İşçinin Şeytanı: Vergi Tahsildarı Devlet

İşçi sınıfının kendi için sınıf olması ve sınıflar savaşının temel ilkelerini belirleyen işçi sınıfının aydınlık bir dünya için meşalesi Karl Marks, tüm Avrupa’yı sarsan 1848 Devrimlerinin ardından Fransa’daki tabloyu değerlendirirken “Köylü şeytanı resmetse onu vergi tahsildarı kılığında resmeder!” demişti. Geride kalan neredeyse iki yüz yıla rağmen günümüzdeki tablo değişmedi. İşçi sınıfının emeğini gasbetmekle yetinmeyen sömürücü zorbalık düzeni, aynı zamanda vergiler yolu ile ayakta tutulmaya çalışılan sistematik bir soygun düzenidir. Günümüz dünyasında hâkim sınıfın baskı aracı olan devlet sözde tüm toplumun ama esasta kendi sınıf iktidarının ihtiyaçlarını karşılamak için vergi toplarken vergi etrafında çok önemli sınıf mücadeleleri yaşanmış, varlıkları elinden alınan kitleler büyük isyan ve başkaldırılara girişmişlerdir. Vergiler çok uzun zamandan beri sınıf mücadelesinin temel gündemlerinden biridir.

Verginin tarihi sınıfların ortaya çıkışına ve buna bağlı olarak devlet mekanizmasının gelişmesine kadar uzanır. Devlet egemenliğinin en temel göstergelerinden biri olan vergi sistemi sömürülen sınıflardan sömürücü sınıflara zenginliğin aktarılmasının bir yolu olmuştur hep. Doğrudan silah zoru ile toplanan haraçtan yasal vergiye geçişte modern devlet oluşurken verginin sınıflar arası mücadeledeki önemi azalmayıp artmıştır.

