[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
III. Neoliberal Politikalar ve Sendikasızlaştırmaya Etkileri
Bilindiği üzere burjuvazi, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren daha fazla kâr için ihtiyaç duyduğu ekonomik sosyal ve siyasal ortamı yaratmaya çalışmış, dönemin çürümüş ve çökmüş tüm ilişkilerini değiştirmiş, sosyal yapıyı biçimlendirmiş ve siyasi yapıyı değiştirmiştir. Döneminin tüm katı gelenekleri ile tutum ve anlayışlarını parçalamıştır. Kâr odaklı üretim hareketinin özgürleşmesiyle katı olan her şey buharlaşmıştır. Sermaye tüketiciye ulaşmada ve daha fazla kâr etmede, her seferinde yeni modeller geliştirmiş, model tıkandığında yaşanan krizleri başka bir modelle aşmaya çalışmıştır.
1970’li yıllar kapitalist üretim tarzında içerili olan çelişmenin bir sonucu olarak yaşanan krizlerin ve emperyalist paylaşım savaşının devamındaki devlet merkezli politikalardan çıkışın gerçekleşmeye başladığı, bu anlamda sermayenin “yeni model” arayışlarının olduğu bir dönemdir. Nitekim, 1970’lere kadar üretkenlik artışı sağlayan yöntemlerin gelişmesinin bir sonucu olarak yaygınlaşan, sözde kitlesel üretim, kitlesel tüketim denkliğine dayanan Fordist üretim modelinin (1920’li yılların başında yaygınlaşan, makinaların işleyişine ve temposuna bağlanan üretim sürecinde işçi denetiminin gerilemesinin kaçınılmaz sonucu olarak oluşan vasıfsız işçiliği örgütleyen, bu vasıfsız işçilerin bir üretim bandı oluşturduğu, kitle üretimi ve kitle tüketimi üzerine kurulu bir sistem. Bu sistem kapitalist üretimde makineleşmenin, dolayısıyla emeğin makine aracılığıyla sermayenin denetimine geçmesinin tarihsel bir eğilim olarak gerçekleşmesinin sonucudur. Marks bu eğilimi “sermayenin emek üzerindeki gerçek boyunduruğu” olarak tanımlar. Bu sistemde her bir işçi, üretim bandında basit ve vasıfsız bir işle görevlidir ve bütünde, dolayısıyla ürünün de ne olduğu konusunda bilgisizdirler.) ve daha çok da Büyük Depresyonun sermaye birikiminde yarattığı dehşet tıkanıklığın aşılmasını sağlayacak politikaları içeren, kriz yönetimine endeksli Keynesyen model, kapitalist sistemin kaçınılmazı olan krizin yeniden baş göstermesiyle etkinliğini yitirmiştir. Planlı bir ekonomi modeli içeren Keynesyen politikaların kapitalizmin doğasına aykırılığı, dolayısıyla sürdürülemezliği, iç pazarda standart ürünlere olan talebin doyma noktasına gelmesi ve talebin yapısındaki farklılaşmalara sistemin cevap verememesi, bu dönemde karşılaşılan tıkanıklığın önemli bir nedeniydi.
