HDP’li Rojbin Çetin’in Diyarbakır’daki evinde köpekli işkenceye uğramasıyla birlikte TC’nin işkenceci sicili bir kez daha gözler önüne serildi. Yüzlerce resmi ve özel harekât polisi eşliğinde evi kuşatılan, komşularına baskı uygulanan Çetin, üç buçuk saat boyunca polislerin ve polis köpeklerinin işkencesine maruz kaldı. Daha öncesinde yine Diyarbakır’da, polise teslim olan M.E.C isimli gence köpekli işkence uygulanmış ve M.E.C’nin işkence görüntüleri bilinçli olarak basına servis edilmişti. Devletin kendi faşist yasalarına dahi uymadığı, aleni bir biçimde ve hatta reklam edilerek uygulanan işkenceler T.C. devletinin özelde ise AKP ve MHP’den oluşan hükümet bloğunun ne yapmak istediği, ne durumda olduğuna dair tartışmaları beraberinde getirdi. Bu tartışmalar ağırlıklı olarak hükümetin yönetememe durumuna vurgu yapan “güvenlikçi politikalar” ve MHP ekseninde yürüdü.
Son dönemde özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve ilan edilen OHAL’den bu yana işkence, insan kaçırma, “faili meçhul”, gözaltında kaybetme gibi uygulamalarda had safhada bir artış olduğu biliniyor. Kuşkusuz TC’de işkence kuruluşundan bu yana sistematik ve kurumsal bir yapıya sahiptir. Ancak OHAL’le birlikte tüm topluma ve özellikle devlet için tehlikeli görülen kesimlere karşı işkence gibi uygulamalar yoğun bir artış göstermiştir. Bu yönüyle Rojbin Çetin’in maruz kaldığı işkenceyle beraber ortaya dökülen işkence gerçekliği yeni değil dünün devamıdır. “Özyönetim direnişleri” döneminde açıkça gerçekleştirilen katliam, kaybetme ve işkenceler adım adım yaygınlaştırılarak normalleştirilmeye çalışıldı. DHKP-C yöneticisi olduğu iddiasıyla Lübnan’da gözaltına alındıktan sonra Türkiye’ye getirilen ve 6 ay boyunca devlete ait bir binada elektrik, Filistin askısı, suyla boğma, tazyikli su, copla tecavüz girişimi, falaka, ayaklarından baş aşağı bağlama gibi sistematik işkencelere maruz kalan Ayten Öztürk’ün yaşadıkları “FETÖ” ile ilişkilendirilen ve aylardır kendilerinden haber alınamayan kayıpların yaşadıklarıyla benzerdi.
ÖNYARGILARA KAPILMAKSIZIN İŞKENCEYE KARŞI DURULMALIDIR
Darbe girişimi sonrası, birçoğu eski devlet görevlileri olan yüzlerce kişinin “FETÖ” suçlamasıyla kaçırıldığı, işkenceye maruz kaldığı, gözaltında kaybedildiği, tecavüze uğradığı ve kimisinin itirafçılaştırıldığı biliniyor. Devrimci ve yurtseverlerin çok iyi bildiği gibi bu işkence ve saldırılar ailelere kadar uzanarak kolektif bir cezalandırma ve gözdağı uygulaması olarak hayata geçirildi. Kimi durumda evli çiftlere uygulanan işkenceler birbirlerine karşı kullanılmak istendi, hamile kadınlar kanama geçirmelerine karşın işkenceye maruz kaldı, kadınların üzerine asit döküldü ve hatta “FETÖ”yle suçlananların çocuklarına, öğrencilerine dahi işkenceler yapıldı. Geçmişte devlette -kimisi rütbeli olarak- görevli olmaları; polis, asker, MİT mensubu olmaları ve en genel suçlamayla “FETÖ” mensubu olmaları, bu kişilere uygulanan işkencelere ve kolektif cezalandırma yöntemlerine karşı geniş bir kesimin de sessizliğini beraberinde getirdi. Bazısı dünün katilleri, işkencecileri olan fakat devlet hakimiyeti için yaşanan klik çatışmasında yenik düşerek tasfiye edilen kimi kişi ve kesimler, bugün kendi devletleri ve meslektaşları tarafından aynı muamelelere maruz kalıyorlardı. Bu gerçeğin bir yanı iken diğer yanı gözlerden kaçırılıyordu. Devletin sistematik ve kurumsal bir aracı olan işkence gibi uygulamalarına karşı her kim ya da hangi kesim maruz kalırsa kalsın karşı çıkmak ve bu politikaya karşı mücadele etmek gerekiyor.