Son yıllarda yüksek enflasyon karşısında işçiler siyasi iktidar ve sermaye sahipleri tarafından adeta mengeneye alınmış durumda. Bir yandan satın alma gücü düşüyor, diğer yandan da sırtımızdaki vergi yükü artırılıyor. Siyasi iktidar çeşitli “vergi paketlerini” cilalayarak şimdi yeni ama daima eski olan taktiklerle önümüze getiriyor. Vergi adaleti gibi gösterilen lakin patronlardan göstermelik bir kaşık alıp işçi ve emekçilerden kepçe kepçe almanın hesabını yapıyor.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bütün bu alengirli, cafcaflı, ambalajlı politikaları hayata geçirmeye çalışırken amaçlarının vergi adaletini sağlamak olduğunu söylüyor! Oysa ülkedeki vergi sistemi ve yapılanlar, gerçeğin bunun tam tersi olduğunu gösteriyor. Öncelikle bir ülkenin toplam vergi gelirinin dolaylı dolaysız vergiler arasındaki dağılımı, o ülkede uygulanan vergi politikasının ne kadar adil olduğunun göstergelerinden biri olarak kabul edilir. Bu tablo neredeyse ülke kuruldu kurulalı değişmedi. Tüketim üzerinden toplanan KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin payı ne kadar yüksekse vergilendirmedeki adalet o kadar düşük demektir. Bu anımsatmadan hareketle güncel duruma bir göz atalım. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre 2024 Ocak ile mayıs ayları arasında yapılan vergi tahsilatının sadece yüzde 35,6’sını doğrudan vergiler oluşturdu. Diğer yandan devletin bu yıl topladığı her 100 liralık verginin 64,4 lirasını tüketiciler ödedi, yani ezici çoğunlukla işçi ve emekçiler! Vergi konusunun hangi başlığını ele alırsak alalım işçi sınıfı aleyhine vahim bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. 2024 başında yapılan bütçe planlamasında sermaye sahiplerinin vermesi gereken 1,8 trilyon lira tutarında verginin “vergi indirimi”, “vergi muafiyeti”, “vergi istisnası” adı altında uygulanan “sermaye koruyucu politikalarla toplanmaması kararlaştırıldı. Yani siyasi iktidar, toplam vergi gelirinin yaklaşık yüzde 30’undan sermaye lehine vazgeçti. Öte yandan bir yıl içinde şirketlerden alınan kurumlar vergisindeki artış sadece yüzde 61 oldu. Yani, kâr rekorları kıran patronlardan alınan vergilerdeki artış resmi enflasyonun dahi altında kaldı! Her geçen gün geçim derdi büyüyen işçi ve emekçilerden toplanan gelir vergisi ise bir yılda yüzde 126 arttı. İşçiler gelir vergisi üzerinden sistematik bir biçimde açıkça soyuluyor. 2024 başında ilk vergi dilimi 110 bin lira olarak belirlenmişti. Asgari ücretin yalnızca 6,5 katı olan bu düşük tutar nedeniyle milyonlarca işçi ikinci vergi dilimine girdi ve her ay daha fazla vergi öder hale geldi. Sendikalı işçilerin önemli bir bölümü ise daha yılın ikinci yarısına yeni girmişken yüzde 27’lik üçüncü vergi diliminin eşiğinde! Türkiye’de işçiler daha ücretlerini almadan peşin peşin gelir vergisi öderken, tükettikleri her ürün için de vergi vererek çifte vergilendirmeye maruz kalıyor. Kaba bir hesapla durumun vahametini somutlaştıralım: 30 bin lira net ücreti olan bir işçiden, yıl boyunca toplam 95 bin lira gelir ve damga vergisi kesiliyor. İşçinin tüketimi üzerinden kesilen KDV, ÖTV gibi dolaylı vergileri de kabaca (mesela yüzde 15 kabul edelim) hesapladığımızda bu işçinin yıllık toplam 150 bin lira vergi verdiği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz! Ay sonunu zor getiren işçiler için bu vergi yükünü adaletsiz diye tanımlamak yetersiz kalıyor. Peki, bu vergiler bize nasıl geri dönüyor? Sağlık alanından örnekleyelim. İktidar “sağlıkta kuyrukları bitirdik” diye övünüyor ancak emekçiler artık ekran başında MHRS randevu kuyruğuna girmiş durumda. Kimi bölümlerde 3-4 ay sonraya randevu verilirken kimilerinde randevu bulmak adeta imkânsız. Sağlık Bakanlığı iki hasta arasındaki randevu süresini 2022’de 10 dakikadan 5 dakikaya düşürmüştü. Sağlık emekçileri o günden bugüne “5 Dakikada Sağlık Olmaz” diye haykırırken geldiğimiz aşamada bir hekime 10 dakikada 4 farklı hasta randevusu veriliyor. Yani hem sağlık emekçilerinin çalışma koşulları ağırlaşıyor hem de sağlık hizmeti daha da niteliksizleşiyor. Eğitim harcamalarının esas yükü, “yeterli ödenek yok” denilerek büyük ölçüde velilerin sırtına yıkılıyor. Kreşler açılmıyor. Her birimiz her gün birkaç saatimizi kalabalık, tıkış tıkış toplu taşıma araçlarında geçiriyoruz… vs. Bu tablo istisnasız tüm kamusal hizmetler için geçerlidir. Sözde toplanan verginin kullanılacağı tüm alanlarda hem niteliksiz hizmetlerle karşı karşıyayız hem hemen hepsinde hatırı sayılır oranda ücretler ödemek zorunda kalmaktayız. Emekliler “kaynak yok” denilerek 10 bin lira sefalet aylığına, işçiler açlık sınırı altında kalma rekoru kıran kölelik asgari ücrete mahkûm ediliyor. Sonuç olarak sermaye sınıfı deveyi havuduyla yutarken işçi ve emekçiler yıllar içinde daha fazla vergi ödeyip daha az ve niteliksiz, çoğunlukla da yüksek ödemeli hizmet alır hale geliyor.

2024 yılı bütçesinde vergi gelirlerinin yüzde 95 artırılacağı söylenirken bir yandan da sermayeye teşviklere ve vergi aflarına devam edileceği ifade ediliyor. Peki bu vergi gelirlerindeki artış kimin üzerinden sağlanacak? Elbette ki içinde bulundukları ekonomik darboğazdan çıkışın yolunu krizin faturasını da vergi yükünü de işçi emekçi kesimlere yüklemekte görüyorlar. Temmuz ayında asgari ücrete zam ve emeklilerin kök aylıklarında iyileştirme yapılması yönündeki taleplere kulak tıkanmasına karşı etkili ve örgütlü bir tepki gösterilmemesi halinde milyonlarca emekçi ve emekli için gerçek anlamda kâbus dolu günler yaklaşıyor.

Öz itibariyle tüm bu sömürü-soygun düzeninden; açlığın, yoksulluğun, işsizliğin kaynağından; vergi mengenesini kuran ve işleten bu çarktan adalet beklemek öküzün altında buzağı aramak demektir. Ekonomik yıkımın faturasını ödemeyi reddetmek için yapılması gereken ise açıktır. İşçi sınıfının örgütlü bir güç olarak masaya yumruğunu vurmasından, sömürücü ve soyguncu zorbaların karşısına örgütlü, birleşik mücadeleyle çıkmasından ve yek vücut olarak bu politikaların karşısında aktif konumlanmasından başkaca bir çözüm yoktur.