Kayan Bant sistemi ile üretimin sürekli kılındığı Fordist üretim tarzında, maliyetler artmakta, firmalar talep düzeyini korumak için fiyat indirimlerine gitmek zorunda kalmaktaydı. Meydana gelen ürün fazlalığı, firmaların yeni ihracat pazarları yaratmalarını zorluyordu. Bunun yanı sıra firmaların, maliyetleri düşürme girişimleri güçlü ve örgütlü işçi hareketinin muhalefetine takılıyordu. İş yerlerinde artan direniş ve grevler, verimlilikte görece düşüşe yol açıyordu. Bu süreçte gelişmiş ülkelerin iç piyasalarında farklılaşmış ürünlere olan talep artmış, uluslararası piyasalarda ise imalat sanayiine yönelmiş üçüncü Dünya ülkelerinin rekabet etme gücü görece artmıştı. Sistem bir verimlilik ve kârlılık krizine girmişti. Bu krizi aşmaya yönelik olarak hem iktisadi hem de ideolojik olarak benimsenen (Keynesyen politikalar bir tür sapma, kapitalist üretim tarzının “düzenlenmeler”le sürdürülebilir kılınmasını amaçlayan bir içeriğe sahiptir; dolayısıyla geçici bir uygulama alanına sahipti, ideolojik olarak aşılacaktı.) yeni liberal politikalar, ülkeleri dünya ekonomisi ve siyasetinde yeni bir yapılanma ve iş bölümüne zorlayan bir dönüşüm yaratmıştır. Bu dönüşüm sürecinin en belirgin özelliklerinden biri, sermayenin, zaman ve mekân üzerindeki gücünü artırmak suretiyle düzenin katı olarak gördüğü güç ve üretim ilişkilerini kendi lehine esnekleştirmek yoluyla daha fazla perçinlemek istemesidir. Artık sermaye için Keynesyen politikaları, sosyal korumacı yasal mevzuat ve güvenlik sistemleri, ulus devletin ekonomide ve bürokrasideki etkinliği ve sendikaların gücü, istediği dönüşümün önünde en büyük engeli oluşturmaktadır. İşte bu anlamıyla neoliberal politikalar sermayenin ulusal ve uluslararası alanda bağımsızlığını artıracak bir olguya dönüşmüştür. Sermaye geliştikçe ve arttıkça sermaye ve emek arasındaki güç ilişkisi sermayenin lehine bozulmuştur. Bu dönemde artan uluslararası rekabetin meydan okumalarına ve kâr oranlarında görülen gerilemeye karşı firma düzeyinde üretim sistemi yeniden yapılandırılırken uluslararası ticaret ve finans kesiminin önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik girişimler önem kazanmış, uluslararası iş bölümü yeniden yapılandırılmıştır. Neoliberal politikaların neredeyse tüm Dünya ülkelerinin hâkim ideolojisi haline gelmesi, özelleştirme politikalarının, tüm ülkelerin krizi aşmasının önemli bir aracı olarak görülmesi, devletin ekonomideki müdahale alanlarının daraltılması ve yeni üretim sisteminin gerektirdiği iş gücünü düzenlemeye yönelik makro politikaların uygulamaya sokulması yeni yapılanma ve iş bölümünün gerekleri olarak benimsenen genel eğilimler olmuştur. Bu durum, daha çok yarı sömürgelerdeki, az gelişmiş ülkelerdeki yapısal uyum programlarıyla, bu ülkelerin hem üretim merkezleri hem de pazar olarak uluslararası sisteme entegrasyonu süreci ile yürümüştür. Nitekim Türkiye’de 1980’li yıllar, ithal ikameci politikaların terk edilerek dışa açık özel sektör önceliğinde ülke ekonomisinin küresel sisteme entegrasyonunu sağlayacak politikaların uygulamaya sokulduğu yıllardır. IMF ile yapılan “stand by” anlaşması çerçevesinde uygulanan ve ekonomik-finansal sistemin liberalizasyonunu sağlayacak olan bu politikalar, kamu kesiminin özel sektörün lehine daraltılmasını, Kamu İktisadi Kuruluşlarının özelleştirilmesini, dış ticaretin önündeki engellerin ve tarım kesimindeki korumacılığın kaldırılmasını öngörüyordu. Bu dönemden itibaren özelleştirme faaliyetlerinin planları başlamıştır ve planlar doğrultusunda özelleştirmeye hız verilmiştir. Devlet, yatırım alanlarından derece derece çekilmiş, uzun zaman sanayi kesimi için formel istihdam kaynağı olan ve iş güvencesinin ve mevcut sosyal güvenlik şemsiyesinin son derecede sınırlı olduğu