[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Sendikalarda uzun süredir hâkim olan dağınıklık, güçsüzlük, güvensizlik ve yaygınlaşan umutsuzluk hali bu örgütlerin en temel niteliklerinin, görevlerinin ve sorunlarının tartışılmasını gerektirmektedir. Bu yazımızda olabildiğince bu konulara açıklık getirmek niyetinde olacağız. Çalışmalarımızın somut sorunlara ve çözümlere yönelmesi bakımından bu tartışmanın veya değerlendirmelerin gelişmesini, önümüzde duran devasa politik sorunlara doğru işçi sınıfından gelecek yanıtlara yol açılmasını umuyoruz.
Sendikaların dün olduğu gibi bugün de yarın da işçi sınıfı açısından önem taşıyacağından hiçbir şüphemiz yok. Zira onlar, işçi sınıfının öz örgütlülükleridir. Onları, birlikte hareket etmekten uzaklaştıran alt kimliklerden koparacak, içlerindeki rekabete son vererek ortak sınıf çıkarları etrafında bir birlik ve güç oluşturmalarını sağlayacak bu ilk elden örgütlülükler asla küçümsenecek yapılar değildir. İşçi sınıfının homojen bir yapıya kavuşması, sınıf bilinci edinmesi basit bir süreç halinde, kendiliğinden gerçekleşmez. Toplumsal yapının geçmişten kalan tortuları sınıf içindeki ayrışmaları potansiyel halinde korurken bunlarla mücadelede sendikalar ilk esaslı mücadele araçlarıdırlar. Söz konusu tortuların kazınması uzun bir mücadele gerektirir. Gruplara bölünme ve bu grupların da birbirleriyle mücadelesi işçi sınıfının yenilgiler almasında ya da gelişememesindeki önemli etkenlerden biridir. Bu sınıf dayanışmasının baltalanmasının bir biçimidir; sınıf dayanışması ise sendikal hareketin etkinliği için her zaman hayati bir öneme sahip olmuştur. İşçilerin ilk elden dayanışma örgütleri olan sendikalar, nüfusun önemli bir kesimini oluşturan çalışanların ekonomik, demokratik alandaki hak ve çıkarlarının savunucusu olarak emek-sermaye arasındaki güç dengesinde en önemli aktörlerdir. Ülkemizdeki sendikal hareket, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi 1970’li yıllara kadar toplu sözleşmeler aracılığıyla çalışanların önemli kazanımlar elde ettiği koşullarda bunun mimarı olan sendikalar elindeki demokratik silahlarla, emek-sermaye arasında belli bir güç dengesi kurmuşlardı. Bu da toplumda, çalışanları ortak çıkarlar etrafında toplama yeteneğine sahip kurumlar olduklarına dair sendikalara yaygın bir inanç ve güven duygusu oluşturmuştu. Ancak 1970’lerden sonra Türkiye gibi az gelişmiş, yarı feodal ekonomik yapıda olan, emperyalist ülkelerin fason üreticisi, montaj sanayi merkezi birçok ülkede, emeğin haklarını gerileten koşullara bağlı olarak ciddi bir güç ve güven kaybına uğramışlardır. Güç ve güven kaybıyla eş zamanlı olarak sendikaların bir temsil krizi içerisinde olduğuna yönelik tartışmalar yükselmiştir. Öyle ki artık endüstriyel ilişkilerin sendikalar olmaksızın da yürüyebileceğine ilişkin senaryolar gündeme gelmeye başlamış, sendikaların sadece belli bir işçi kitlesini koruyan özel işçi kulüplerine dönüştüğüne dair fikirler yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu durum sendikaların, işçi sınıfının dayanışma örgütleri olma özelliğini tartışmalı hale getirmiş ve örgütlenme kapasitelerini daraltan önemli bir unsur olmuştur. Sendikaların yaşadığı bu güç ve güven kaybının önemli göstergesi, sendikaların yeni üye kazanma, mevcut üyelerini koruma ve üyelerini harekete geçirme kapasitelerinin zayıflamış olmasıdır. Bu durum iş gücü piyasasında meydana gelen değişimler, emek karşıtı yasalar, denetimsizlik, patronların sendika karşıtı taktik ve stratejileri, sendikalara karşı suç işleyen patronların ödül gibi cezalar alması, hükümetlerin tutumu, sendikaların örgütlenme stratejileri, taktikleri ve yapıları gibi faktörlerle açıklanabilir. Bütün bunların yanında sendikal örgütlenmenin öznesi olan ama genellikle göz ardı edilen işçilerin sendikalara yönelik anlayışlarının da etkin olduğu ifade edilmelidir. İşçilerin kolektifliğe, sendikaların gücüne ve politikalarına yönelik inancının olumlu olması durumunda, en olumsuz koşullarda dahi örgütlenme başarısının yüksek olduğunu gösteren birçok pratik de mevcuttur. Biz bunu salt yasalara bağlı kalmayan fiili-meşru mücadele çizgisi diye tanımlıyoruz. Bilindiği gibi sendikaların gücü, etkinliği ve işçilerin sendikalara yönelik tutumu, sınıf hareketindeki ivmelere, ülkelerin sosyal, ekonomik ve tarihsel özelliklerine göre şekillenmektedir. Bu nedenle doğuşu, gelişmesi ve örgütlenme faaliyetleri, Batı ülkelerine göre daha farklı dinamikler tarafından belirlenen Türkiye sendikacılığında yaşanan güven ve dayanışma sorunlarını, küresel gelişmelerle beraber ülkenin öznel koşulları ve sendikacılığın özgünlüklerini de göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerekir.
