İslam karşısında teoriyi eğip bükmekten hatta yer yer çarpıtmaktan da ne yazık ki geri kalmıyorlar. Diyebilirler ki ‘tartışma teoriye, felsefeye, ideolojiye dair bir tartışma değil politik yan yana geliş için bir arayıştı; bu nedenle de söz konusu görüşlerin dillendirilmesi Marksizm açısından bir sorun teşkil etmemelidir’. Fakat bu “iyi niyetli” yorumun gerçeklerle örtüşmediğini anlamak için çalıştaydaki sunum ve tebliğleri okumak yeterli. Müslümanlık adına birçok sunum tam da Marksizmin teorisine, felsefesine ve ideolojisine saldırıyor. Onu çarpıtıyor, kendi bakış açısından yeniden tanımlıyor ve İslamın lehine bir biçimde “hatalar” adı altında Marksizmi mahkûm etmeye çalışıyor. Diğer tarafta, Marksizm adına söz söyleyenlerde ise İslamın (dinin) kendisine felsefi, teorik ve bilimsel açıdan söz etmemeyi çalıştaya dair bir sorumluluk olarak gören bir yaklaşım öne çıkıyor. Dahası ‘İslam ve sol’u hem içerik hem de teorik doğruluk/haklılık bakımından eşitleme çabaları Marksizmin aleyhine bir biçimde İslama (dine) hak etmediği bir teorik itibar kazandırmaya hizmet ediyor.
Çalıştayın örgütleyicisi ve katılımcıları bu “eşitliği” yan yana gelebilmenin, tartışabilmenin ön koşulu olarak görüyor olabilirler. Ancak eleştirdiğimiz “eşitlik” belli bir amaç doğrultusunda sergilenen temsiliyet eşitliği ve karşılıklı fikirlere saygı değildir. Eşit olmayanların eşit olarak gösterilmeye çalışılması, Marksizm adına teoride bir tavizi ve pratikte ise bir kabullenişi beraberinde getirmektedir. Teorik, felsefi ve ideolojik olarak uzlaşmaz bir çelişki içerisinde bulunan Marksizm ve dini uzlaştırma çabası aksi tüm düşüncelere karşın boş bir çabadır. Bu çaba sosyalistler ve geniş kitleler nezdinde ancak bilinç bulanıklığına hizmet edebilir. Çünkü politik mücadelede ortaklaşmanın yol ve yöntemlerine dair bir tartışma olmakla sınırlı kalmayan düşünsel, teorik bir ortaklaşmanın tartışması ağır basmaktadır. İslami ideoloji ve Marksist-Leninist-Maoist ideolojiyi birbirine şirin gösterme çabasına denk düşen bu tartışmanın politik alana dair sınırlı tartışmalar dışında pek bir kıymeti harbiyesi de yoktur. Eğer varsa bu kıymet Marksistler açısından değil ancak dini felsefe ve teori bakımından vardır. Zira tartışmalarda dine, özelde İslama teorik ve felsefi bakımdan Marksizme özdeş hatta ondan daha ileri bir doğruluk ve haklılık kazandırma çabası vardır. Bunun için kimi İslamcı konuşmacılar da Marksizm adına konuşmakta, Marksizmi tariflemekte ve onu çarpıtarak İslama yedeklemeye çalışmaktadır. Sunum ve tebliğlerde çok kere eleştiren, yargılayan, kendine göre yeniden tarif eden bir ‘İslam’ ve onun karşısında özeleştiri veren, pratik eziklik yaşayan ve teorisini eğip büken bir ‘sol’ görülmektedir.
***
DEVLETİN VE HÂKİM SINIF KLİKLERİNİN ÖZELLİKLERİ
2. İslam ve Sol Çalıştayı’nda ortaya atılan iddia ve tartışmalara ilerde daha ayrıntılı yer vermek üzere çalıştayın gerçekleştiği coğrafyanın tarihi ve somut koşullarına değinmek yerinde olacaktır. Soyut bir din tartışması yürütmek yerine her bir gündem ve tartışmayı anlamlandıran, onun esas ve tali yönünü, nereye hizmet ettiğini belirleyen koşullarla ilgilenmek daha yerinde olacaktır. Bu koşullara, yaşadığımız ülkenin, devletin ve bugün politik iktidara yön veren hâkim kliğin niteliği ve özellikleri diyebiliriz.