bir ortamda, geniş kitleler için aynı zamanda sosyal bir güvence anlamına gelen kamudaki istihdam alanları daraltılmıştır. Bu gelişmelerle birlikte uluslararası finans kuruluşlarının dayatmasıyla radikal bir biçimde yürürlüğe giren ve tarıma verilen destekleri ortadan kaldırmaya yönelen “tarım reformu” hem şehre göçü hızlandıracak hem de geçmiş dönemlerde bir ayağı köyde olan göçmen olgusunu tamamen ortadan kaldıracaktır. Nitekim Türkiye’de şehirleşme oranı, 1965 ile 1985 arasında sadece yüzde 35’ten yüzde 46’ya yükselirken son 15 yıl içinde yüzde 74’e çıkmış durumdadır. Kuşkusuz bu oranlamada bürokratik düzenlemelerin de etkisi vardır ve bunu ihmal etmemek gerek… Sanayi sektörünün ise bu göçü emebilecek bir yatırımı gerçekleştiremediği ortadadır. Özel sektör liderliğinde ihracata yönelik sanayileşme sürecinde ihracatta gerçekleşen kazanımlar, yatırımlarla desteklenememiştir. Yatırım stratejisinde yapısal bir bozukluğu ifade eden bu durum, gerekli yatırımları sağlayamayan, mevcut kapasitenin yükseltilmesine, büyük ölçüde teşviklere ve emek gelirlerinin daraltılmasına dayalı yapay nitelikli bir yapının göstergesidir. Kamu sektöründeki sanayi yatırımları daraltılırken özel sektörün yeni yatırımlar gerçekleştirememesi, ülke ekonomisinin ihracata yöneldiğini fakat sanayileşemediğini göstermektedir. Dışa açık sanayileşme ihracata yönelik imalat sanayi ile ticari hizmetlere görece önem kazandırmış ve emek yoğun sektörlerin lehine bir değişim yaratmıştır. Nitekim bu yıllarda ihracatının yaklaşık yüzde 70’lik bir kısmının emek yoğun ve kaynak yoğun mallarla gerçekleştiren Türkiye, farklılaşmış ve teknoloji yoğun mallarda neredeyse tamamıyla dışarıya bağımlı bir ülke konuma gelmiştir. Bu yönüyle Türkiye, uluslararası piyasalarda, emek ve kaynak yoğun tüketim ve ara mallarda uzmanlaşmış bir ülke konumunu pekiştirmiştir. Bu yapı içerisinde imalat sanayindeki küçük işletmecilik varlığını ve önemini korumuştur.
İmalat sanayideki bu modelin işlemesinde kuşkusuz ücret politikaları önemli bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi korumacı bir dış ticaret rejiminin geçerli olduğu ithal ikameci dönemde ücret hareketlerini belirleyen temel etken kitlesel bir iç tüketim pazarına duyulan ihtiyaçtı. Bu nedenle ücretler bir maliyet unsurundan çok bir talep unsuru olarak görülmekteydi. Talebin kaynağını iç pazardan dış pazara kaydırma amacı ve bunun daha çok emek yoğun ve kaynak yoğun mallarla gerçekleştirilmesi ücreti bir maliyet unsuruna indirgemiştir. Dışa açık büyüme modelinin benimsendiği süreç için ifade edilebilecek bir başka olgu, etkisini toplumun geniş bir kesimi ve özellikle örgütlü işçi hareketi üzerinde gösteren, ekonomideki sürekli kriz ve istikrarsızlıktır. Türkiye ekonomisi, büyüme- kriz sarmalında sıkışıp kalmış bir görünüm sergilemektedir. 1978- 1980 yılında görülen krizden sonra kısa aralıklarla süren (1989-1991, 1992-1994, 1996-1998 ve 2001) kriz dönemleri yaşanmıştır. Dışa açık bir ekonomide ve kriz koşullarında patronların artan rekabeti ve kâr oranlarını düşük ücretlere dayanarak dengeleyebilme olanakları artırdığına yönelik göstergeler mevcuttur. Bu durum, büyümenin, işçilerin koşullarındaki gerilemeyle birlikte gerçekleştiğini göstermektedir. Hem krizlerin bu kadar kısa aralıklarla meydana gelmesi hem de büyümeye rağmen görülen yaygın işsizlik ve ücretlerdeki gerileme, işçi sınıfı açısından kriz ve istikrarsızlık sözcüğünün olağanüstü bir devreden çok olağan bir durumu yansıttığını düşündürtmektedir. Bu durum, yukarıda özetlediğimiz neoliberal politikaların, toplumu atomize edici ve güvensizliği olağan kılıcı sonuçlarının, sendikal dayanışmayı, -her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmasına rağmen- engelleyici etkisi olmuştur.