Geniş bir kapsama alanı olan sendikaların örgütlenme sorunlarını değerlendirmek elbette daha geniş ve özellikle de güncel bir araştırmayı hak ediyor.
Konu içeriği olarak biraz daha darlaştırarak merceği sendikaların örgütlenmedeki eksik-yanlış-yetersiz olmalarına çevirmek buralarda belirginleşen sorunları görmek, kısmen de olsa anlamanın verilerini oluşturabilir. Özellikle DDSB’nin son 4-5 yılında bizzat sendikalı-sendikasız işçiler, örgütlenmeye çok uzak olan, asla örgütlenmeye yakın durmayan veya mükemmel sendika bekleyen kadın ve genç işçiler de dahil olmak üzere tüm işçilerle, bunlar arasında siyasal-dinsel-kültürel özellikleriyle farklılıklar gösteren işçilerle kurulan temaslar, sohbetler, sendikal örgütlenme pratiklerimizden yaptığımız çıkarımlar sonucu edindiğimiz öngörüler öğretici olacaktır.
ASLINDAN UZAK SENDİKALAR
Öncelikle ortak bir tanım üzerinden gitmek yazıyı anlama açısından önemli olacağı için tanımı işçiler açısından en yaygın bilinen ve mevcut sendikaların da kendini bu tanımla ifade ettiğini düşünerek sendika kavramını özet olarak ifade etmek doğru olur. Sendika kavramı; köken olarak eski Yunan ve Roma hukukuna dayanmakla birlikte günümüzde sanayileşmiş tüm toplumların öğesi olmuş ve birçok ülkede önemli ve etkili kurumlar haline gelmiştir. Günümüzdeki anlamını 1839 yılında kazanan ”sendika” kavramı ilk kez İngiltere’de bir şehir veya bölgede işçilerin genel menfaatlerini korumak için kalfalar arasında kurulup geliştirilen dostluk örgütlerinin ortak eylemlerini anlatmak için kullanılmıştır.
Türkiye’de hem işçi hem de patronların oluşturduğu meslek birliklerini ifade eden bir tanıma göre sendika, “Dil, din, ırk, cinsiyet, siyaset görüş ayrımı yapmaksızın tüm emekçilerin başta ekonomik olmak üzere, sosyal ve demokratik hak ve çıkarlarının kazanılması, korunması ve geliştirilmesi amacıyla oluşturulmuş kitlesel sınıf örgütleridir.” Bu tanım literatür olarak işçi sınıfının hayatına girmiştir. İşin özü “hak ve çıkarlarının kazanılması, korunması ve geliştirilmesi”dir. Sendikayı oluşturan ana omurga bu özde saklıdır. Bir sendikanın işçiyle kurduğu-kuracağı ilişkinin gücü tam da buradadır. Bu öze karşılık gelen sendika amacına uygun halini tanımlamış olacaktır. İşçi haklarını koruyor mu? Yeni haklar kazanıyor mu? Bunlar hangi oranda gerçekleşiyor? Bu soruların yanıtları sendikanın niteliğini, sınıfla bağını tanımlar.
