Bir “Karaoğlan” vardı yakın tarihte Türkiye halkının hafızasında. Adı unutulmasın diye 70’lerin solcu-liberal politik ortamında yaşam bulmasına ve de ünlenmesine izin verilen, beslenip büyütülen, şapkasıyla “toprak işleyenin, su kullananın” sloganıyla “halk adamı” olduğu topluma kanıksatılan B. Ecevit; ince, kara bir oğlan olarak hafızalara kazınmaya çalışıldı. Tarihin o “çalkantılı” döneminde halkın biriken ve de “tehlikeli boyutlara” gelmesinden endişe edilen(!) bir öfkesi söz konusuydu. ‘68 hareketinin ve ‘71 devrimci kopuşunun şekillendirdiği gençliğin, emekçi sınıfların aynı zamanda köylülerin yükselen devrimci-demokratik mücadelesinin sistem içine çekilmesi için toplumu “sakinleştirebilecek”, enerjisini “boşaltmasını” sağlayacak bir “motor” gücüne ihtiyaç vardı. Tabi bir de şovenizmle zehirlenmiş bir “kahramanlık” gerekiyordu. Bu ihtiyaç “Karaoğlan” keşfinden sonra hasıl oldu. Artık çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının sorunlarına çözüm üretebilecek bir “halk adamı” vardı. Bu “halk adamı”nın yapması gereken bir dersi daha vardı. Hazırlığı iyi yapıp temsilcisi olduğu Türk hakim sınıflarına rüştünü ispatlaması gerekiyordu.
20 Temmuz 1974’te Karaoğlan, Kıbrıslı “Türk”leri, Kıbrıs’lı Rumlar’ın “baskılarından” kurtarmak için ve adanın kuzeyini “özgürleştirmek” için emir verdi orduya. Milli duygular kamçılanmış bir şekilde harmanlanarak “şanlı Türk ordusu”nun adaya müdahalesi, o zamanki basın yayın organlarında ve TRT’de flaş haber olarak verilmeye başlanmış ve “Türk’ün gücü” bir kez daha dünyaya gösterilmişti. Buna paralel Karaoğlan da adeta kahramanlaştırılmış “vatan ve millet sevdalısı” bir lider olmuştu. Bu lider Kıbrıs “zaferi”yle rüştünü ispatlamış, halkın sisteme yönelik biriken öfkesinin yatıştırılması ve alt seviyelere çekilmesi için bir mihenk taşı olarak kullanılmıştı. Bu temelde de andaki görevini layıkıyla yerine getirmişti. Böylece 68’de dünyada birçok ülkede gelişen ilerici toplumsal hareketlerin Türkiye’deki yansıması büyük ölçüde sistem içine çekilebilmiş geçici de olsa Türk egemenlerine bir nefes aldırabilmişti.
Emperyalizme göbekten bağımlı olan Türk devletinin kurulduğu günden beri temel hiçbir politikası efendilerinin izni ve desteği olmadan yaşam bulmamıştır. Bu topraklarda önemli politik kararları emperyalist efendilerinden bağımsız alamayan devlet, kendi coğrafyası dışındaki bir coğrafyaya askeri bir müdahale ile girmiş, işgal etmiş, yakıp yağmalayıp talan etmiş ve orada kendisinden başka hiçbir ülke tarafından tanınmayan, hatta Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kararlarıyla (1984 Mayıs’ında BMGK 500 No’lu kararla KKTC ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak değerlendirdi) işgalci olarak tanımlanan bir yönetim idare etmiştir. Emperyalist efendileri bile TC’ye yaptığının uluslararası hukukta bir suç olduğunu söylüyor ama kabul “ettiremiyor”. Hâlâ KKTC diye sadece TC tarafından tanınan bir “ülke”nin varlığı sorunu, uluslararası platformlarda “Kıbrıs Sorunu” olarak kabul görmekte ve Rum yönetiminin AB’ye üye olmasıyla birlikte de tüm Kıbrıs’ı kapsayacak tarzda bir mesele olarak masada durmaktadır.