IV. İstihdam İlişkilerindeki Belirsizliğin Artışı ve Güvensizlik
Standart istihdam ilişkisi çalışanlar açısından belirli bir istikrarı içerir. Çünkü, bu tip bir istihdam ilişkisinde çalışma somut olarak bir patrona, sözleşmeye ve sözleşmeden kaynaklanan güvencelere dayalıdır. Bu istikrarı tamamlayan unsurlar ücret, sosyal koruma ve örgütlenme hakkıdır. Ancak iş gücü piyasasının kuralsızlaştırılmasına yönelik yeni yasal ve kurumsal düzenlemeler nedeniyle belli bir istikrara dayanan istihdam ilişkisi yerini bireysel istihdam ilişkisine bırakmaktadır. Günümüz çalışma şeklini tanımlayan temel argüman, sözleşmenin olmadığı veya işin niteliği gereği süreksizlik gösterdiği istikrarsız çalışma şeklidir. İş verenlerin, yasalardan ve ücretlerden doğan maliyetlerden, talep dalgalanmalarının yarattığı risklerden kaçınmasının en iyi yollarından olan taşeron ve fason üretim ile eve iş verme sisteminin yaygınlaşması geçici, mevsimlik, evde çalışma gibi işçi –patron ayrımını belirsizleştiren ve işin görünürlüğünü bulanıklaştıran istikrarsız ve çoğu zaman güvencesiz istihdam biçimlerini yaygınlaştırmıştır. Küçük işletmelerin ve kayıt dışı istihdamın artmasına neden olan bu gelişmeler, sendikal dayanışmayı engelleme stratejilerinin önemli bir aracı olarak kullanılabilmektedir.
Bu tip istihdam ilişkilerinde belirli bir patronun olmaması veya işin bir güvencede olmaması/yaşam boyu algılanmaması, belirsizliği ve istikrarsızlığı artıran bir unsurdur. İstikrarsızlık pek çok çalışan için, hissedilen güvencesizliğin yanında endişenin de kaynağıdır. Geleceğe yönelik bir kaygı olan endişe, sürekli riskle dolu bir ortamda hissedilir ve geçmiş deneyimlerin bugüne rehberlik edemediği süreçlerde yoğunlaşır. İşte neoliberal politikaların yarattığı kronik kriz hali, işsizlik ve istikrarsız istihdam biçimleri bu süreci oluşturan unsurlardır. 1980’lerden sonra giderek daha fazla kişi kayıt dışı sektöre dahil olurken yeteri kadar istihdam yaratamayan formel sektördeki işçiler pazarlık güçleri, işten atılma ya da eski ücretlerine ve haklarına razı olma arasında bir tercih yapmaya zorlanmış, savunmasız ve daha esnek bir emek pazarı arasında sıkıştırılmıştır. Böyle bir yapıda işsizlik, sürekli olarak işçileri kontrol ve disipline etmede önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Çalışarak elde ettiği ücretten başka bir gelire sahip olmayan işçiler için, iş kaybı çoğu zaman yoksulluk anlamına geldiğinden, iş güvencesi tüm istemlerin önüne geçebilmektedir. İşçiler arasındaki rekabeti artıran ve dolayısıyla dayanışmayı zorlaştıran bu durum, örgütlü iş yerlerinde de görülmektedir. Üyelerinin işini korumak sendikaların temel amaçlardan biri haline geldiğinde, artık kendi üyeleri için düşük ücret artışına razı olan ve aynı iş yerinde dahi taşeron işçilerinin düşük ücret, güvencesiz çalışma gibi kötü çalışma koşullarına rıza gösteren, savunmacı bir politika izledikleri görülmektedir. Bu durum çalışanlar arasında sendikalı işçilere yönelik “işçi aristokrasisi” duygusunun ve dolayısıyla bir öfkenin oluşmasına da neden olabilmektedir.
