[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Elbistan, Nurhak, Afşin, Göksu, Pazarcık ve Narlı’da dayanışma ve yardımlaşma çalışmaları içinde bulunan HDK İstanbul 1. Bölge Eş Sözcüsü Ali Soysüren ile deprem bölgesindeki faaliyetleri, devletin politikalarını konuştuk.
Yeni Demokrasi: Merhabalar. Depremin üzerinden günler geçmesine rağmen sorunlar devam ediyor. “Devlet nerede?” sorusu geçen iki haftalık süreçte en çok sorulan soruydu ve bugün hâlâ sorulmaya devam ediyor. Deprem bölgesinde sık bulundunuz ve bu soruyla sık sık karşılaştınız mı?
Ali Soysüren: Bizler deprem gerçekleştiği günün gecesi Elbistan’a vardık. Biz vardığımızda Elbistan’da devlet kurumlarından hiçbirisi yoktu. Ne AFAD’ı ne Kızılay’ı ne Belediyesi ne Valiliği, Kaymakamlığı ne kolluk kuvvetleri vardı. Elbistan tamamıyla devlet tarafından terk edilmiş bir yerdi. Pazarcık, Nurhak, Narlı bölgelerindeki arkadaşlarımız da aynı gözlemleri ilettiler. Daha sonraki günlerde buralara yaptığımız ziyaretlerde biz de aynı şeyleri gözlemledik. İnsanlar çaresizlik içindeydi; çünkü enkazların altında hâlâ yakınları, sevdikleri vardı. Ama o enkazı kaldırabilecek ne bir alet ne de bir ekip söz konusuydu. İnsan gücüyle yapılabilecek bir şey de yoktu. İnsanlar yanımıza gelip “Benim babam, çocuğum göçük altında kaldı, n’olur yardım edin, sesi geliyor.” diye ağlayarak bize sarılıyordu. Ne yazık ki biz de bu konuda hiçbir şey yapamadık; bu aynı zamanda bir özeleştiridir: Bundan sonraki süreçte kendimizi nasıl programlayacağımız konusunda bize önemli bir derstir. Devrimcilerin, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız kuruluşların bu tarz felaketlerin katliama dönüşmemesi için kendi örgütlülüğünü, arama-kurtarma ekiplerini ve gerekli aletsel donanımı sağlaması gerektiği bir kez daha görüldü. O çaresizliği biz de yaşadık. İnsanlar devletin nerede olduğu sorusunu haykırıyorlardı; ama oy verdikleri, sırtını dayadıkları “devlet baba” dedikleri kurumun kör, sağır, dilsiz gibi davrandığını gördüklerinde çaresizliğin yanında bir de öfkelendiğine şahit olduk. İnsanlar “Devlet yoktu, yok; ama bizim bu zamana kadar mesafeli davrandığımız düşman olarak gördüğümüz, devlet diliyle ötekileştirdiğimiz kurumlar, devrimciler, gençler, kadınlar, sivil toplum örgütleri buradaydı. Onlar bize el uzattı.” diye konuşuyorlardı, hâlâ aynı şeyi konuşuyorlar. Biz “Devlet nerede?” diyen herkes “Aslında devlet bu, siz bugüne kadar yanlış algılamışsınız, bugün devletin gerçek yüzüyle karşılaşıyorsunuz” diye cevap verdik. Devletten beklemek değil; kendi dayanışmamızla, örgütlenmemizle bu süreçlerin içinden çıkılabileceğini söyledik. Buna rağmen hâlâ kendilerine yardım etmeyen devleti ve bu devleti temsil ettiğini söyleyen siyasi makamları sert bir şekilde eleştirmeye devam ediyorlar. “Gelmediniz, yardım etmediniz, bizi duymadınız” gibi eleştirilerini iletiyorlar. Ancak tabii burada bizim şöyle bir değerlendirmemiz var: Devletin, özellikle Elbistan, Pazarcık, Narlı, Nurhak bölgesi için gelmemeyi, el uzatmamayı, çözüm üretmemeyi bir yeteneksizlik veya koordinasyon eksikliğinden değil bilinçli olarak tercih ettiğini düşünüyorum. Hatta buna inanıyorum, kesinlikle böyle; çünkü bu bölgelerde elektrik, su yokken hiçbir devlet kurumu hiçbir şey yapmıyorken pasaport dairelerinin açık bırakılması, bazı yerlerde oluşturdukları ufak noktalarda insani ihtiyaçların giderilmesinden önce Kur’an kursu çadırı açmaları devletin burada bilinçli davrandığını gösteriyor. İnsanların topraklarından gitmesi, özellikle Türk Sünnilerin yaşadıkları bölgelere yardım götürülürken, Alevilerin ve Kürtlerin yaşadıkları bölgelere yardım götürmeyi tercih etmemeleri; bunun yanında bu insanlar Elbistan’ı terk etsinler diye ücretsiz otobüs seferleriyle yüzlerce otobüs dolusu in sanın Elbistan’dan metropollere ve tatil beldelerine gönderilmesi, Alevi ve Kürt kesimin bu bölgeden gönderilmek istenmesi ve nüfusu yeniden şekillendirerek demografik yapıyı devletçi, milletçi, ümmetçi bir çizgiye çevirmek için kullanıldığını düşünüyoruz. Şu anki gelişmelerden de bu anlayışın güçlendiğini görüyoruz, ne yazık ki bu da bizi doğruluyor.