Sendikalar bu temeller üzerinden değerlendirildiğinde işçilerin bu tanıma gerçek anlamı ile sahip çıkan sendikaları, eksiklikleri de olsa kabul edilebilir bulduğu, bir sendikanın olmazsa olmazı olan güven ilişkisini yakaladığı görülebilir. Tabii bu, bir bütün sınıf sendikacılığını tamamladığı anlamına gelmez. Sadece bu yolda doğru bir yönelim içinde olduğundan bahsedilebilir.
SORUNLAR VE İŞÇİLERDE GÜVENSİZLİK
Sendikaların bu ilk olmazsa olmaz özellikleri dikkate alındığında ve başka dış etkenler yok sayıldığında sendikaların iç sorunlarını birkaç ara başlıkta toplayabiliriz. Bunlardan ilki sendikaların iç dinamiklerini oluşturan yapısal sorunlarıdır. Türkiye’de sendikacılığının bazı özellikleri işçi dayanışmasını sağlamak ve örgütlemek bakımından sorunludur. Bunlar şöyle ifade edilebilir: Türkiye’de kamu sendikacılığı öteden beri geçerli sendikacılık anlayışı olmuşken özelleştirmeler ve devletin yeni yatırımlara girişmemesi kamu sendikacılığını ciddi ölçüde geriletmektedir. Bir yandan kamudaki istihdam alanları daralmakta, diğer yandan özel sektörde, küçük ölçekli işletmelerde istikrarsız ve güvencesiz istihdam biçimlerine tabi, daha çok kadın, genç ve vasıfsız işçilerden oluşan iş gücü genişlemektedir. Buna karşın sendikaların iş gücü alanına yönelik uzun vadeli politikalar geliştirdiği söylenemez. Gerçekten ne yeni iş gücü gruplarının temsiline olanak sağlayacak bir yapılanma ne de bunun için gerekli olan uzmanlaşmış personel ve kurumsallaşma yeterli bir düzeye ulaşmıştır. Türkiye’de sendikacılık, bazı dünya ülkelerinde görülen, ideolojik sendikacılık (örn: Filipinler’de Kilusang Mayo Uno-KMU -1 Mayıs Sendikası-) özelliği taşımamıştır. Düzen içi kurumlar olarak doğan sendikalar, özellikle kamu kesimine odaklanan bir örgütlenme anlayışı nedeniyle, en büyük patron konumundaki devletle iyi ilişkiler içinde olmaya, siyasal kanallardan yararlanarak toplu iş sözleşmelerini başarılı bir şekilde sonuçlandırmaya özen göstermişlerdir. Sorunları, kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek iktidar üzerinde baskı kurmak yoluyla çözmek yerine siyasal iktidarla iş birliğine girerek ve yasalardan bekleme geleneğine bağlı kalarak çözmek tercih edilmiştir. Sendikaların genel olarak sadece üyeleri baz alan, içe kapalı ve savunmacı bir politika izlemeleri sınıf dayanışmasının geniş kapsamlı olmasına engel olan ve güvensizliği artıran bir unsurdur. Bu durum genel olarak Türkiye’deki sendikacılığın pragmatik ve uzlaşmacı bir sendikacılık çizgisinde olmasını sağlayan temeldir. Faaliyetlerini ücret ve toplu pazarlık faaliyetleri ile sınırlamış, diğer faaliyet alanları ise büyük oranda eksik kalmıştır. Sendikalar, üyeleri adına mesleki kazançlar sağlama konusunda bazı başarılar elde etmelerine rağmen sendikal harekete özgü diğer rolleri gerçekleştirme konusunda başarı gösterememişlerdir. Bu nedenle toplumda işçilerin kimliğini ve sesini yansıtacak bir temsil kapasitesini ve demokrasi ile ilgili rollerini geliştirememişlerdir. Farklı meslek grupları ve sektörlerde yer alan işçiler arasındaki dayanışmayı sağlayıp geliştirememiş, benzer değer, amaç ve çıkarları paylaşan geniş tabanlı bir sınıfsal hareketin dayanak noktasını oluşturamamış, dar bir çıkar örgütlenmesi özelliği göstermiştir.