Türkiye’deki iş gücü piyasası kentlerde formel alanda istihdam edilen, nitelikli, sendikalı ve sosyal güvenlik kapsamındaki işçilerin oluşturduğu küçük sayılabilecek bir kesim dışında, sigortasız, düşük ücretli, niteliksiz, örgütsüz iş gücünün büyük bir çoğunluğu oluşturduğu bir özelliğe sahiptir.
Önceleri kırdan kente göç edenlerin kentte tutunma stratejisi olarak değerlendirilen enformel sektör ise bugün iş gücü piyasasının yapısal bir özelliği olmuştur. Homojen gruplar arasında dayanışmanın sağlanmasının görece daha kolay olduğu kabul edilmektedir. Oysa gerek çıkarları gerekse çalışma normları birbirlerinden oldukça farklı ve geçici çalışma ilişkilerine tabi olan işçi kitlelerinin artışı dayanışmayı güçleştirmekte ve güvensizliği artırmaktadır. Her şeyden önce kısa vadeli çalışma ilişkileri kalıcı ve sürdürülebilir davranış biçimlerini zayıflatmakta, çalışanların, uzun vadede oluşan sadakat, güven ve dayanışma gibi değerleri geliştirmelerini zorlaştırmaktadır. İş gücü piyasasının ve firmaların yeniden yapılandırılması ile çalışanların kendilerinden her an vazgeçilebilecek bir nesne konumuna getirilmesi güvensizliği ve kayıtsızlığı artırmaktadır. Örgütler aracılığı ile savunulmaya en fazla ihtiyaç duyan iş gücünün önemli bir kesimi, kolektif kurumların (devlet, sendikalar vb.) da etkisini yitirmesi nedeniyle gündelik gerçeklerle baş edebilmede zorluklar yaşamaktadır. Bu durum, çalışanların bir yere bağlanamama, yüzeysel iş birliklerine girmelerine ve bireysel davranmalarına neden olmaktadır. İşçi kültürüne ilişkin yapılan bir araştırmada “Günlük yaşantıda en çok kime güvenirsiniz?” sorusuna işçilerin yüzde 41’i “kendime”, yüzde 36’sı “tanrıya” cevabını vermiştir! Üçüncü sırada ise aile var. Sendika, sigorta, emeklilik gibi formel kurumlara güven duygusu ise ihmal edilebilecek bir düzeyde çıkmıştır.
V. Toplumsal Güvensizlik ve Alternatif Dayanışma Biçimleri
Türkiye’de göç, çoğunlukla kentlerin çekiciliğinden değil, kırlık alanların iticiliğinden kaynaklanmıştır. Özellikle 1980 sonrasının ekonomik politikaları, yedek iş gücü olarak göçmenlerin kentlere yığılmasına yol açmış, bu yığılma aile üyelerinin küçük üretimde, marjinal işlerde çalışanlarla işçilik arasında geçişlerin yoğun olduğu, heterojen ve karmaşık bir toplumsal örgünün oluşmasına neden olmuştur. Böylesi bir toplumda, tarım dışı kesimler, sanayi işçileri de dahil tam kentleşememiş, yakın bir zamana kadar “bir ayağı köyde” olan kentli olgusu yaygın olmuştur.
