İşçi Sınıfı Cesaret Kazanmalı, Bürokrasiyi Parçalamalı!

Geçtiğimiz haftalarda uzaktan çalışma ve iş sağlığı üzerine bir panele katılan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin, yeni teknolojiler ve bilgi üretim süreçlerinden bahsederek 12-14 saat çalışma sürelerinin geride kaldığını iddia etti ve 8 saatlik çalışma süresinin eleştirilmesi gerektiğini belirtti. İngiltere’deki 4 saat çalışmaya dayalı pilot uygulamalara değinen ve 25 yıl sonra 6 saat ya da daha az fiili çalışmanın devreye gireceğini iddia eden Bilgin, konuşmasını her zamanki gibi sol tandanslı soslarla süslemekten de geri kalmadı. 8 saatlik iş günü mücadelesine, Chicago’ya ve 1 Mayıs’a gönderme yaptı. Bu toz pembe söylemlerin arkasında, işçi sınıfını iliğine kadar sömürmek için 12 saatleri bulan çalışma süreleri ve bunu uygulayabilmek için her türlü faşist baskıyı devreye koyan bir gerçeklik vardı. Birçok işyerinde günde 10-12 saat çalışmak bir rutin olduğu gibi yasa gereği 8 saat çalışmayı uygulayan işyerlerinde de zorunlu fazla mesailer kaynaklı gerçek çalışma süresi 10 saat ve üzerini buluyor. Tüm işçiler biliyor ki kimi istisnalar dışında 8 saat çalışma bir işçi ailesinin geçimine yetmiyor; aynı ailede ya birkaç kişi çalışmak zorunda ya da bir işçi birkaç kişilik bir iş gücü ile kendini hızlı bir biçimde yok edecek bir köleliğe razı olmak zorunda. Asgari ücretin açlık sınırının da altında olduğu ve asgari ücretin ülkemiz işçi sınıfının genel ücreti olduğu koşullarda başka türlüsü de olamazdı. Doğal olarak ne yasaların ne de bu tarz açıklamaların üretim alanının gerçeğiyle uzaktan yakından bir alakası yok.

KRİZ, SÖMÜRÜ VE KURALSIZLIK

Firmaların küçülme bahanelerinin ve işten atma saldırılarının yoğunlaştığı, işsizlik baskısının had safhada olduğu ve çalışabilen işçilerin gün yüzü görmediği bir dönemde Bakan Bilgin’in bu açıklamalarının elbette bir anlamı vardı. Bakan Bilgin’in kişisel profiline ve göreve geldikten sonraki söylemlerine baktığımızda en ırkçı ve faşist noktadaki ideolojik duruşunu işçi ve sendika yanlısı bir tarzla gösterdiği görülüyor. Bu yanıyla tam bir “nasyonal sosyalist” görünüm sergiliyor. Bilgin’in bu tarzı; siyasi iktidarın, sermayenin, kriz döneminin ve gerici-bürokrat sendikaların bugünkü gerçekliğiyle de uyumluluk gösteriyor. DİSK örneğindeki gibi sol söylemli bürokrat sendikacılığı bir yana bırakırsak bugün özellikle Hak-İş ve Türk-İş sendikalarına damgasını vuran bu özelliktir. Bir yanda devletçi, milliyetçi, muhafazakâr bir ideolojik hat diğer yanda sırf sendikacı olmaktan ileri gelen “işçi dostu” bir görünüm. 