Sendikalar işlevlerini dar yorumladıkça, patron ve hükümetlerle uzlaşma arayışı içinde oldukça, toplu sözleşme kapsamında olan işçiler ile bu sistemin dışında kalanlar arasındaki farklılıklar artmış, işçi dayanışmasının geniş kapsamlı olması zorlaşmıştır. Sendikalar dışlayıcı bir temsil sistemini benimserken giderek daralan geleneksel üye tabanı için kendi aralarında şiddetli bir rekabet içerisine girmişledir. Sendikalaşmanın nispeten kolay olduğu kamu iş yerleri ile özel sektörde büyük sanayi kuruluşlarındaki rakip sendika üyelerini kendi sendikalarına üye yapma kolaycılığı tercih edilmiştir. Sendikalar arasında bu üye mücadelesi, üyelerine daha kaliteli ve daha fazla hizmet sunma şeklinde değil, birbirini ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadeleye dönüşmüştür. Aynı konfederasyona bağlı sendikalar arasında dahi görülebilen yetki mücadeleleri, dış koşulların son derece olumsuz olduğu bir dönemde, aynı iş kolundaki sendikalar arasında iş birliğini zorlaştıran bir unsurdur.
Oysa sendikaların koordineli bir şekilde ve bir plan çerçevesinde örgütlenmesi sendikal mücadele ve örgütlenmenin önünü açıcı bir niteliğe sahiptir. Özellikle sınırlı kaynakların ortaklaştırılması örgütlenme maliyetlerinin düşmesi ve örgütlenmenin dayanışma içerisinde yürütülmesi bakımından önem taşır. Ancak sendikaların örgütlenme faaliyetlerinde iş birliğinden çok birbirleriyle mücadele etme eğiliminde olmaları, patronların sendikanın örgütlenme başarısını engelleme ve iş yerindeki örgütlülüğü zayıflatma olanağını her zaman artırmıştır. Nitekim patronun örgütlenmenin kaçınılmaz olduğu durumlarda iki rakip sendikayı kızıştırarak rakip sendikalardan birini diğeri aleyhine güçlendirmek yoluna gitmesi oldukça sık karşılaşılan bir uygulamadır. Somut olarak bizzat şahit olduğumuz DERİTEKS’in son iki yılda örgütleyerek fabrika barajını yani yüzde 50+1’i yakaladığı 4 fabrikada yaklaşık bin 500 işçiyi kapsayan örgütlenmesine karşı 4 fabrikada patronun Öz İplik-İş’i (HAK-İŞ) çağırması gibi. Türkiye’deki sendikaların bu davranış şekli, son dönemlerde örgütlenme faaliyetlerinde maddi ve insan kaynakları alanında görülen yetersizliği ve dış zorlukları aşmak amacıyla, sendikalar arasında dayanışmayı güçlendirmek konusunda, dünya sendikal hareketi içerisinde gelişen yeni stratejilere ters düşmektedir. Her ne kadar sendikalar arası rekabet tekil anlamda sendikanın üye sayısını artırsa da mevcut ve potansiyel üyelerin sendikaya karşı güvenlerini azaltarak sendikalardan uzaklaşmalarına neden olmaktadır.
Türkiye’de sendikal yapılar merkezi ve dikey ağırlıklı olup yatay, yani katılımcılığa açık değildir. İstişare organları (başkanlık kurulları, bölgesel temsilciler kurulları, temsilciler kurulları, iş yerindeki temsilcilikler, diğer kurullar ve komiteler) karar organları karşısında genellikle etkisiz ve işlevsizdirler. Sendika tüzüklerinde, örneğin toplu sözleşmelerin bağıtlanması, greve çıkma ve sendika kasasının kullanımı ile ilgili yetkilerin büyük ağırlıkla yönetim kurullarına verilmiş olması merkeziyetçi yapılanmayı güçlendirmiştir. Sendikaların bu merkeziyetçi yapısı, yöneticilerin “tabut koltuklarda” kalma arzularını gerçekleştirmeye dönük davranışları ve gücü sendika içi demokrasi açısından ciddi sorunlar yaratmaktadır. Ancak bu durumun sendika üye sayısına ne ölçüde etki ettiğine dair somut kanıtlar sunmak çok mümkün görünmemektedir. Sendikasının yeterince demokratik olmadığını düşünen ortalama bir üyenin üyelikten istifa etmesinin beklenmesi, sosyal ve kültürel ortam ve ülkenin demokrasi geleneği düşünüldüğünde zordur. Meseleleri ancak bazı iş yerlerinde özellikle toplu sözleşmelerle elde edilen kazanımları yeterli bulmayan veya sendikanın kabul ettiği ücret artışlarını