[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
İran’da ahlak polisinin işkencesiyle katledilen Jîna Mahsa Amini eylemleri devam ediyor. Bugüne kadar yüzü aşkın kişinin katledildiği eylemlerde kadınlar en ön saflarda yer alıyor. Ülkenin birçok şehrinde devam eden bu eylemler üniversitelerin açılmasıyla yeni bir boyut kazanarak üniversite öğrencisi genç kadınların başörtülerini çıkararak gerçekleştirdiği boykotlarla, grevlerle devrimci şiddetin kullanıldığı bir halk hareketine dönüşerek ilerliyor. Kadınların bütün bu eylemlerde en ön saflarda yer alması, eylemlerin en dinamik bileşeni olması ve faşist İran devletinin kadın düşmanı politikalarına karşı özgürlükleri için sokaklara korkusuzca akmaları, bu mücadelenin halkın sisteme karşı tepkisiyle birleşmesine katkıda bulunuyor. Artan hayat pahalılığına, yoksulluğa, açlığa ve düşük ücrete karşı öfkenin yoğrulması İran’da büyük bir devrim isteği olarak yorumlanmaktadır.
Bu eylemlerin fitilinin Jîna’nın katledilmesiyle ateşlenmesi ve kadınların temel özne olarak isyanda yer almaları İran’da geliştiği düşünülen halk hareketinin bir “kadın devrimi” olduğu yorumlarına da neden oluyor. Agos Gazetesine açıklamalarda bulunan İranlı yönetmen, gazeteci Mehdi Shabani süreci şöyle değerlendiriyor:
“Bu bir kadın devrimidir. Kadın mücadelesi değil artık, kadın devrimi. … Neden böyle diyorum? Kadınlar önde olduğu için değil. Bu eylemlerle birlikte yeni bir mücadele varlığı, yeni bir beden, yeni bir hayalet ortaya çıkıyor.” M. Shabani eylemlere katılan kesimlerin sınıfsal niteliklerine ilişkin de şunları söylüyor: “2016, 2017 yıllarında yaşanan ve büyük katliamlarla, büyük şiddetle sonuçlanan eylemlere katılım daha çok alt sınıfa mensup halktandı. Eylemler kenar mahallelerde, yoksul semtlerde oldu ve orta sınıf o eylemlere dahil değildi. Daha çok ekonomik sebeplerden çıkan eylemlerdi. Onlarca sene sonra ilk kez orta sınıfla alt sınıf beraber mücadeleye giriyor.” “İki, üç yıl önceki ekonomik temelli eylemlerde beden, biçim olarak var bugün.” “Rejimden bir şey talep etmiyor, rejimin kendisini istemiyor. Bu anlayış ortaya çıktı, şimdi damarlara yayılma süreci var. Köy mü, muhafazakâr yer mi, deniz kıyısı mı, ilerici mi fark etmeksizin her yere yayılıyor. Kum şehrini düşünelim. Şiilerin Vatikanı’dır. Kum, medreseler üzerine var olan bir şehir. Bütün mollalar Kum’dan çıkıyor. Ve orada eylemler yapılıyor. Kadınlar başörtülerini yakıp “Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük” sloganlarıyla sokağa çıktı ve erkekler tarafından alkışlandılar. İki gün önce Kum’da çekilmiş videoda insanların molotoflarla sokağa çıktığını gördük. O yüzden ‘devrim’ diyorum aslında.” “Artık bütün İran üzerinde, hatta yurtdışında kadın devrimi hayaleti dolaşıyor.” Shabani’nin açıklamalarındaki bakış açısı İran’da gelişen eylemleri değerlendiren birçok kesimin ortak görüşü olarak karşımıza çıkıyor.
Benzer bir bakış açısını Rojava’da gerçekleşen süreçte de görmek mümkün. Bu değerlendirmeler halk hareketlerini, kitlenin kendiliğindenci eylemlerini, kadınların bu hareketler içinde konumlarını ve bir hareketin gerçek niteliğinin hangi olgularla incelenmesi gerektiği konusunda birçok tartışma başlığı açıyor. Bu tartışmalar komünistlerin tartışmak, açıklamak zorunda olduğu bir sorunu bir kez daha karşımıza çıkarıyor. Bu sorun devlet, devrim, sınıf, iktidar kavramlarının tahrif edilmesidir. Ancak biz bütün bu kavramlara tek tek değinmeden ana hatlarıyla değerlendirme yapacağız. Daha önce Rojava örneğinde de benzer nitelendirmelerle açıklamalar yapılmıştı. Hatta bu tanımlamalar kamuoyunda oldukça kabul gören bir niteliğe sahiptir. Hareketimizce Rojava’da gelişen sürecin bir devrim olarak nitelendirilmemesi, Rojava’da gerçekleşen kadın kazanımlarının bir “kadın devrimi” olarak görülmemesi birçok devrimci, demokrat kesim tarafından, “şovenizm”, “cinsiyetçilik”, “kadın düşmanlığı”, “kazanımların görülmemesi” olarak suçlanmamıza neden oluyordu. Biz ise tüm bu tartışmalara etkin şekilde katılmadık. Bunu bir eksiklik olarak görüyoruz. Bununla birlikte şu soruları sorup yanıtlarını arıyoruz: “Kadın devrimi” nedir? “Kadın devrimi” neyi amaçlıyor? Biz devrimci kamuoyunda hâkim olan bu değerlendirmelere nasıl bakıyoruz?