Devletin on yıllardır komünist, devrimci ve yurtsever güçlere uyguladığı her türlü baskı, işkence ve katliamı “terör” söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştığı açıktır. Yine özelde Kürtlere yönelik en aşağılık işkence ve katliamların şovenist önyargılardan beslenerek meşrulaştırmaya çalışıldığı ve toplumun geniş bir kesiminin sessiz kalmaya zorlandığı biliniyor. “FETÖ” suçlaması getirilen kişilere yönelik işkence ve baskının da benzer bir şekilde meşrulaştırılmaya çalışıldığı ortadadır. Bu politikaya hiçbir yerde çanak tutulmamalı ve işkence, insan kaçırma, gözaltında kaybetme, “faili meçhul” gibi devlet politikalarına her yerde aktif bir biçimde karşı çıkılmalı, bu toplumsal bilinç geliştirilmelidir. Zira biliriz ki bu noktada gösterilecek her türlü zafiyet halka, devrimci, komünist ve yurtsever güçlerin karşısına daha yoğun işkence ve katliamlar olarak geri dönecektir.
DÖNEMSEL “GÜVENLİKÇİ POLİTİKALAR” DEĞİL SÜREKLİ FAŞİST DEVLET ŞİDDETİ
TC’nin işkenceci sicili saymakla, örnek vermekle bitmeyecek kadar kabarık ve yoğundur. Kurucu önderi İbrahim Kaypakkaya üç ay süren işkencelerde ve yine onlarca kadrosu en alçakça işkencelerde katledilmiş bir hareketin sürdürücüleri olan komünistler bilir ki işkence bir hâkim sınıf politikasıdır ve yenilmez değildir. Tarih boyunca işkence ve diğer baskı yöntemleri hâkim sınıflar tarafından ezilen ve sömürülen sınıflara karşı bir araç olarak kullanılmış, özellikle kapitalist-emperyalist sistemde daha ‘ince’ ve gelişkin yöntemlerle devam ettirilmiştir. Bu yönüyle işkenceyi hâkim sınıflar ve onların devletinden bağımsız tartışmak, burjuva sınırlar içerisinde “hukuk devleti” ve “adalet” aramak boş bir çabadır. Hele de bizimki gibi faşist bir ülkede burjuva liberal teorilere dayanarak demokrasi, hukuk, adalet söylemleri geliştirmenin sömürülen ve ezilen kesimlerden çok devlete yaradığı, onu meşrulaştırdığı açıktır. Bu anlamda ülkemizde son dönemde daha da yoğunlaşan işkence uygulamalarını “güvenlikçi politikalara” ya da MHP’nin hükümete etkisine bağlayan görüşler apolitiklik değilse bile deforme olmuş bir bilinç durumunu yansıtmaktadır.