ADANIN TARİHSEL SÜREÇTEKİ KONUMU
Ada, 1571’den 1878’e kadar Osmanlı’nın işgali altında kalmış, Osmanlı’nın yenilmesinden sonra Rusya’nın da güçlenmesiyle hakimiyetini yitirmiş ve yine Rusya’nın inisiyatifiyle Berlin Konferansı’nda İngiltere’ye kiralanmıştır. İngiltere, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra adayı ilhak ettiğini açıklamış ve Lozan Antlaşması’yla da bunu tescillemiştir. 1933 yılında ise Rumlar, İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadeleye başlamış, ilk işleri de Valilik konağını yakmak olmuştur. İngiltere bu durumdan kurtulmak için adaya yerleştirdikleri ve o zaman Müslüman olmayan Türkleri örgütleyerek, kaos ortamını oluşturmaya ve kendine rol biçmeye başlamıştır. İngiltere’ye karşı mücadele büyüdükçe İngilizler yeni örgütler kurmaya başladılar. 1944’te Fazıl Küçük, Milli Türk Halk Partisi’ni kurdu. İngiltere’nin egemenliğine karşı mücadelenin başını, daha sonra legal oluşumu AKEL olan Kıbrıs Komünist Partisi çekiyordu. 50’li yıllarda adanın önemi daha da artmış, Yunanistan tarihi ve ulusal bağları olduğu gerekçesiyle hak iddia etmeye başlamıştır. Türkiye ise bu duruma karşı adada kalıcı olan İngiltere’yi desteklemiştir.
1955’te Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü (EOKA) kuruldu. Örgüt Rum şovenizmiyle şekillenmiş, adadaki Türklere karşı eylemler düzenleyen bir karaktere sahipti ve yaptığı eylemlerle halkların karşı karşıya gelmesinin yollarını döşüyordu. Türk devleti de buna karşı özellikle Rumların yoğun yaşadığı bölgelerde provokatif açıklamalar yaparak Rumlara karşı halkı kışkırtma ve saldırtma politikasını devreye soktu. Bu temelde Kıbrıs’ta kendine bağlı paramiliter örgütlenmeler oluşturarak çalışmalarını yoğunlaştırdı. Nitekim “6-7 Eylül olayları” olarak bilinen, Mustafa Kemal’in Selanik’te doğduğu evin bombalandığını, bunu Rumların yanına bırakmamak gerektiği söylemiyle kışkırttığı provokasyonu sokaklara taşıdı. Rumlara ait iş yerleri, evler, mekanlar ateşe verilmeye, insanlar linç edilmeye başladı. Kuşkusuz ki yapılan saldırılar Özel Harp Dairesi tarafından planlanıyor ve gerçekleştiriliyordu. 1 Ağustos 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurularak, başına o zamanki görevi sömürge savcılığı olan Rauf Denktaş getirildi. Kurulur kurulmaz yayınladıkları bildirilerde Türklerin TMT’nin talimatlarına uymaları istendi. EOKA’nın saldırılarına karşı TMT’nin örgütlediği karşı savaş ile saldırılar artmaya başladı. Hem EOKA hem de TMT milliyetçi-şoven temelde örgütlenmiş özel savaş örgütlenmeleriydi. TMT Türk devletinin işgalciliğine zemin hazırlamakla görevlendirilmişti. Yani sadece Türk şovenizmini kışkırtmakla kalmadı, faşist işgalciliğe zemin hazırlamaya dönük politik-askeri faaliyetlerini inşa etti. Yaratılan kaos ortamı, çelişkilerin şiddetlenmesini beraberinde getirdi ve iki örgüt de bu soruna ilerici güçlerin müdahale etmesini istemediklerinden dolayı ilerici kurum ve örgütleri hedef aldılar.
