4Nisan’da gerçekleştirilen “Üçlü Liderler Zirvesi”, “Astana girişimi”nin zemini üzerinde yükselmektedir. “Üçlü Liderler Zirvesi”nin ilki Kasım 2017’de Soçi’de gerçekleşmişti. Ankara’daki son liderler zirvesinin sonuç bildirgesi Soçi toplantısının sonuç bildirgesi gibi “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerini” teyit etmiş, Suriye halkının desteğini alacak bir anayasanın hazırlanması, BM gözetiminde şeffaf ve serbest seçimlerin yapılması ve böylece siyasi çözümün gerçekleşmesi, “gerginliği azaltma bölgeleri”nde sonuca gidilmesi yönünde kararlar almıştır. Yine “Suriye’de DEAŞ, Nusra Cephesi, El Kaide ve DEAŞ’la bağlantılı oluşumların ortadan kaldırılması amacıyla aralarındaki işbirliğini sürdürme kararlılığı” her iki bildirgede yer almaktadır. Zirvede temsil edilen Türkiye-İran ve Rusya’nın ortaklaştığı öncelikler, rejim dışı güçlerin bir anlaşmayla ya da zorla ortadan kaldırılmasını gerektirir. Halep’te, Doğu Guta’da ve şimdi İdlib’de yaşananlar bu doğrultudaki gelişmelerdir.
“Üçlü Liderler Zirvesi” İran ve Rusya için Suriye rejiminin güç ve otoritesinin büyümesi Suriye üzerinde devlet hakimiyetinin tesis edilmesidir. TC devleti için önemi, S. Kürdistanı’nın kazanımlarının ortadan kaldırılması, eğer bu mümkün değilse en alt düzeye çekilmesi, Kürt Ulusal Hareketi’nin darbelenmesi ve kendisinin kontrol ettiği güçlerin Suriye sahası ve siyasetinde etkili olmasıdır. Ortaklaşan öncelikler kapsam olarak Kürt Ulusal Hareketi ve S. Kürdistanı’nı da içine almakta, dolayısıyla TC’nin saldırısına cevaz vermektedir. Buna rağmen Efrin’e yönelik saldırı Astana Girişimi ortakları ve ABD’den gelen “olur” üzerine ancak gerçekleşebilmiştir.
İŞGALCİ DEVLETİN EFRİN’LE İMTİHANI
“Üçlü Liderler Zirvesi”nin ilkiyle ikincisi arasında geçen beş aylık süre içinde rejim Halep’te ve önemli ölçüde D. Guta’da hakimiyet sağlamış, Efrin kantonu tasfiye edilmiş, Kürt Ulusal Hareketi stratejik bir mevzi kaybı yaşamıştır. Bu gelişmeler liderler zirvesinin benzerleri gibi sembolik değil, belli bir sonuç alıcılığa sahip olduğunu gösteriyor. Mayıs ayında Tahran’da gerçekleşecek olan üçüncü zirveye dek Suriye’de neler yaşanacak kestirmek güç olsa da İdlib sorununun çözülmesi yani cihadistlerin kentten çıkarılması, sürecin en güncel konusu olacaktır. Ruhani’nin zirveden hemen önce “Türkiye Suriye’den çekilmeli” açıklaması Suriye’nin BM temsilcisi Caferi’nin aynı talebi dillendirmesi, Suriye Dış İşleri yetkililerinin TC’yi işgalci değerlendirip, ön koşulsuz biçimde Suriye topraklarından çekilme beyanları, önümüzdeki süreçte TC’nin Efrin’den çekilmesi ve bölgenin rejime bırakılması yönünde çağrı ve girişimlerin artacağını gösteriyor. Ayrıca KUH’un inisiyatifi altında Şehba bölgesine çıkartılan ve kamplara yerleştirilen yüzbinlerce Efrinli var. Bu nesnel durum da işgale son vermesi yönünde TC’yi zorlayacaktır.
İran-Türkiye ve Rusya, Suriye’nin bütününde devlet otoritesinin kurulması yönündeki anlayış birliğini zirvenin sonuç bildirgesine de yansıtmıştır. Seçimler ve yeni anayasanın hazırlanması iktidar gücünün paylaşımına ilişkin sorunlardır. Dolayısıyla sahada bir etkinlik sağlansa bile, siyasi yapının inşası ve Suriye’nin “yeniden kurulması” önemli çatışma noktaları olacak, “çözüm” hiç de erken gelmeyecektir. Açıktır ki faşist Türk hakim sınıfları Efrin’den, Cerablus’tan çıkmak için aceleci davranmayacak, yeni fırsatlar için kalıcıymış gibi hareket edecektir.
Efrin’in Esad rejimine devredilmesi koşullarında, Şehba bölgesinde kamp hayatı yaşayan Efrin halkı Efrin’e dönebilecektir. Bu tür bir gelişme Efrin’de KUH’un fiilen var olmasına, etkinlik sağlamasına imkan sunacaktır. Bu ise faşist TC’nin gayet iyi bildiği bir gerçektir ve ayak diremesi için çok önemli bir motivasyondur.