DEVRİM ALT ÜST OLUŞTUR
“Kadın devrimi”nin ne olduğu üzerine yapılan tartışmalarda bir gelişi güzellik olduğunu, yüzeysel ele alışın devrim kavramının içeriksizleştirilmesiyle birleştiğini söyleyerek başlamak zorundayız. “Kadın devrimi” kavramını kullanan birçok kesimle esas olarak “Devrim nedir?” üzerine tartışmak gerektiğini düşünüyoruz. Biz “kadın devrimi” kavramını kullananlarla esas olarak “Devrim nedir, nasıl ve hangi yoldan gerçekleşir?” konusunda ortaklaşmıyoruz. Devrimin ne olduğu anlaşılmadan her kazanımın devrim olarak değerlendirilmesinin zararları tam anlaşılamaz diyoruz.
Devrim en öz haliyle üretici güçler ile üretim araçları arasındaki çelişkiden doğan sınıf savaşımında üretim araçlarının el değiştirmesidir. Bu el değiştirme eylemi devrimci şiddeti zorunlu kılarken bir iktidar hedefi vardır, her devrimci şiddet eylemi belli bir kazanım elde etse de bir devrimle, bir iktidar değişikliğiyle, “hazır devlet makinesinin” parçalanması, yıkılması ve ele geçirilmesi ile sonuçlanmaz. Üstelik Marksist, Leninist, Maoist anlayışa göre “hazır devlet makinesini” parçalamak, yıkmak ve iktidarı ele geçirmek ile yetinmek de yetmez. Devrimci şiddet eyleminin dayandığı güçler bağlamında ise beden, kimlik temel belirleyici unsur değildir. Beden ve kimlikte içerili olan sınıfsal öz devrime niteliğini verendir. “Kadın devrimi” kavramını kullanan devrimci, demokrat, ilerici kesimler bu “devrimin” öznesini yani öncü gücünü kadın olarak belirlemektedir. Devrimle kurtulacak kesimleri ise onlara göre “kadınlar, cinsiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimine bağlı olarak sömürülen ve ezilenler” belirlemektedir. Bu ele alışta cinsiyet temelinde bir tür kökten dönüşüm tartışmaları yapılırken “kadın devriminin” bir tür toplumsal “zihniyet” değişikliği demek olduğu anlaşılmaktadır. Erkeklerin iktidarı olarak patriyarkaya karşı çoğunlukla “cinsiyetsizlik” olarak karşılığını bulan cinsiyet ayrımcılığına son verme anlayışını hâkim kılmak istedikleri görülmektedir. Patriyarkanın öznesinin erkek olduğu düşüncesine dayanarak toplumsal yapı genel olarak sadece erkek egemen niteliğiyle kavranmaktadır. Toplumsal çelişkilerin kökeninde erkek egemen anlayışın yattığı ve kökten değişimin bu cephede yapılması gerektiği düşüncesiyle argümanlar oluşturulmaktadır. “Kadın devrimi”, “feminist devrim” “kökten zihniyet değişikliği” vb. olarak kavramsallaştırılan meselelerde çok temel bir idealist tarih ve toplum kavrayışı vardır.
Toplumsal bilinç dediğimiz “zihniyet” nasıl oluşmuştur? Toplumsal cinsiyet bilincinin dayanakları nelerdir, toplumsal cinsiyet rollerinin kaynakları nedir gibi doğrudan toplumsal ilişkilerin köklerine ilişkin belirlemelerdeki idealist yaklaşım bazı ilerici kesimleri “kadın devrimi” kavramına götürmekte, kadın devrimini kökten bir zihniyet değişikliği olarak anlarken “zihniyeti” oluşturan ana kolonlar yıkılmadan zihniyetin nasıl değişeceğine açıklık getirememektedirler.