Hâkim sınıflar için işkence bir amaç değil sınıfsal ve ulusal amaçlarına ulaşmak için kullandığı bir araçtır. Fakat basit bir araç değil her yönüyle kurumsallaşmış, sistematik uygulanan ve T.C. devletiyle özdeşleşmiş bir araçtır. Ne dönemseldir ve bir hükümete ait “güvenlikçi politikalar”ın ürünüdür ne de “psikopat ruhlu” birtakım devlet kadrolarının icraatıdır. İşkencenin temel amacı kişiyi amaçlarından vazgeçirmek ve teslim almakken beraberinde kolektif bir cezalandırma ve gözdağı uygulaması olarak da işlev görür. En gelişkin burjuva-demokratik cumhuriyetlerde bile ihtiyaç duyulduğu her an işkence gizli ya da açık bir biçimde hayata geçirilmektedir. Daha yakın zamanda George Floyd özgülünde ABD’de açığa çıkan devlet şiddeti, onlarca ülkede kendini gösteren aleni polis şiddeti, işkence de dahil olmak üzere her türlü şiddet politikasının sınıfsal özünü ortaya koymaktadır. Bu sınıf mücadelesinin bir yasasıdır ve hâkim sınıflar nezdinde bu şiddet politikasının yazılı olmayan sistematik bir aracı da işkencedir.
KARŞI-DEVRİMCİ ŞİDDETE KARŞI DEVRİMCİ ŞİDDETİ SAVUNMALIYIZ
Kuşkusuz şiddet sadece hâkim sınıfların uyguladığı karşı-devrimci şiddetten ibaret değildir. Bu şiddetin karşısında proletaryanın, halkın ve ezilenlerin haklı şiddeti; komünistlerin meşru devrimci şiddeti de mevcuttur. Fakat bu iki şiddet biçimi birbirinden öz olarak farklıdır. Birisi sömürü ve baskıyla korunabilen sınıfsal amaçlara hizmet eder ve haksızdır. Diğeri ise sömürü ve baskıya karşı sınıfsal, ulusal, cinsel vb. eşitliği ve özgürlüğü; nihai olarak sınıfsız-sömürüsüz bir dünyayı hedefler ve haklıdır. Şiddeti ortaya çıkaran neden ve amaçlar farklı olduğu için şiddetin biçimi ve hedefleri de farklıdır. Karşı-devrimci şiddet, toplumun azınlığını oluşturan egemenlerin sınıfsal çıkarlarını korumak için toplumun çoğunluğuna dönük bir şiddettir ve her türlü ‘insanlık dışı’ yöntemi içinde barındırır. Devrimci şiddet ise toplumun çoğunluğunu oluşturan; proletarya, halk ve ezilenlerin, egemen toplumsal azınlığa karşı-şiddetidir ve işkence gibi araç ve yöntemlerin karşısında durur.
Devrimci şiddet kendini en ileri biçimde proletaryanın toplumsal kurtuluş mücadelesinde gösterir. Kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşunu hedefleyen proletarya ve onun öncü gücü komünistler, bu tarihsel amaca uygun olarak işkence gibi uygulamaları kesinkes reddeder ve işkenceyi hâkim sınıflara ait, ona hizmet eden bir araç olarak mahkûm eder. Ancak sömürü, baskı, katliam ve işkence politikalarına karşı “hümanist” ya da “liberal” görüşlerle mücadele edilemeyeceğini bilerek hâkim sınıflara karşı her şart altında devrimci şiddetin haklılığını, meşruluğunu ve zorunluluğunu savunur. Bugün ülkemizde ve genel olarak dünyada egemenlerin artan şiddetinden bahsediyorsak her şart altında işkence gibi uygulamalara karşı durmalı, işkenceye ve esasta devlete karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. İşkencenin, tepkisizliğe hapsedilerek normalleştirilmesine, “terör” söylemiyle meşrulaştırılma çabasına ve liberal söylemlerle “tekil” suçlar olarak gösterilmesine karşı aktif bir biçimde karşı durulmalıdır. Fakat unutmamalıyız ki sistematik işkence hâkim sınıfların bir devlet politikası, kurumsal bir aracıdır. Bu nedenle işkenceye karşı mücadele gerçek anlamını ve özünü ancak devrimci mücadelede bulabilir ve işkence ancak hâkim sınıf iktidarları yıkıldığında son bulabilir.
* Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 9 Temmuz 2020 tarihli 65. sayısından alınmıştır.