Yeni Demokrasi: AKP-MHP iktidarının deprem zamanında da faşist politikaları devam ediyor. Kayyım geleneğine devam ederek Maraş Pazarcık’ta dayanışma merkezine kayyım atandı. Ayrıca özellikle HDP’nin yardım TIR’ları da sürekli engelleniyor. Devletin yetersiz kalıp, halkı kendi kaderine bıraktığı yerde halk dayanışmasını büyütenlerin engellenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali Soysüren: AKP-MHP iktidarının faşist yaklaşımı biraz önce de söylediğim gibi bu bölgeler nezdinde bilinçli bir tercih olarak yürütülüyor ve güçlü bir şekilde bunu yürütüyorlar. Maraş Pazarcık’ta kayyım atanması bir denemeydi. Orada güçlü bir tepki oluşunca diğer bölgelere bunu yayamadılar; ama diğer bölgelerde de kurumlar üzerinde baskı yaparak, muhtarları ve kurum temsilcilerini toplayarak “Sadece bizimle iletişimde olacaksınız, bizden başka kimseyle iletişim kurmayacaksınız. Biz varız, biz yeteriz” gibi telkinlerde bulunuyorlar. Örneğin bizim bulunduğumuz Elbistan’da ilk olarak dayanışmayı sağladığımız nokta Elbistan Cemeviydi. Elbistan Cemevi yönetimi daha önce de benzer pratikleri olan bir yönetimdi. Yine aynı şeyi yaptılar. Kendilerinin devlet tarafından tehdit edildiğini, devrimcilerin, Kürtlerin, HDP ve HDK bileşenlerinin, kadın ve gençlerin cemevi üzerinden faaliyet yürütmesini ve dayanışmayı sürdürmesini engellemezlerse kendilerinin başına bir şey gelebileceği konusunda uyarıldıklarını söylediler. Aynı zamanda bizim de sürekli takip altında olmamız, bazı noktalarda rahatsız edilmeye çalışılmamız bu politikanın bir yansıması. Biz mesela burada cemevinden çekilip başka yerlerde çalışmayı sürdürüyoruz; ama cemeviyle bağımızı da kesmiyoruz. Sürekli cemevini de bu çalışmanın içerisinde tutmaya çalışıyoruz. Pazarcık’taki kayyım olayına tepkiler burada da benzer bir olayın yaşanmasını engelledi ama dediğim gibi farklı şekillerde devam ettiriyorlar. Devletin bu bölgelerdeki insanları göç ettirme politikasına karşı toplumsal ve devrimci dayanışma devletin yapmak istediği önünde engel oldu. İnsanlar çaresiz kalacaktı, gitmekten başka bir yol olmadığını düşünecekti ve arkalarına bakmadan çıkıp gideceklerdi. Daha sonra devlet burayı, bu bölgeleri ilk günden söylediği gibi arama-kurtarma yapmadan, hiçbir şey yapmadan enkazları altındaki cenazelerle birlikte kaldırıp yeniden bütün bölgeyi kocaman bir şantiye haline getirme düşüncesinde. Sürekli bunu söylüyorlar: hepsini yıkıp yeniden yapacaklarını. Tıpkı Sur’da yaptıkları gibi. Özyönetim direnişlerinden sonra nasıl ki Sur’u kimliksiz bir hale getirdiler nasıl ki Sur’u kendi deyimleriyle “Toledo yapacağız” derken soğuk, taş duvar haline getirdiler ve orada hayatını kaybeden insanların kemikleri üzerine sözde Toledo’yu inşa ettiler burada da hayatını kaybeden insanların kemikleri üzerine yeni Surlar inşa etmek istiyorlar ve bunu da kendi istedikleri şekilde yapıp, buraya kendi istedikleri kesimleri yerleştirmek istiyorlar. Buna engel olabileceğini düşündükleri ve daha önce engel olmuş toplumları buradan uzaklaştırıp onların burayla olan bağını kesme düşüncesi içindelerdi. Ama dediğim gibi devrimcilerin, kadınların, gençlerin buradaki olağanüstü dayanışması devletin bu politikası önünde önemli bir engel oluşturdu. Önce bizler geldik buraya, bizler paylaştık, mücadele ettik ve insanlara destek olduk. İnsanlar bizden çok sonra gelen devlet kurumlarına “Siz yokken bu insanlar vardı” demeye başladılar. Pazarcık’ta arkadaşlarımız kayyım