Kadının emeği, kimliği, bedeni özel mülkiyetçi toplumda bir metadır. Bu kadının emeğinin ve bedeninin üretim aracı olarak görülmesinden ileri gelmektedir. Kadına yönelen saldırıların kapsamının genişliği üretim araçlarına el koyma ve üretim aracı üzerindeki özel mülkiyeti koruma olarak tanımlayacağımız mücadelenin kendisinde vardır. Kadının üretim aracı olarak görülmesi iki yönden gerçekleşir: birincisi, kadının doğurganlık özelliğinin insanın ve insan türünün gelecek nesillerinin üretiminde kadının üretim aracı olarak görülmesi, ikincisi ev içi emeğin; üretimin, yeniden üretimi sürecinde kapladığı yer ile kadının yeniden üretimin üretim aracı olarak görülmesinde. Kadın, toplumsal yaşam içerisinde köleleştirilmiş, burjuva, iktidar organları eliyle bu konumu sistematik olarak korunan bir baskıya maruz kalmıştır. Bu şekillenişte cinsiyet kimliğine bağlı toplumsal roller oluşmuş, toplumsal cinsiyet rolleri olarak kavramsallaştıracağımız cinsiyetçi toplum bilinci yani “zihniyet” gelişmiştir. Bu zihniyetin değişmesi kadının bir üretim aracı olarak görülmemesi, meta olmaması ile mümkün olacaktır. Bir yanda kadın toplumsal yaşamda üretim ilişkileri içinde meta olarak konumlanmaya devam ederken diğer yandan zihniyetin köklü değişiminden bahsedilemez. İran’da, Rojava’da köklü zihniyet değişikliği olarak tanımlanan gelişmenin bir “kadın devrimi” olup olmadığını kadının toplumsal yaşamdaki konumuna bakarak anlayabiliriz. Elbette kadınların her kazanımı bir mücadelenin, büyük bir direnişin, görkemli bir savaşın sonucunda elde edilmiştir. Ancak bir kazanımlar toplamına devrim diyebilmemiz için öncelikle hakları sınırlayan, ortadan kaldıran, yok eden, sömüren kurumsallaşmış olan örgütlü yapının yıkılması gerekmektedir. Bu da kadınları ikinci cins olarak gören iktidar organlarının yıkılması ve yerine yeni iktidar organlarının kurulması ile ilgili olmakla birlikte kadının artık bir üretim aracı olarak metalaşmamasını içermek zorundadır. Kadın-erkek arasındaki cinsiyet eşitsizliğini bir biçimde sürdüren ancak çeşitli mücadelelerle kadına belli haklar veren çeşitli reformların ya da reformlar getiren çeşitli mücadelelerin devrim olarak tanımlanması doğru değildir. Bu halkı ve kadınları kandırmak, oyalamak vb.dir.
İçinde bulunduğumuz Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağında kadınların toplumsal konumlarına baktığımızda çok yönlü ayrımcılığa maruz kalmaya devam ettiklerini görüyoruz. Toplumlar gelişip ilerlerken hâlen kadınlara bir köleler topluluğu olarak bakıldığı bir gerçek. Her ne kadar kapitalist ülkelerde kadınlara çok büyük yer açıldığı görülse de bu toplumlarda da kadınların cinsiyetçiliğe maruz kaldığı açık. Ancak bu durum yarı feodal toplumlardaki kadınların konumlarıyla özü itibariyle aynı olsa da birebir aynı değildir. Türkiye’de, İran’da, Rojava’da, Ortadoğu’da, Güney Asya’da, Afrika’da kadınların toplumsal konumları toplumsal gelişmelere bağlı bir nitelik taşımaktadır. Ülkelerdeki üretim ilişkilerinin gelişmesine ve kadınların bu üretim ilişkileri içindeki konumuna bağlı olarak “zihniyetin” durumu görülmektedir. Gelişmiş toplumlarda kadınlar için kazanılmış olan birçok hakkın varlığından bu ülkelerdeki kadınların bilgisi dahi yoktur. Bu noktada bilinç geridir. Çalışma, eğitim, seçme seçilme, özgürce giyinme, boşanma, evleneceği kişiyi seçme, miras gibi hakların kadınlar tarafından sahiplenilmesi oldukça geridir. Toplumsal mücadelenin geliştiği, teknoloji ile bilgiye erişimin etkin hale geldiği koşullarda dahi yarı feodal ve yarı sömürge ülkelerdeki kadınların bilincinde köklü bir değişme ve gelişme yoktur. Bu bilinç erkeğin ayrıcalıklarını koruma şeklinde devam etmektedir. Bu sebeple de sokakları zapt etmeye çalışan kadınların talepleri bu haklarını kazanmak üzerine kuruludur.