TC’nin faşist resmi ideolojisi olan Kemalizm, kimilerinin zannettiği gibi din veya İslam karşıtı bir ideoloji değildir. Resmi ideoloji, devletin kuruluşundan bugüne “Türk-İslam sentezi” adı altında Türk milliyetçiliği (şovenizm) ve Sünni İslama yaslanmış, hem onu belirlemiş hem de ondan beslenmiştir. Bu yönüyle “hangi İslam?” sorusundan bağımsız olarak İslam, devletin de savunduğu, büyük katkılar sunduğu ve aynı zamanda kendine zincirlediği bir nitelik kazanmıştır. Burjuva devrimleri sonrası Avrupa ülkelerindeki gibi lâikliğe dayalı bir devlet yapısı Türkiye’de hiçbir zaman hayata geçmemiş, lâiklik anayasada yer almasına karşın pratikte devlet dini olarak Sünni İslam ayrıcalığını korumuştur. Devletin belirlediği din (ve yorumu) dışındaki tüm din ve inançlar baskı görmüş, kamusal olanaklardan yoksun bırakılmış ve asimile edilmeye çalışılmıştır. Bu baskı politikası esasta Alevilere ve Hristiyanlara uygulanmıştır. Bu baskıdan dönem dönem artan oranlarda Sünni İslam inancı da payını almış, devletin belirlediği sınırları aşan İslami düşünce ve hareketler baskıya maruz kalmıştır. Fakat Aleviliğe, Hristiyanlığa vs. uygulanan baskı politikasıyla Sünni İslama uygulanan baskı politikası içerik ve kapsam bakımından her zaman birbirinden farklı bir özellik göstermiştir. Hristiyanlığı benimseyen ulusların kitlesel katliamı ve tehcirinin ardından, ülkede kalan Hristiyan nüfus sürekli olarak devlet baskısı ve kontrolü altında tutulmuş, devlet için ciddi bir sorun olmaktan çıkarılmıştır. Ancak Aleviler için aynı durum söz konusu değildir ve devletin dini inanca yönelik baskı ve ayrımcılığını en iyi Aleviler özgülünde görmek mümkündür.
Türkiye’de İslami kimi hareketlerin, devlete hâkim olan kliğin özelliklerine ve o dönem ihtiyaç duyduğu politikalara göre devletin çeşitli baskılarına maruz kaldığı bir gerçektir. Özellikle bugün “ulusalcı” olarak tanımlanan, CHP’yle ve yakın tarihe kadar ‘asker’ ile anılan hâkim kliğin, geçmişte kendi klik çıkarları etrafında devleti, siyasi düzeni ve toplumu şekillendirirken hayata geçirdiği politikalar kimi İslami akım ve hareketler nezdinde de devlete karşı duruşu geliştiren önemli bir etken olmuştur. Söz konusu İslami akım ve hareketlerin, devlete karşı dişe dokunur fikir ve pratikleri daha çok bu dönemlerde gelişme göstermiştir. Ancak bu fikir ve mücadeleler, tutarlı ve istikrarlı bir hat çizememiş, devlete karşı muhalefet ve mücadele, esas olarak hâkim kliğe karşı mücadeleyle sınırlanmıştır. En ünlüsü 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası olmak üzere askeri darbeler de hiçbir zaman dini ya da İslamı hedefine koymamış, tam tersine egemenlerin sınıf çıkarlarına uygun olarak gelişmesini sağlamış ve onu şekillendirmiştir. İmam Hatip Liseleri, kuran kursları ve zorunlu din dersi gibi uygulamaların gelişiminde askeri faşist cuntaların ne kadar önemli pay sahibi olduğu bilinmektedir.