Bu, günümüz açısından bazı değişikliklere uğrasa da halen çarpık biçimde varlığını korumaktadır. Göçmenler bir yandan kırsalla ekonomik ve kültürel bağlarını korumuş, diğer yandan etnik aidiyetler, hemşerilik veya aile bağlarına dayalı dayanışma ilişkileriyle kentte tutunmaya çalışmışlardır. Göçmenler için bu dayanışma ilişkileri, kentlerdeki olası risklere karşı, güvenlik duygusuna büyük ölçüde hizmet etmiştir. 1990’lardan sonra çok daha yoğun görülen krizlerin yarattığı yoksullaşma ve bu topluluklara devletin enformel kanallarla kaynak aktarmakta zayıflaması kendi içlerindeki dayanışma ilişkilerinin de aşınmasına neden olmuştur. Bu süreçte söz konusu toplulukların bazılarının dini cemaatlerle ilişkilendikleri ve bu yolla içe kapanık yapılara dahil olduklarını biliyoruz. Devletin sağlamakta zorlandığı hizmetlerin içe kapalı bu topluluklardan sağlanması dini vakıf ve cemaatleri görece daha yaygın ve aktif hale gelmiştir. Elbette bunun bir devlet politikası olduğu da bugün çok daha iyi bilinmektedir. Göçmenlerin, etnik aidiyet ve hemşerilik bağlarıyla dini cemaatlere bağlanması ve dayanışma gereksinimlerini bu yolla sağlamakla kente tutunmaları ve geliştirdikleri geçinme stratejileri, bunların birbirinden görece yalıtılmışlığı çerçevesinde oluşmuştur. Bu durum, söz konusu gruplar için kolaylık ve faydalar getirmesine rağmen onların ortak çıkarlar etrafında bir araya gelmelerini sağlayacak olan sınıf temelli siyasetle ilgilenmelerinin ve bu nitelikte dayanışmalarının da önünü önemli ölçüde kapatmıştır.
Ayrıca, yerel ölçekte oluşturulan dayanışma ilişkilerinden yararlanma olanağı ve kente eklemlenme kanalları köyle ilişkilerini devam ettiremeyen yeni göçmen olgusunun yaygınlaşacağına yönelik öngörüler güçlüdür. Bunlar bugünden gözlemlenebilmektedir. Buna göre yeni göçmenler için kent artık daha savunmasız, güvencesiz, belirsiz ve riskle dolu bir mekân haline gelmektedir. 1980 sonrasında neoliberal politikaların sonucu olarak artan göç ve krizlerin toplumsal ve ekonomik alanda yarattığı eşitsizlik ve belirsizlikler, toplumda var olan kaderci, kuşkucu ve içe dönük anlayışı güçlendirmekte ve bireylerin topluma yabancılaşmasını artırmaktadır. Sosyal hareketlilik olanaklarının kısıtlanması, yargı süreçlerinin uzaması, yasaların düzenleyici etkisinin yitmesi, kamu yönetiminde görülen yolsuzluklar, devletin formel ve enformel destek politikalarının zayıflaması, geniş halk kitlelerinin toplumsal düzenin değişeceğine dair umutsuz bir düşünce içerisinde olması gibi birçok neden, toplumda bireylerin kolektif kurumlara ve birbirlerine olan güvensizliğini artırmıştır. Nitekim Türkiye’deki etnik topluluklarla “değerler” konusunda yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, araştırmaya katılanların yüzde 90’ı başkalarıyla herhangi bir ilişki kurarken, iş yaparken dikkatli olmak gerektiğini söylemiş, yani insanlara güven duymadıklarını belirtmişlerdir. Demokratik toplumların temel kurumları olan ve liberalizmin yarattığı eşitsizlikleri dengelemede önemli roller oynayan ikincil kurumlara Türkiye halkında önemli bir güvensizliğin olduğu gözlemlenmektedir. Yapılan bir araştırmada, toplumda çözülmesi gereken en önemli sorunun hayat pahalılığı ve işsizlik olduğu saptanmış, ancak bu sorunların çözüm yeri ve aracı olan siyasi partiler, meclis, merkezi hükümet ve sendikalara güven düzeyi düşük çıkmıştır. Türkiye’nin çeşitli illerinde 3 bin 21 kişiyi kapsayan söz konusu araştırma sonuçlarına göre, araştırmaya katılanların yüzde 34’ü sendikalara güvendiğini, yüzde 25’i orta düzeyde güvendiğini, yüzde 42’si ise güvenmediğini belirtmiştir. Bu durum, sendikaların toplumla ilişkisinde sorunlar yaşadığını, bu sorunların ise toplumda yaşanan genel güvensizlik haliyle ilişkili olabileceğini göstermektedir. Genel dayanışma biçimlerine 2000 sonrası sendikaların yarattığı güvensizlik ve yetki yetersizliğine ve kimi sorunlu olgulara karşı gelişen işçi dernekleri veya benzer işlevi taşımaya dönük dayanışma dernekleri de sendikalara alternatif niyetli çıkan ve sendikalaşmayı engelleyen oluşumlar olarak bulunmaktadır. 2015 sonrası ise dernekler sendikalarda bir şekliyle yer bulamayan işçi sınıfının yanında saf tutan siyasal yapılanmaların kendilerini ifade ettiği çalışmalara dönüşmüştür.