1960 yılında Zürih ve Londra görüşmelerinde anlaşmaya varılmış ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması konusunda ortaklaşılmıştı. Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde her iki toplum da temsil hakkına sahipti. Ancak stratejik öneme sahip bu adada emperyalistlerin oyun planları hiç eksik olmadı. Türk ve Yunan egemen sınıfları, emperyalistler ve Kıbrıs’taki gerici güçler bu pazara ve stratejik alana hakim olmak için durmaksızın şovenizmi, kanlı oyunlarla besleyip büyüttü. Bu durum doğal olarak onların ürettiği barış ve uzlaşmaya dayalı çözümlerin daha başından ölü doğmasına neden oldu. Daha sonrasında TC’nin işgaliyle oluşan parçalanma “çözüm planlarının” masada hiç eksik olmamasını beraberinde getirdi. Ancak Kıbrıs’ta, Annan Planı gibi birçok plan ölü doğdu.
Yapılan antlaşmayla sorunların çözülebileceği hesaplanmış ama İngiltere yine kendinden bağımsız bir planın işlemeyeceğini ve ancak kendisinin rol aldığı bir planın işe yarayacağını göstermek için inisiyatifini kullanmaktan geri kalmadı. Adadaki İngiliz askeri varlığına dokunulamamıştı. İlk Cumhurbaşkanı Makarios olmuş, Fazıl Küçük ise yardımcılığına getirilmişti. Ama yapılan antlaşmayla beklenen olmamış, işler yumuşamamıştı. Türkiye müdahale sinyalleri vermeye başlamıştı. ABD Başkanı Jhonson, 5 Haziran 1964 tarihli mektubunda Türkiye’yi “şiddetli bir dille uyararak” müdahaleye karşı olduğunu bildirmişti. Ancak Türkiye, Türklere saldırıları bahane ederek iki gün boyunca Rumlara ait bölgeleri bombaladı. Buna ne ABD ne de İngiltere bir şey demedi. 15 Temmuz’da Makarios rejimine karşı Sompson Darbesi gerçekleşti. Adada durumların kötüye gittiğini düşünen TBMM toplanarak, hükümete savaş yetkisi verdi. 14 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Ecevit milliyetçi söylemlere sarılarak Türkiye’deki hakları baltalamaya başladı. Sompson darbesinden beş gün sonra 20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye adaya garantörlük anlaşmasına dayanarak müdahale etti, adanın kuzeyi işgal edildi. Bir devlet kuruldu ve TC’nin bütün kirli ilişkilerinin sürdürüldüğü, Akdeniz’de stratejik öneme sahip bir “yavru vatan” doğurtuldu.
KKTC günümüze kadar silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, kara para aklama vb. işlerinin yapıldığı, özellikle de mafyatik örgütlenmelerin başındaki isimlerin mekanı haline geldi. Türk Metal-İş Sendikası’nın başkanı Mustafa Özbek’in adanın kuzeyinin büyük bölümüne sahip olduğu söylentileri boş değildir. Türkiye’de ise sürekli olarak bu durum “milli bir dava” olarak propaganda edildi, halklar aldatılarak işgal meşrulaştırılmaya çalışıldı.
20 Temmuz 1974’de Türk ordusu tarafından Kıbrıs’a yönelik müdahale, emperyalizmin ve egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden ve emekçilerin çocuklarının asker elbisesi giydirilerek öldürmeye ve ölmeye gönderildiği bir işgal hareketidir. 44 yıldır Rum ve Türk halkları arasında bir sorunmuş gibi gösterilmeye çalışılan Kıbrıs, Lahey Planı ve Annan Planı gibi emperyalist önerilerle, TC ve Yunan devletlerinin müdahaleleriyle çözüme kavuşturulamaz. Gerçek ve kalıcı çözüm; emperyalistlerin ve işgalcilerin adadan kovularak, adada yaşayan her milliyetten işçi ve emekçilerin, halkların eşit ve kardeşçe yaşayabileceği demokratik sosyalist bir toplum yaratma yolunda ortak mücadelesi ile mümkün olacaktır.