Bugün AKP’nin temsil ettiği ve “muhafazakâr” olarak anılan diğer hâkim klik, İslami akım ve hareketlerin her zaman zayıf karnı olmuş, bu hareketlerin büyük bir bölümü hızlı bir biçimde dönüşüme uğrayarak devletle uzlaşmış ya da onun saflarına geçmiştir. En son AKP örneğinde olduğu gibi birçok İslami akım ve hareket, iktidarın yanında saf tutmuş ya da belli bir baskı politikasından sonra iktidar tarafından devşirilmiştir. Bu durum esasta ülkemizdeki İslami akımların sınıf karakteriyle ilgili olduğu gibi dini ideolojinin kendisiyle de ilgilidir. Ülkemizde Sünni İslam ideolojisinin devletle ve politik iktidarlarla çelişkisi konjonktürel özellikler göstermektedir ve hâkim sınıf kliklerinden biriyle uzlaşma eğilimi ağır basmaktadır. Soyut tartıştığımızda diğer din ve inançlar özgülünde de aynı gerçeklik söz konusudur. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi devletin dini inançlar konusundaki taraflı tutumu yani Sünni İslamın devlet dini olarak destek bulması, farklı yorumlarına karşın Sünni İslam çerçevesinde hareket eden akım ve hareketlerin devletle çelişkisinin, zayıf ve uzlaşmaya açık bir çelişki olarak cereyan etmesine neden olmaktadır. Diğer yandan kategorik olarak aynı Sünni İslam, “sivil Cuma namazları” örneğinde olduğu gibi Kürt ulusal mücadelesinin etki alanı içerisinde cereyan ettiğinde ise devletin azgın bir biçimde saldırısına maruz kalmaktadır. Çünkü bu durumda İslam, Kürt ulusal çelişkisinin kapsam ve yoğunluğunun bir parçası haline gelmekte, haliyle bambaşka bir anlam kazanmaktadır.
Oysa ülkemizde dünden bugüne hâkim olan İslami akım ve hareketler, gerçek manada sınıfsal, sosyal, ulusal vb. çelişkiler temelinde sömürülen ve ezilen kitlelerin hareketine dayanmamış, hâkim sınıf kliklerine ve devlete karşı tutarlı ve istikrarlı bir çizgi geliştirememiştir. Dolayısıyla farklı dönemlerde farklı yönleri öne çıkan; ABD ve İsrail karşıtlığı, Filistin sorunu, lâisizm karşıtlığı, çoğu kez komünizm karşıtlığı ve Kürt, Alevi karşıtlığı gibi başlıklar hâkim sınıflar eliyle de İslami düşünceyi belirleyen ‘kültürel kodlar’ olarak geliştirilmiştir.
DİNİN VE ‘LÂİKLİK DİNİ’NİN BAYRAĞI ALTINDA…
AKP’nin yönetimde olduğu yakın tarihte İslami akım ve hareketlerin az önce bahsettiğimiz içerikle sınırlı “muhalif” niteliklerini de yitirerek büyük oranda AKP’ye ve devlete eklemlendiği bir gerçektir. İktidarın din üzerinden hayata geçirdiği propaganda ve politikalar herkesçe bilinmektedir. Devlet yönetiminde, eğitimde, toplumsal yaşamda ve hemen her alanda iktidarın dini aktif bir biçimde kullandığı, din ve milliyetçilik üzerinden toplumsal kutuplaşmayı geliştirerek halkı böldüğü, iktidarını bu yolla ayakta tuttuğu da bilinmektedir. Fakat bu “dini” eğilim sadece AKP ile sınırlı kalmamış diğer düzen partilerini ve hatta kimi liberal, reformist hareketleri de içine alarak genişlemiştir. Uzun yıllar bir tarafta CHP’nin “cumhuriyet” ve “lâiklik” üzerinden toplumsal propagandası diğer tarafta AKP’nin “din” ve “muhafazakârlık” üzerine kurduğu propaganda siyasi ve kültürel şekillenişi belirlemiş, toplum da bu propagandadan büyük oranda etkilenmiştir. Zamanla CHP “muhafazakâr” kitleyi etkilemek veya ürkütmemek için dini kullanmaya; AKP ise toplumsal tabanı ve ittifakları için “Cumhuriyet”i savunmaya dönük politika ve söylemleri de geliştirdiler. Halkın sömürüsü ve şovenizm konusunda birbirilerinin eline su dökemeyen hâkim klik temsilcileri, iktidara sahip olabilmek için renkten renge bürünmeye devam edeceklerdir. Bunun için birbirini üreten ve halkı gerçek sorunlarından uzak dar bir ikiliğin (“lâiklik, cumhuriyet”- “din, muhafazakârlık”) zihin dünyasına hapseden politikalardan vazgeçmeyeceklerdir. Bunda şaşacak bir şey yoktur, herkes sınıfsal rolünü oynamakta ve çıkarlarına uygun olarak dini veya “lâiklik dini”ni bayraklaştırmaktadır.