onaylamayan işçilerin, mevcut sendikal yapı içinde şikâyetlerini dile getirebilecekleri bir yapılanma ve anlayışın olmaması nedeniyle iş kolunda örgütlü diğer sendikalara üyelik için başvurmaları sık görülen bir durumdur. Var olan hoşnutsuzluğu sendika içinde çözümlemektense işçilerin bu yolu tercih etmesi, sendika içinde dönüştürücü bir etki yaratabilecek kaynakların erimesine ve bu yolla sendika liderlerinin hâkimiyet alanlarını genişleterek güçlerinin artmasına neden olmaktadır. Sendika içi demokraside yaşanan sorunlar, üyeler arasında sendikal sadakat ve aidiyet duygusunun gelişmesine de engel olmakta ve sendikalara yönelik güvensizliği artırmaktadır. Özellikle sendikanın kendi politikalarını etkin bir şekilde uygulamaya geçirmesi için hayati öneme sahip olan üye desteğinden yoksunluk, bu güvensizliğin bir sonucudur. Uzun yıllar yetkilerini yöneticilere devretmiş ve sendikal faaliyetlere katılmanın ötesinde sendikal kararların oluşumuna katılma olanağı ve güvencesine dahi sahip olamamış bir üye tipinin, sendikal sorunları sahiplenme ihtimalinin düşük olması ve sendikaya yabancılaşması muhtemelden öte kaçınılmazdır.
SENDİKALAŞMAYI ETKİLEYEN DIŞ NEDENLER
Y azımızın birinci kısmında, sendikalara yönelik ilgisizliğin ve sendikalaşamamanın nedenlerini sendikaların niteliğinden kaynaklanan sorunlar olarak değerlendirdik. İşçilerin sendikalara güvensizliğinin temel nedenlerini konu ettik. İkinci kısımda ise hem kendi pratiklerimizden hem de çeşitli araştırmalardan yararlanarak, sendikaların tercih edilmemesinin, sendikal çalışmaların gerilemekte olmasının ve sendikalarda kolektif hareketin daralmasının ve olumsuz bir seyir izlemesinin dış nedenlerine değineceğiz. Çünkü en genelgeçer haliyle işçi-sendika arasındaki her türlü olumsuz ilişki sadece sendikaların nitelikleri ile tanımlanamaz. Bu dar bir değerlendirme olur. Oysa ihtiyacımız olan şey bütünlüklü bir değerlendirmedir. Sendikaları çevreleyen tüm ciddi sorunlar hakkındaki bilgimiz mücadele kabiliyetimizi geliştirecek ve sendikaları da bu mücadelede doğru ve gerçek yerine oturtma hedefimizi açıklığa kavuşturacaktır. İç ve dış engellere karşı yaratacağımız doğru bilinç hareketimizin bütününü aydınlatmış olmalıdır.
Dünyadaki işçi sendikaları, dolayısıyla sendikal hareketler, özellikle 1980’lerden başlayarak ve 1990’lardan sonra daha da yoğunlaşarak siyasal ve ekonomik alanda toplumun tüm kesimlerini etkileyen hızlı ve köklü bir değişim sürecine girmişlerdi. Söz konusu değişimlerin yaşandığı süreçte Türkiye’deki sendikal hareket de yeni bir yapılanma sürecine girmek zorunda kalmış ve çeşitli engellerle karşılaşmıştır.
Sanayi Devrimi’nden günümüze kadar olan dönemde çalışanların haklarının savunulmasında ve elde edilen başarılarda büyük paylardan biri hiç kuşkusuz sendikaların olmuştur. Fakat 30-40 yıl içinde meydana gelen gelişmelerin ve değişimlerin neredeyse tamamı sendikaların aleyhine bir durum yaratmış ve geleneksel yapılar artık işlemez bir hale gelmiştir. Bir dönem toplumsal hareketliliğin merkezi haline gelen sendikaların sosyoekonomik ve politik önemi yadsınamaz. Tam da bu politik öneme dayanarak söz konusu gerilemenin açıklığa kavuşması gerekir. Eskiye göre oluşan farklılıkların nedenleri nelerdir ve bugün artık neyi ifade etmektedirler? Sendikaların geçmişteki gerek siyasal gerek ekonomik fonksiyonları ile bugünkü fonksiyonlarını karşılaştırdığımızda ulaşacağımız sonuçlar bize bu engellerle ilgili bir fikir verecektir. Bu engeller günümüzde bazı belirgin başlıklarda kendini göstermektedir. Bunları önem sırasına göre değil; ama işçilerle iletişimde ortaya çıkan, daha çok da işçilerin sendikaya gitmeme gerekçelerinde en çok hacmi oluşturanlardan başlayarak ifade etmeye çalışacağız.