VI. Teknolojik Gelişmelerin Hızı ve İş Gücünün Yapısal Değişimi
Sanayi devrimi sendikaların ortaya çıkması için gerekli ortamı hazırlarken bilgi teknolojisi sendikaları olumsuz yönde etkilemektedir. Yeni teknolojilerin üretim ve organizasyon modelleri sektörler, iş ve iş gücünün niteliği ve istihdam şekillerini etkilemiş, işçi-patron ilişkilerinde bireyselleşme eğilimi artmıştır. Bu durum da sendikaları olumsuz yönde etkilemektedir. Teknoloji alanında yaşanan değişimlerle yüzlerce, binlerce işçi çalıştıran devasa üretim merkezleri ve fabrikalar bir bir kapanmış ya da hızla küçülerek yerini sendikalaşmanın zor olduğu küçük ve esnek üretim yapısına sahip işletmelere bırakmıştır.
1970 sonrası gündeme gelen iş gücünün yapısal değişimi işçi sendikacılığı açısından çok önemlidir. İstihdamın, geleneksel olarak sendikalaşma oranının yüksek olduğu sektörlerden (maden, çelik, liman) sendikal örgütlenmenin zayıf olduğu sektörlere kayması, imalat sanayinde istihdamın daralması, toplam iş gücü içerisinde beyaz yakalı iş gücünün yoğunluğunun artışı ve iş gücü kompozisyonunda kadın ve genç işçilerin önem kazanması klasik işçi sendikacılığına olan ilgiyi zayıflatmaktadır. Diğer yandan hem dünya ekonomisinde hem de ulusal ekonomilerde mikro teknolojinin öncülük ettiği yapısal değişim, iş piyasalarında yüksek vasıflı elemanlara olan talebi artırmaktadır. Öyle ki, teknolojik yeniliklerin çok kısa bir sürede neredeyse demode olacak şekilde hızlı bir gelişme sürecinde oluşu yüksek vasıflı elemanların kendilerini sürekli yenilemelerini de gerekli kılmaktadır. Çalışanların beceri ve vasıflarının artması ve daha üst düzey eğitim almaları, sendika ve sendikal taleplerin önemini azaltmakta, bireysel kontrat trendini yükseltmektedir. Üstün vasıflı elemanların hak taleplerinde sendikayı bir aracı olarak kullanmak yerine, kendi beceri ve vasıflarına güvenden kaynaklanan bireysel taleplere ve pazarlığa ağırlık verecekleri açıktır. Bu da modern teknolojinin getirdiği yeni iş ilişkileri ortamında kurum olarak sendikaların sadece sosyolojik bir kuvvet ve baskı aracı olarak öneminin azalmasını değil aynı zamanda çalışanlar için yavaş yavaş bir ihtiyaç olmaktan çıkmasını gündeme getirmektedir.