atandıktan sonra bile Pazarcık halkının kendilerine nasıl sahip çıktığını, arkasında durduğunu ve Pazarcık’tan gitmemeleri için mücadele ettiğini anlatıyorlar. Bu Elbistan ve Nurhak için de geçerli. Devletin bu politikası “Ben yapmıyorum, yapamıyorum; ama benden başka da kimse yapmayacak ve ölen ölür, kalanları ben nasıl siyasi ve ekonomik ranta çevireceğim ona bakarım” politikasıdır. Yapılan mücadele bu politikayı sekteye uğrattı. Ancak hâlâ bu yönde sıkıntılar sürüyor: Kürt ve Alevi kesim bu bölgeden gitmeye çalışıyor, yerlerini boşaltıyorlar ve “Bir daha da geri dönmeyeceğiz” gibi cümleler kuruyorlar. Bu tehlike hâlâ devam ediyor. Yardımlaşma ve dayanışmanın yeni şekillerde devam etmesi ve bölgenin terk edilmemesi, hem fiziki hem sosyal açıdan yeniden inşası gerekmektedir.
HDP’nin gönderdiği yardım TIR’larının engellenmesi sıklıkla yaşanan bir durum oldu. HDP’nin ve bileşenlerinin, benzer sivil toplum örgütlerinin yardım göndermesi, bölgede bu yardımların dağıtılıyor olması, dayanışmanın bu kurumlar üzerinden örgütleniyor olması devlet için tehlikeli bir durum oluşturuyor. Sürekli bu yardımlara el koyma devam ediyor. Özellikle devletin kurmaya çalıştığı konteyner kentler burada bazı kesimlere dağıtılmaya çalışıyor. Buna karşı HDP’nin gönderdiği konteynerler durduruluyor ve AFAD tarafından el konuluyor. Bir alternatif olarak ortaya çıkan örgütlenmenin merkezi idare tarafından engellenmeye çalışılması onlar için bir “beka sorunu” olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.
Yeni Demokrasi: Depremden Suriye de ağır bir şekilde etkilenmişken TC’nin Rojava’ya yönelik saldırıları devam etti. Aynı zamanda devlet tarafından Suriye’ye yardımların gönderildiği ifade edilirken Özerk Yönetimin yardımlarını TC’nin engellediğini de biliyoruz. Devletin bu ikiyüzlülüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali Soysüren: Türkiye’nin Suriye, Rojava politikası “Kürtler hiçbir şeye sahip olmasın da ne olursa olsun” düsturuyla şekillenen bir politika. Suriye’deki varlıkları, işgalleri, saldırı ve katliamları Kürtlerin bir şeye, statüye, temsiliyete sahip olmaması üzerine kurulu ve bunun için vazgeçemeyecekleri hiçbir şey yok. Rojava’daki durum da ne yazık ki bu deprem sürecinde de böyle. Özellikle Türkiye ve onun desteklediği cihatçı örgütlerin işgalinde olan başta Efrin olmak üzere diğer bölgelere ne Suriye devleti yardım gönderiyor ne Türkiye ne de Özerk Yönetimin gönderdiği yardımların bölgeye girilmesine izin veriliyor. Bölgeye giren yardımlar da oradaki çeteci, cihatçı yapılar tarafından yağmalanıyor. O bölgede özellikle önemli insani dramlar yaşanıyor: en temel ihtiyaçlardan sağlık ihtiyaçlarına, ısınmadan gıdaya kadar çok önemli sıkıntılar var. O bölgede böyle bir durum söz konusu. Diğer alanlardaysa Özerk Yönetim kendi içinde çözümler üretmeye çalışıyor; ancak dünyanın çeşitli ülkelerinden bölgeye gönderilmek istenen yardımlar Türkiye tarafından engellenmek isteniyor. Bunu da bir intikam alma meselesine çeviriyorlar. İnsanların orada ne şekilde olursa olsun ölmeleri için her yol deneniyor. Ne kadar canice, insanlık dışı da olsa Türkiye’nin politikalarının, devlet gerçeğinin net bir yansımasıdır. Pratikteki bu politikalarını sanki tam tersiymiş gibi gösteren açıklamalarla hareket ediyorlar. Yardım gönderdiklerini söylüyorlar. Yardım gönderdiklerini iddia ettikleri bölgeleri deprem felaketine rağmen hâlâ bombalamaya, hâlâ insanları katletmeye, suikast