I. İşsizlik, Küçük ve Merdiven Altı İşletmelerin Sendikalar Üzerindeki Olumsuz Etkileri
İşsizlik, Sanayi Devrimi’nden sonra gelişen makine teknolojisiyle bir sorun halini almaya başlamıştır. İçinde bulunduğumuz yüzyılda işsizlik tüm dünya ülkelerinin en büyük problemlerinden biridir ve ciddi boyutlardadır. Ülkelerin gelişmişlik seviyeleri ne olursa olsun işsizlik her ülkenin kronik bir problemidir. Bu sorun, temeli ekonomiye dayanmakla birlikte bütün toplumsal alanlar üzerinde olumsuz etkileri olan makroekonomik bir sorundur.
İşsizlik dünya genelinde endüstri ilişkilerini etkilerken sendikalaşma oranlarını da etkisi altına alan bir faktördür. İstihdam olanaklarının daraldığı Türkiye’de güvencesiz çalışma yaygınlaşmış, işçiler çalışma koşullarını iyileştirmek yerine mevcut çalışma koşullarını bile koruyamaz hale gelmişlerdir. İşsizliğin kronikleşmesi sonucu işini korumak zorlaşırken sendikalı işçinin istihdamdaki payı azalmış, kayıt dışı ekonomi ve kayıt dışı istihdam artmıştır.
İşsizliğin işçi sendikaları üzerindeki etkileri iki şekilde olmaktadır. Birincisi, işsiz sayısının artması sistemin genelinde bir daralma meydana getirmektedir. Bu daralmanın sonucu olarak ikincisi de sendikal mücadele zayıflamaktadır. Meydana gelen bu olumsuz gelişmeler sendikasızlaşmaya zemin hazırlamaktadır.
Günümüzde daha da artan işsizlik karşısında sendikalar da pazarlık güçlerini yitirmekte olduklarını fark etmelidir. İşsiz bireyler kayıplarının nedeninin ve hatta işsizliğin sebebi olarak sendikaları görecek ve sendikalaşmaya olumsuz bakmaya devam edecektir. Artan işsizlikle birlikte, istihdamın yapısal değişim geçirmesi sendikalarda örgütlenme ve temsil sorunu doğurmakta ve sendikaları büyük bir dönemecin başına getirmektedir. Her iki durumda sendikalaşma ve sendikal örgütlülük ağır darbe yemektedir.
Türkiye’de Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler (KOBİ) ulusal ekonominin temelini oluşturur. Ülkemizde toplam işletme sayısının yüzde 98,9’u bu tür işletmelerden oluşmaktadır. Türkiye’de imalat sanayinde çalışanların yüzde 99,5’i KOBİ’lerde çalışmaktadır. Bu oranın bu kadar yüksek olmasının altında yatan nedenlerden biri -kuşkusuz esas neden bu değildir ve sendikal hareketi ilgilendiren tarafı da küçük işletmelerin sendikasızlaştırma ve toplu pazarlıktan kurtulmak amacıyla yapay olarak bölünmüş olmalarıdır. Bunun için de Türkiye’de küçük ve orta ölçekli işletmeler sendikal örgütlenme ve toplu pazarlık kapsamının dışında kalmaktadırlar. Nitekim Türkiye’de küçük ve orta ölçekli firmaların yüzde 90’ı sendikasızdır ve toplu pazarlık kapsamının dışındadır. Bunun yanında tarımda çalışanlar da eklendiğinde sendikasız işçi sayısının tahmin edilenden çok daha fazla olduğu ortaya çıkmaktadır. Küçük işletmelere dayalı endüstri ve hizmet sektörü sendikalaşma açısından hiç de uygun değildir. İşçiler arasında sınıf bilincinin ve dayanışma duygusunun gelişmesi, patronların sendika karşıtı tutumlarının etkisizleştirilmesi açısından büyük işletmeler sendikalaşmaya daha uygun koşullar sağlamaktadır.