VII. Rekabetin Sendikalar Üzerindeki Olumsuz Etkisi
Dünyada yaşanan ekonomik gelişmelerin siyasal ve sosyal yapıları da etkilemesi, Türkiye’nin de özellikle 1980’lerden sonra bu yapıya eklemlenme çabası hiç kuşkusuz sendikaların da etkilenmesine yol açmıştır. Türkiye’de planlı döneme geçilen 1963 yılından beri 1970, 1980 ve 1994 yılında olmak üzere üç ciddi ekonomik bunalım yaşanmıştır. Yaşanan bu bunalımlar Uzak Doğu ülkelerinde, Brezilya’da yaşanan ve ülkemizde de hemen hemen aynı etkileri bırakan ekonomik krizlere, mali ve finans piyasalarının çöküşüne, yüksek enflasyona, işsizliğe neden olmuştur. Bu durumların sendikaların gelişimini engellediği, hareket alanını daralttığı açık bir gerçektir. Türkiye’nin az gelişmiş bir ülke olması ve sanayileşmeye-Batı ülkelerinin aksine-geç başlaması beraberinde önemli sorunları da getirmiştir. Türkiye’de uygulanan ekonomi politikalardaki başarısızlıklardan dolayı sendikalar bir taraftan kayıt dışı ekonominin büyümesinden olumsuz etkilenirken diğer yandan da kayıtlı ekonomi içerisindeki iş yerlerinde de sendikalı iş yeri ve işçi sayısı azalmakta, mevcut yapı sendikalardan kaçışı teşvik etmiştir. Neoliberalizm sürecinde uluslararası ilişkilerin, rekabet ve bağımlılığın artması, ulus devlet yapısının zayıflaması, uluslar üstü etkileri ön plana çıkarırken sendikalar da bu gelişmelerden önemli ölçüde etkilenmektedir. Emperyalizm ‘80’lerden itibaren devam eden süreci hem endüstri ilişkileri sisteminin bütününü hem de sistem içindeki aktörlerin rollerini etkilemektedir. Ancak bu süreç halen devam etmekte olduğundan bu etkinin yansımalarının net sonuçlarını tam olarak belirlemek olası görünmemektedir. Çok uluslu şirketler sendikaların toplu pazarlık güçleri üzerinde de olumsuz etkilerde bulunmaktadırlar. Değişik ülkelerde aynı malı üreten, yatırımları olan çok uluslu şirketlerin, ana ülkedeki sendika isteklerine direnme güçleri artabilmektedir. Türkiye’de 1980 sonrasında izlenen liberal ekonomi politikalarının bir sonucu olarak her türlü mal ithaline izin verilmesi, yerli sanayiyi bir anda yabancı malların rekabetine açık hale getirmiştir. 1980’li yıllardan sonra dünya piyasalarına açılma ve artan uluslararası rekabetle mücadele etme zorunluluğu oluşmuştur. Türkiye 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren de Avrupa Birliği’yle imzaladığı Gümrük Birliği anlaşmasıyla yeni ve zorlu bir döneme girmiştir. Çünkü Gümrük Birliği’nin temelinde rekabet gücü yatmaktadır. Bu durum günümüz açısında belirginleşmeye ve Türkiye’deki sendikacılığı olumsuz yönde etkilemeye başlamıştır. Birçok Türkiyeli şirket, ülkede patrona ağır şartlar getiren çalışma hayatının yükümlülüklerinden kurtulmak için işçilik maliyetlerinin düşük olduğu, sendikalaşmanın olmadığı ya da çok az olduğu ve çalışma şartlarının daha elverişli olduğu ülkeleri ya da bölgeleri tercih etmektedirler.
Sonuç olarak neoliberalizm, patronlar üzerindeki rekabet baskısını artırarak sendikalar için daha çetin bir toplu pazarlık sürecinin oluşmasına yol açmaktadır. Ayrıca tekelci endüstrilerde sendikaların grev yoluyla elde ettiği pazarlık gücü, dışa açılma ve ithalat dolayısıyla azalmaktadır.
(Devam Edecek)