Peki “kadın devrimi” olarak tanımlanan örneklerde bir devrim niteliğinde kazanımlar elde edilmiş midir? Bu konuda en somut örnek Rojava’dır. Rojava’da kadınların kazanımlarına baktığımızda “Rojava Toplumsal Sözleşmesi”nde ve bu sözleşmeye bağlı detaylandırılan toplamda 39 maddeden oluşan yasada kadınlara çok çeşitli haklar verilmiştir. Bu haklardan bazıları şöyledir: “Kadınların mülkiyete konu olması yasaklanmıştır”, “Resmi nikah zorunlu hale getirilmiştir”, “Çok eşlilik ve çocuk evliliği yasaklanmıştır”, “Boşanma hakkı tanınmıştır”, “Mirasta eşitlik tanınmıştır”. Ama henüz çalışma hakkının yasal olarak kazanılmasından ya da bu hakkın kullanımından bahsetmek mümkün değildir. Bütün bu kazanımlara dair genel değerlendirmeler ise şu yöndedir. “Çok eşliliğin ve çocuk evliliğinin yasaklanması dahi başlı başına bir devrimdir.” Bunun yanı sıra Rojava’da kadınların genel durumuna bakıldığında her tarafta kadın siyasetçi, kadın savaşçılar, asayiş görevlileri görmek mümkün ve “eş başkanlık”, “cins kotası”, “eşit temsil” ve kadınların “öz savunma birlikleri”nin oluşturulması, kadınların günlük yaşamlarındaki sorunlarını çözmek için oluşturulmuş “Mala Jin (kadın evi)” gibi örgütlenmeler vardır. Bütün bunlar hem kadınların toplumsal yaşama katılımını sağlamak üzere geliştirilmiştir hem de kadının toplumsal yaşamdaki haklarını geliştirmek ve korumak üzere vardır. Ancak bütün bunlarla birlikte her ne kadar toplumsal yaşamda kadının cinsiyetçiliğe maruz kalmasını önlemek üzere birçok yasal düzenleme yapılsa da bu haklar silahlı kadınların yani YPJ’nin öncülüğünde uygulanmaya çalışılsa da Rojavalı halktan kadınların bu haklara erişimi ve kullanımı olabildiğince sınırlıdır. Bu doğruyu herkes kabul etmektedir. Üstelik Rojava “kadın devriminin” zafer kazandığı bir devrim olarak, İran ise “kadın devrimi” yolunda ilerlemekte olan bir ülke olarak değerlendirilmektedir. İran örneğinde kadınların en temel talebi sonuç olarak “özgürce giyinme hakkıdır.” Her iki örnekte de kadınlara bu haklar tanınsa da asıl meselenin bu hakların özgürce kullanılması sorununa gelip sıkışmaktadır.
Özetle, “zihniyetin” oluşumunda sınıfların, sınıflar arası ilişkinin, sınıflı toplumun olduğunu söylüyoruz. En nihayetinde sınıflı toplumlar ortadan kalkmadan kadınların büyük mücadelelerle geniş haklar kazansa da gerçek kurtuluşunu ve gerçek özgürlüğünü kazanamayacağını, zihniyetin değişmeyeceğini ileri sürüyoruz. “Köklü zihniyet değişiklerinin” bir devrim sorunu olduğunu ifade ederken zihniyet değişikliğinin gereksizliğini değil zorunluluğunu; ancak bunun hangi zorlu yoldan gerçekleşeceğini anlatıyoruz. İran ve Rojava örneğinin bir “kadın devrimi” olmadığını ancak kadınların bin yıllara varan köleliğe karşı biriktirdikleri öfkeyle devrimci mücadelede nasıl bir potansiyel güç oluşturduklarını, toplumsal süreçlerdeki rolünün ne kadar önemli olduğunu anlattığını açıklıyoruz. Kadınların ve insanlığın yürümek zorunda olduğu yolu açıkladığımızda kadınların hakları için mücadelesini devrim sonrasına ertelemiş değil, devrimimizin niteliğini açıklamış oluyoruz.
Kadınlar bugün hem cinsiyet kimliklerinin köleleştirilmesine karşı hem de bir bütün sömürücü sınıfların saldırılarına karşı kitle hareketleri içindedir. Onları sınırlayan zincirleri parçaladıkça da zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına doğru yürüyüşte nitelikleri artmaktadır. Bu nitelik bugün çok daha güçlü şekilde gelişmektedir. Kadınlar toplumsal hareketlerde daha fazla yer almakta, kendi kurtuluşları için çıktıkları yolda tek başına kurtulamayacakları sonuçlarına varmaktadır. Bu sebeple toplumsal dinamik bir güç olarak kadınların sisteme karşı öfkesi devrimci bir tarzda örgütlenmeli, cinsiyet ayrımcılığına karşı kadınlara sınıfsal, siyasal bilinç taşınmalıdır. Kadın kitleleri için devrimci, acil görevimiz bu siyasal bilincin geliştirilmesi, örgütlenmesi ve harekete geçirilmesidir. Önderlik etmek zorunda olduğumuz budur. Kadınları, siyasetin ve savaşın yedek kuvveti olarak gören erkek egemen anlayışlara karşı mücadelenin her alanında kadınları örgütleyen, geliştiren bir anlayışla hareket etmek zorundayız.