saldırıları yapmaya devam ediyorlar. Bu Türkiye’nin gerçeği, Kürtlere karşı yaklaşımı bu. Bu gerçeklik üzerinden meseleyi değerlendirmek buna uygun yaklaşmak önemli. Şu anki AKP-MHP faşist yönetimi, Türkiye’nin “devlet aklı” insana, insanlığa, hayata ve iyiye dair ne varsa hepsine düşman ve hepsini yok etmeye çalışan anlayış. Onlar için dünyanın seçilmiş ırkı Türkler, Türkler dışındaki herkes onlara hizmet etmek zorunda. Özellikle Kürtler Türklerin kendilerine “bahşettiği” sınırlar içinde yaşamak, o sınırlar içinde durmak ve Türklerin izin verdiği ölçüde yaşamak durumundadır gibi bir yaklaşımı var. Bu çok net bir şekilde ortada. Bu anlayış mücadele ve direnişle kırılıyor, yenilgiye uğratılıyor ve zayıflatıyor. Karşısındaki irade güçleniyor, gerçekler dünya kamuoyuna daha net biçimde aktarılıyor. Türk devleti saldırılarını ne kadar artırırsa artırsın karşısında daha büyük bir direniş oluyor ve bu direniş gerçekçi kazanımlarla büyüyecek.
Yeni Demokrasi: Deprem bölgelerindeki devletin tüm saldırılarına rağmen dayanışma alanları şu an aktif çalışıyor. Dayanışma alanlarındaki faaliyetleriniz nelerdir? Ayrıca bundan sonraki süreci nasıl örmeyi planlıyorsunuz?
Ali Soysüren: Deprem bölgesinin hemen her alanında dayanışma çalışmaları devam ediyor. Bazı dayanışma çalışmaları kurumlarda, cemevlerinde, yöre derneklerinde devam ederken bazı dayanışma çalışmaları da artık kurumların dışına çıkmaya başladı. Devletin kurumlara baskısı, kurum yöneticilerinin teslimiyetçi anlayışı oralardan biraz uzaklaşmaya sebep oldu. Şu anda her şeye rağmen dayanışma ve dayanışmanın yarattığı çalışmalar sürekli devam ediyor ve halkta da bunun önemli bir karşılığı oluşmuş durumda. Ne yaparlarsa yapsınlar halkta oluşan o izlenimi kıramıyorlar. Burada bu bölgelerde aslında ilk başta biz arama-kurtarmaya yardım edebilmek enkaz altındaki insanları çıkartabilmek, hayatını kaybeden insan sayısının minimumda kalmasına katkı sunmak amacıyla gelmiştik. Ne bizi oralara yaklaştırdılar ne de bizden başka oralara gelip kurtarma çalışması yapacak kimse vardı. Dolayısıyla biz bu çalışmaları yapamayınca depremden etkilenen insanların diğer ihtiyaçlarını karşılamaya odaklandık. Buradaki ilk olarak yaptığımız çalışma bölgeye yardım gelmesi için kamuoyu oluşturmaktı ve bu önemli bir karşılık da buldu. Elbistan özelinde birçok Avrupa ülkesindeki Elbistanlıların oluşturduğu kurumlar, inanç kurumları, Türkiye’deki inanç kurumları, Kürdistan’daki inanç kurumları politik örgütler önemli oranda ihtiyaç malzemesi üzerinden Elbistan’a TIR’larla yardımlar gönderdiler. Diğer bölgelere olduğu gibi. Biz bu gelen yardım malzemelerinin gıda, giyim, hijyen, ısınma, sağlık gibi alanlarda ayrılması ve daha sonra bunların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması temelinde hareket ettik. Sadece Elbistan merkezine değil, köylerde olan insanlara da bu yardımları ulaştırmak üzerine de çeşitli birimler oluşturuldu. Bu birimler ihtiyaç malzemelerini araçlara doldurarak bütün köyleri, Elbistan’ın bütün köylerini ziyaret ettiler. Her köye bir birkaç sefer gidildi. İhtiyaçlar tespit edildi ve ulaştırıldı. Tabii ki işte çadır gibi, konteyner gibi ihtiyaçlar konusunda hâlâ zayıfız. Çadır konusunda biraz daha güçlendik ama konteyner konusunda hâlâ çok zayıfız. Köylerde yıkılan evlerin yerine çadır yapmak bu bölgenin iklim koşulları için çok uygun değil; ancak şu anda onu yapabiliyoruz. Bu çalışmayı konteyner çalışmasına