Bilinir ki ülkemiz hâkim sınıf temsilcileri, gelişmiş kapitalist ülkelere ya da çok uluslu firmalara özenen, onları öven bir söylem geliştiriyorsa orada kendi komprador çıkarlarına hitap eden bir başlık ya da bir saldırı politikasının ön yoklaması ve hazırlığı vardır. Asalak karakterdeki emperyalist sermayeye dayanan ve ağırlıkla yarı sömürge ülke halklarının ve göçmen işçilerin emeğinden beslenen kimi emperyalist ülkelerin bilgi ve teknolojiyi ileri sürerek işçi sınıfına duyulan ihtiyacı ve çalışma sürelerini tartışma konusu yapması anlaşılırdır. Bu yeni bir hikâye de değildir. Ancak ülkemiz gerçeğinde bunun böyle olmadığını ve olamayacağını herkes bilir. Sermaye büyüyebilmek için artı değer üretmek zorundadır ve artı değerin kaynağı sadece ve sadece iş gücü (meta) biçimine indirgenmiş emektir. Bu gelişmiş kapitalist ülkelerde de aynı şekilde geçerlidir. Canlı emeğin ve kendisi de emeğin bir ürünü olan ve o olmadan hayat bulamayan teknolojinin (ölü emeğin) niteliği, kapitalist üretimde işçi sınıfının gerekli veya gereksiz oluşunu değil üretimin nasıl gerçekleştirildiğinin ve sömürü oranının kanıtıdır sadece. Gelişmiş kapitalist ülkeler, çalışma sürelerini masaya yatırıyorsa bu ancak emperyalist sermayenin ve küresel üretimin bu ülkelerde aldığı ve alabileceği biçimleri gösterir. Bizimki gibi emperyalist sermayeye bağımlı ve komprador nitelikteki ülkelerde ise çalışma süreleri üzerinden oynanacak oyunlara ve artırılacak sömürüye delalettir. Bugün tümüyle kuralsızlığın hâkim olduğu ülkemizdeki çalışma koşulları daha da esnekleştirilecek, her şey daha da kuralsızlaşacak ve buna bağlı olarak hem ücret sistemi hem de sınıfın örgütlülüğü paramparça edilmek istenecek demektir. Bu söylem ve tartışmalar esasta bir saldırı amacı taşısa da kuşkusuz her şeyde emperyalist-kapitalist sistemin bugünkü krizinin etkileri ve yeni arayışlar söz konusudur.

İŞÇİ EYLEMLERİ ARTIYOR

Egemen sınıfların penceresinden ve onların söylemleri üzerinden baktığımızda her şey farklı görülebilmektedir. Her ne kadar o tutum ve sözlerin arka planındaki gerçeği açığa çıkarmaya çalışıyor olsak da söz konusu üretim ve işçi sınıfı ise temel bilgi kaynağı sınıfın kendisi; içinde bulunduğu koşullar ve hareketliliğidir. HDP Emek ve Sosyal Politikalar Komisyonu tarafından 1 Ocak-30 Haziran 2022 tarihlerine kadar derlenen veriler bu konuda bir çerçeve çizmektedir. Buna göre söz konusu tarih aralığında 159 grev kararı alındı ve 143’ü yapıldı. Her ay ortalama 14 işçi eylemi gerçekleşti. 111 basın açıklaması, protesto vb. eylem polis tarafından engellendi ve bu esnada 775 işçi gözaltına alındı. Yine bu dönemde 842 işçi cinayeti gerçekleşti, 793 işçi yaralandı, ekonomik nedenlerle 46 intihar girişiminin sonucunda 38 emekçi hayatını kaybetti. 

Görüleceği gibi işçi sınıfı hareketsiz değil fakat parçalı bir hareket içerisinde. Diğer yandan ölümler, yaralanmalar, hastalıklar ve yoğun sömürü koşulları içerisinde. Ücretler ve geçinememe o kadar öne çıkmış durumda ki sınıfın diğer tüm ağır koşulları yeterince ilgi dahi çekmiyor. Bugün işçilerin mücadelelerine ek zam talebi, toplu sözleşme talepleri, sendikalaşma eğilimleri, işten atma saldırılarına karşı tepkiler ve tüm bu başlıklarla bağlantılı olarak sendikal bürokrasiye tepki yön vermektedir ve adım adım işçilerin inisiyatifi öne çıkmakta, patronlara ve sendika bürokratlarına karşı koyma cesareti gelişmektedir. Güncel örnekler vermek gerekirse Kadıköy, Maltepe, Kartal belediye işçilerinin son toplu sözleşme görüşmelerindeki tutumu; TPI Composite ve ETF Tekstil işçilerinin direnişi, inşaat işçilerinin hak arama mücadeleleri, Süleyman Soylu’nun hedef göstermesiyle “güvenlik” gerekçeleriyle İBB’nin işten çıkardığı işçilerin hak aramaları ve daha birçok yerde patlak veren grevler, direnişler bu bilinç ve cesaretin göstergesi niteliğindedir. 

Bakan Bilgin her yerde toz pembe tablolar yaratıp sendikalara mavi boncuk dağıtırken işçiler ise ağır sömürü ve çalışma koşullarına karşı mücadele yolları arıyorlar. Bakan Bilgin’i ayakta tutan ve onun bu misyonunu yerine getirebilmesini sağlayan temel faktörün başta Türk-İş olmak üzere sendika bürokrasisi olduğunu unutmayalım. Ekonomik mücadele siyasallaşmak ve aynı zamanda sendika bürokrasisine yönelmek zorunda. İşte o zaman Bilgin gibi “nasyonal faşist” özentilerin sahte babacanlıkları da ortaya çıkacaktır.