II. Patronların Davranışları ve Sendika Karşıtı Yasalar, Mahşere Kalan Davalar
Patronlar hem olan sendikal örgütlülüğü zayıflatmak hem de sendikalaşmanın oluşmasına engel olmak amacıyla ekonomik, yasal, kültürel birçok araçtan yararlandıkları gibi, sendikaların yapısal zaaflarını ve güçsüzlüğünü de kullanabilmektedir. Bazı işçi gruplarına sendikalaşmanın yasaklanması, iş güvencesi hükümlerinin otuz işçinin çalıştığı iş yerleri ile sınırlanması, toplu sözleşme yetkisinin belirlenmesine yönelik prosedürlerin uzunluğu, grev kararlarına ve uygulamalarına yönelik yasaklama ve müdahaleler, sendikaya yetki haklarına itiraz, işe iade davalarının uzunluğu ve sonuçsuzluğu, işten atmaların kolaylaşması, denetimsizlik, ileri-öncü işçilere yönelik mobbing ve özel saldırılar, yıpratmalar, tazminatsız işten çıkarma, iftira niteliğinde kötü kodlardan işten çıkarma, işçi tabiri ile “sicil kirliliği”, işçi olmalarına rağmen bazı işçi gruplarının toplu sözleşme kapsamının dışında tutulması gibi örgütlenmeye ilişkin yasaklamalar ve zorlaştırıcı hükümler, patronların sendikasızlaştırma politikalarını uygulamaya geçirme olanaklarını artırmaktadır. Bunların yanı sıra, yargı sürecindeki aksaklıklar nedeniyle yetki ve iş güvencesine yönelik davaların uzaması da aynı etkiyi yaratmaktadır.
Patronların, işçilerin iş yerinde örgütlenme talebine ilk tepkisi işten çıkartmak olmaktadır. Uygulamada işten çıkartma veya çıkartma tehdidi, örgütlenmeyi engellemede kullanılan etkili taktiklerden biridir. Patronların bu tehdidi kullanma ve gerçekleştirme kapasitesinin 1980 Askeri Faşist Cuntası sonrasında önemli ölçüde arttığı söylenebilir. İş güvencesine yönelik getirilen düzenlemeler, bazı iş yerleri için, işçileri işten çıkartma maliyetini artırsa bile, işçilerin yasal bir hakkı kullanmaktan dolayı işinden olmasını ortadan kaldırmamaktadır. İşsizliğin bu kadar yaygın olduğu bir ortamda iş güvencesi, yüksek ücretlerden bile önemli olabilmektedir. Bu nedenle, sınırlı formel istihdam alanlarında yer alan işçiler için, iş güvencesi kapsamında olsalar da işsizlik önemli bir tehdit olarak varlığını korumaktadır. Türkiye’deki iş yerlerinin yaklaşık yüzde 95’ini oluşturan otuzdan az işçi çalıştıran küçük işletmelerde istihdam edilenler için ise iş güvencesi zaten yoktur. Özetle, patronların işten çıkartma maliyetinin düşük olması, işçilerin örgütlenmesinin önündeki önemli engellerden birini oluşturmaya devam etmektedir. Genellikle patronlar işçilerin örgütlendiği duyumunu aldıklarında, enformel ilişkileri kullanarak, oluşan örgütlenme talebinin gerçekleşmesine engel olmaktadırlar.
Bunlardan birkaçı şöyle sıralanabilir: işçilerle iş yerlerinde toplantılar düzenlemek ve yüz yüze görüşmeler yapmak suretiyle, sendikalaşma olması durumunda iş yerinin kapanacağı, sendikanın iş yerinde herhangi bir fark yaratamayacağı, sendikaların ve yöneticilerinin aslında işçilerin çıkarları ile ilgilenmedikleri konusunda olumsuz mesajlar yaymak; örgütlenmek isteyen bazı işçilerin ücretlerini artırma yoluna gitmek, sendika üyeliğinden istifa edecek olan işçilerin iş güvencesini korumak, aktif ve kilit noktalarda çalışan ve patron için vazgeçilmez olan işçilerin sendikaya üye olmaması durumunda özel ihtiyaçlarını karşılama vaadinde bulunmak; işçilerin ailelerine telefon ederek veya ev ziyaretlerinde bulunarak ailenin işçiyi sendikaya üye olmaması için ikna etmesini sağlamak (bu örnek özellikle daha kırlık alanlarda bulunan yeni yeni sanayileşmenin başladığı iş olanakları gelişmemiş küçük illerde çokça yaşanmaktadır. Ayrıca feodal yaşam kültürünün ağırlıkta olduğu Karadeniz, İç Anadolu ve Kürt illerinde çok yaygındır.) Özellikle küçük iş yerlerinde kendi akrabalarını veya hemşerilerini çalıştırmaya özel önem vermek; işçiler arasında var olan etnik ve hemşeri ayrımından yararlanarak veya işçiler arasında etkinliği olan işçiler kanalıyla örgütlenmek isteyen işçileri sendikasızlığa ikna etmeye çalışmak; işçilerin örgütlenmeye çalışan sendikalar ile temaslarına engel olmak.