Gelişmelerin yönü bir kez daha gösteriyor ki “halkımızı katliamlardan korumak için…” Efrin kent merkezini çatışmadan bırakıp çekilmek TC’yi güçlendiren, saldırılarına ivme kazandıran yanlış bir karardı. Yenilginin bir cepheyle sınırlı olduğu dolayısıyla savaşın bütününü belirlemeyeceği söylenebilir. Kuşkusuz bu doğrudur. Başkan Mao “savaşma sanatı çarpışmaları değil, devrim savaşını kazanmaktır” diyordu. KUH Efrin kent merkezini çatışmasız tahliye ederken, Efrin direnişinin yeni bir aşamaya geçtiğini ve Efrin’de direnişin “gerilla savaşıyla” sürdürüleceğini belirtmişti. Şu ana kadarki pratiğin bu belirlemedeki gibi olmadığını söyleyebiliriz. Efrin halkı Şehba’da mülteci bir hayat yaşar gibidir. Efrin Meclisi Eşbaşkanı Hewi Mıstafa “halkımız ekmek su değil, BM gözetiminde topraklarına geri dönmek istiyor”, “uluslararası bir güvenceyle topraklarına geri dönmek istiyor” diyor. Bu ve benzer açıklamalara bakarak KUH’un, Efrin işgalini askeri bir savaşla söküp atmaya değil, uluslararası baskı mekanizmaları yoluyla mesafe almaya dönük bir politikaya sahip olduğu söylenebilir. Efrin halkının geri dönüş beklentisi uzun süre karşılanmayabilir. Hewi Mıstafa Şehba’nın küçük bir yer olduğu, yaşamı idame etme imkanlarından mahrum olduğu, yüzbinlerce insanın aynı alanda bulunduğu vb. açıklamalarından hareket edersek Efrin halkının Şehba’da uzun süre kalamayacağını, daha uygun bölgelere gitmek gibi bir hareket içerisine girecekleri öngörülebilir.
Ahmet Türk, TC devletinin dünyanın herhangi bir yerindeki Kürde bile düşman olduğunu söylerken kuşkusuz teşbih yapıyordu. Fakat faşist Türk devleti tam da A. Türk’ün söylediği nitelikte bir devlettir. Bu faşist devlet Efrin’i terk eden halkın trajedisinden bile güç devşirmeye çalışır. Bugün Efrin, halkın yerinde yönetimine dayalı demokratik bir coğrafya değildir. Bugün Efrin, Hewi Mıstafa’nın deyimiyle görünürde “hainler meclisi”nin olduğu, özünde ise işgalci faşist Türk devletinin halka, ezilen ulus ve inanç gruplarına zulmettiği bir coğrafyadır.
“ÖNLEYİCİ SAVAŞ” CEPHEYİ GENİŞLETİR
Komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının “topyekün” diyebileceğimiz saldırısı “önleyici savaş stratejisi” diye bilinen bir tarzın sonucudur. “Önleyici savaş”, saldırı potansiyelinin ortadan kaldırılması, böylece bir saldırı düzenlenmeden saldırı tehdidinin yok edilmesidir. OHAL’in ekonomik, siyasi ve askeri uygulamaları önleyici savaş anlayışına göre şekillendiği için saldırılar bu derece yoğun ve yaygın yaşanmaktadır. Bu konsepte “Bush doktrini” de denilmektedir. 11 Eylül saldırısı sonrası geliştirilmiştir ve Afganistan’ın, Irak’ın işgaline sıçratılmıştır. Bush’u 15 yıl geriden takip eden T. Erdoğan Ekim 2016’da “Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var, sınırımıza dayanmasını beklemeyeceğiz” diyor ve devamını şöyle getiriyordu; “Türkiye artık yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir, sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz”. Bu “yeni” güvenlik anlayışı durup dururken gelişmiyor. Bu anlayış korkunun derinleştiği, kronikleştiği sonuçlarda ortaya çıkar.
Gözaltı ve tutuklama gerekçeleri artık ekseriyetle “önleyici savaş” olmaktadır. Efrin işgali gibi bugün Irak Kürdistanı’na yönelik saldırı da aynı anlayıştan kaynaklanıyor. Hürriyet gazetesinin 22 Mart tarihli sayısında manşet “K. Irak’ta güvenlik kuşağı”ydı. Haberin devamında TC’nin 15 km derinlikte bir güvenlik kuşağı oluşturacağı yazıyordu. Nerina Azad sitesi ise Rudaw’a dayandırdığı haberle TC’nin bir aydır sınırdan Irak Kürdistanı’nın içlerine doğru 19 km ilerleyerek saldırılar yaptığını, Bradost bölgesinde karadan ve havadan saldırıya geçildiğini 6 köyün tamamen boşaltıldığını vb. belirtiyordu.
“Önleyici savaş” stratejisi Türkiye özgülünde topyekûn saldırı karakteri kazanmak zorundadır. Düşmanın saldırı cephesini büyütmesi öznel gücün yeterliliği tesis edildiği ve ciddi bbir hata yapılmadığı durumda ulusal ve sosyal kurtuluş hareketi açısından iyidir. Komünistler bu saldırının üstesinden halk savaşını geliştirerek, savaş sanatında ustalaşarak ve bir KP’nin olması gereken çalışma tarzını hakim kılarak gelecektir, gelmelidir. Bunun için önceliklerimizi dikkatle belirlemeli ve bunlara yoğunlaşmalıyız.