Ancak yaşanan şey hâkim sınıfların düzen partileriyle mi sınırlıdır? Bu süreçte kendini “sol, sosyalist, komünist” olarak tanımlayan birçok reformist hareketin ulusalcı çizgiye daha da eklemlenmesine, devrimcilik diye Kemalizmi ve faşist cumhuriyeti propaganda etmesine, AKP karşıtlığı adına CHP’ye yedeklenmesine tanık olmadık mı? Ya da kimi liberal solcuların toplumda keşfettikleri “muhafazakârlık” nedeniyle dinsel olanı yüceltmeye başladıklarını görmedik mi? “Yetmez ama evet”çilerin dünkü ve bugünkü biçimlerinden ise hiç bahsetmeye gerek yok. Görünen o ki bir yığın reformist ve oportünist siyasi hareketten oluşan, yaygın deyimle “sol” kesim, hâkim sınıfların şekillendirdiği siyasi ve ideolojik kamplaşmaların sadece bir eklentisi ve bileşeni haline getirilmek istenmektedir. Bu kamplaşmada HDP de bir yerde durmakta, başta CHP olmak üzere AKP karşıtı güçlerle “demokrasi ittifakı” kurmak istemektedir. Ayhan Bilgen ve ardından Selahattin Demirtaş “Atatürkçüler, muhafazakârlar, Kürtler, Aleviler, solcular, liberaller demokrasi ittifakında yer alabilir” diyerek hâkim klikler arası saflaşmaya göre saf kurmayı, kimliklere ve uzlaşmaya dayalı bir siyaseti hâkim kılmayı savunuyorlar.
Ülkenin hâkim politik iklimi bu şekildedir ve komünistler, devrimciler bu iklim içerisinde doğru rotayı savunmaya ya da rotasını bulmaya uğraşmaktadır. İki ana siyasi kamplaşmanın etkileri bir yana hâlihazırda ciddi bir teorik, ideolojik bulanıklık ve güçsüzlük yaşayan, kimlik siyasetinin dışına çıkamayan devrimci-demokratik hareketler nezdinde şimdi yeni bir tartışma yeşertiliyor. Bu tartışmanın adı ise “İslam ve sol…” Devrimci hareketin ideolojik zayıflığına denk düşer bir biçimde yakınlaşma, birbirini daha iyi anlama, toplumdaki yanlış algıları kırma vb. adına “solun Müslüman, dindarların da solcu olması” vaaz ediliyor. Ortada ne Marksizm-Leninizm-Maoizmin temel doğruları ne üretim ilişkileri ne sınıflar ne de bunlardan ileri gelen sistematik görüşler var. Ortada ne eylemde birleşmenin tartışıldığı bir hareket ne de politik eylemin ve hedefin biçimine dair bir fikir var. Kimine göre devrim kimine göre demokratik anayasa… Yeter ki “İslam ve sol” bir araya gelsin, yoksa “solcular faşist ve dindarlar yobaz” olacaktır (!) (Levent Gültekin)
Devam edecek…