İşçiler, bir şekilde sendikalaştıkları takdirde ise iş yerinde örgütlülüğü korumalarını güçleştiren bir dizi patron taktiğiyle karşılaşmaktadırlar. Bunlardan en önemlisi patronların örgütlenen sendikaların yetki sonuçlarına itiraz etmeleridir. Bilindiği gibi, toplu sözleşme ile elde edilen hak ve kazanımlar, işçileri sendikaya üye olmaya motive eden en önemli araçtır. Türkiye’de sendikaların toplu sözleşme yapmaları için ehliyet ve yetkiye sahip olmaları gerekmektedir.
Sendikalar Kanunu’nun 41. maddesine göre kurulu bulunduğu iş kolunda çalışan işçilerin en az yüzde 1’inin üye olması ve toplu iş sözleşmesinin kapsamına girecek iş yeri veya iş yerlerinin her birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının kendi üyesi bulunması halinde işçi sendikası toplu sözleşmeye taraf olabilecektir. Kanun, sendikanın toplu sözleşme yapmaya yetkili olup olmadığını belirleme yetkisini ise Çalışma Bakanlığına vermiş ve yetki tespitine itirazlar için hem patrona hem de rakip sendikaya yargı yolunu açık bırakmıştır. Kanunda gereksiz yetki itirazlarını engellemeye veya caydırmaya yönelik herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu durum patronlara toplu sözleşme sürecini uzatma olanağı vermektedir. Uygulamada, iş kolunda faaliyette bulunan rakip sendikanın veya patronun, yetki için başvuruda bulunan sendikanın gerçekten yetkili olduğunu bilmesine rağmen, yetki almasını geciktirmek amacıyla bu yasal olanaktan çok sık yararlandığı görülmektedir. Toplu sözleşmenin yapılması süreci ne kadar kısa sürerse iş yerindeki örgütlenme o kadar başarılı olmaktadır. Çünkü sendikanın yetkiyi kazanma sürecinin uzun sürmesi patronun sendika karşıtı politikalarını uygulama olanağını da artırmaktadır. Yetki itirazlarının yargıda sonuçlanması ise çok uzun zaman almaktadır. Bu durum sendikalaşan işçilerin haklarını almalarını geciktirmekte; iş yerlerinde gerginliğe, işçilerin yılmasına ve çoğu zaman da sendikalı işçilerin işten çıkartılmasına neden olmaktadır. Bu nedenle ortalama olarak 1,5-2 yıl süren yetki davaları sonuçlanıncaya kadar sendikanın, iş yerinde örgütlülüğünü koruyarak toplu sözleşme yapabilmesi son derecede zordur. Nitekim, 2000- 2022 dönemi içerisinde yetki tespiti nedeniyle açılan davaların yüzde 95’ini kazanan bir sendikanın, dava açıldığı tarihten sonuçlanıncaya kadarki sürede üyesi kalmaması nedeniyle, kazandığı davaların yalnızca yüzde 2’sinde toplu sözleşme bağıtlayabildiği tespit edilmiştir. Patronların karşı taktiklerinin, pek çok iş yerinde sendikaların örgütlenme faaliyetlerini başarısızlığa uğrattığı ortak bir kanıdır. Sendikalar, özel sektörde en azından iş yeri barajını aşabilecek bir örgütlenme düzeyine ulaşıncaya kadar, başka bir ifadeyle yetki aşamasına gelinceye kadar iş yerindeki örgütlenme faaliyetlerini gizli bir şekilde yürütmektedirler. Bu yolla patronun bu süreçte uygulayabileceği taktiklere engel olmaya çalışmaktadırlar.
(Devam edecek)