evirmeye çalışıyoruz. Aynı zamanda köylerimizde yaşlı olan, hasta olan insanların ihtiyaçlarını, ilaç ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmalar yürütüyoruz. Evleri yıkılan insanların evlerinin yerine ikamet edebilecekleri noktaları oluşturmak üzerine bir çalışmamız var. Elbistan merkezinde dayanışma sağlayan kurumların, yapıların bir arada olduğu bir mahalle kurmak üzere çalışmaya başladık. Burası hem çadırlardan hem de konteynerlerden oluşacak. Burada işte hukuki sorunların danışılması için avukatların olduğu bir bölüm, çocuklar için çocuklara yönelik etkinliklerin olacağı bir bölüm, eczanemiz, gıda yardımı, giysi yardımının yapıldığı çadırlar… Ve yine dayanışmayı çeşitlendirecek ve insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek çalışmaların, etkinliklerin yapılacağı çatılardan oluşacak bir mahalle alanı inşa etmeye çalışıyoruz. İlk konteynerimizi ve çadırlarımızın bir kısmını kurduk ve bahsettiğimiz yardımları buralardan dağıtmaya, insanlarla paylaşmaya başlıyoruz. Köylülerimize buralardan ulaşmaya başlayacağız ve insanların danışabileceği, başvurabileceği alanları da burada organize edip oluşturacağız. Böylelikle dayanışmanın kendi merkezi oluşacak ve bu merkez, baskılara karşı da ortak hareket etmenin ve toplumsallaşmayı sürdürmenin merkezi haline gelecek. Bir yaklaşımımız çalışmayı evirmeye iyi düşündüğümüz nokta bu. Artık giysi yardımı, gıda yardımı gibi alanlardan yavaş yavaş çekilmek tabii ki tamamıyla çekilmemek kaydıyla; çünkü ihtiyaç olduğu sürece bu ihtiyaçları karşılamak, bu ihtiyaçları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak durumundayız. Bunun ötesinde Elbistan’da yıkılan bölgeler nasıl inşa edilecek, insanlar kaybettiklerine nasıl kendinden kavuşacak, bozulan düzenleri yeniden nasıl sağlanabilecek onun üzerinde tartışmalar devam ediyor. İnsanların yaşadığı yani sahip oldukları toprakları, anılarının olduğu yerleri, mezarlarının olduğu yerleri arkalarına bakmadan terk etmelerini önlemek için ne yapılabilir, bunların üzerine duruyoruz. Hem Türkiye ve Kürdistan’daki yapılarla hem de Avrupa’daki yapılarla tartışıp bütünsel bir çözüm üretmek noktasındayız. Aynı zamanda burada, köylerde özellikle hayvancılık yapan insanların ahırları yıkılmış durumda. Hayvanlarını koyabilecekleri bir yer yok. Onun için gereken büyük çadırlar elimizde değil, devlet de bilinçli olarak vermeyi erteliyor. Bu insanlar fırsatçılara ellerindeki hayvanları yarı fiyatına mecbur kalıp satıyorlar. Yine tarımla uğraşanlar, özellikle Malatya bölgesindeki kayısı ticareti yapan çiftçiler ürünlerinin yerde kaldığını, toptancıların da çok düşük fiyattan satın almak istediklerini söylüyorlar. Bunun karşısında çözüm üretmek için çabalarımız var. Bu ürünlerin nasıl daha kârlı şekilde satılabileceğini, köylerde yıkılan ahırların yerine büyük çadırlar konumlandırarak insanların hayvanlarını satmak zorunda kalamaması ve böylece köylerini terk etmemelerini sağlamak için çalışmalar yürütüyoruz. Yine yerelde de bir dayanışma sağlayıp bu çalışmaların yereldeki insan gücü, yereldeki örgütlenmelerle sağlanması üzerine bir çalışmamız var. Zira bu bölgelerde genç insan yok, hepsi bir şekilde yurtdışına gitmiş; kalanlar da bir şekilde gitmeye çalışıyor. Burada bu çalışmaları yürüten insanlar burada olmayan insanlar; ancak çalışmaların uzun vadeli olacağı göz önüne alındığında yerelin bu çalışmaları yapması gerekiyor. Bu açıdan yereli örgütleme çalışmalarımız var.