İngiliz emperyalizmi son 6-7 yıllık süreçte özellikle Brexit, Ukrayna-Rusya savaşı, Orta Doğu’daki gerici dengenin yeniden kurulması ve bilhassa Suriye’de BAAS rejiminin yıkılmasında “gizli özne” olarak tartışmaların merkezinde yer aldı. İngiltere, kapitalizmin serbest rekabete dayanan sömürgeci siyasetinin ve kapitalizmin emperyalist sömürgeciliğe evrilmesi sürecinin ilk on yıllarında belirleyici güç olarak tanımlanır. Yani yaklaşık 150 yıl boyunca kapitalist-emperyalist sistemin ve sömürgeciliğin başat gücü olmuştur. Bu dönem boyunca rakip emperyalistlerle mücadelesinde Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarında başrolü oynamıştır. Her iki paylaşım savaşının da galibi olmuştur. Kapitalist-emperyalist dünya sistemini ekonomik, siyasî, kültürel ve askerî olarak belirlemiş, süreçlere yön vermiştir. Bu bağlamda Orta Doğu’dan Afrika’ya, Uzak Asya’dan Güney Amerika’ya, Kafkasya’dan Avrupa ve Balkanlar’a kadar geniş bir hegemonya alanı oluşturmuş, bu pazar alanlarında kanlı ve vahşi bir sömürgecilik ve savaş siyaseti izlemiş, adeta her taşın altından çıkan bir konumlanmayla hareket etmiştir. Bütün bu tarih boyunca ezilen halklar ve ulusların nefret ve öfke objesi olmuştur.
İngiliz emperyalizmi İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından galip çıkmasına rağmen, en yakın ittifakı olan ABD’nin ekonomik ve askerî anlamda kendinden daha güçlü çıkmasını engelleyememiştir. 1947’de İngiltere Dışişleri Bakanı Ernest Bevin ve ABD Başkanı Harry S. Truman arasında yapılan görüşmeler sonrası yeni güç dengeleri ve ilişkiler gözetilerek bir dizi yeni emperyalist örgütlenmeleri de doğuracak şekilde emperyalist sistemin başat gücü olarak İngilizlerin artık ABD’ye boyun eğdiği varsayılır. ABD enerjik ve genç bir emperyalist güç olarak bir dizi askerî-siyasî (NATO) ve ekonomik (IMF, DB vs.) Örgütün kurulmasına da önderlik ederek emperyalist sistemin “jandarmalığını” üstenmiştir. Bu “barışçıl” geçiş ya da hâkimiyeti devretme ilişkisi aynı zamanda iki emperyalist güç arasında tarihsel bir uyum ve kendi ifadeleriyle gerçek bir “stratejik ilişkinin” de inşa edilmesini getirmiştir. Bu güçler arasında çelişkisiz bir birlik olduğu yaklaşımı hiç kuşkusuz diyalektiğe aykırıdır. Ancak Batı emperyalist blok arasında çıkar ortaklığının en güçlü olduğu ilişki biçimine sahip oldukları da bir gerçektir. Pastanın elde edilmesinde olduğu kadar pay edilmesinde de güçlü bir iş birliği ve uyum bugüne kadar taşınmıştır ve halen devam etmektedir. Bu iki güç arasında 1956 Süveyş Kanalı krizine kadar çelişkiler daha belirgindir. Ancak 1956’da Mısır, Fransa ve İngiltere arasındaki krizde ABD baskın ve jandarmalık görevini gösteren bir yaklaşımla İngilizlerle ilişkisinde hem belirleyen olmuş hem de ilişkileri daha güçlü şekilde derinleştirmiştir. ABD ve İngiliz emperyalistleri arasında oluşan bu ilişki biçimi dünya sistemine hâkim olmaya odaklı, onu düzenleme ve öncelikle rakiplerini yenilgiye uğratma, dünya halklarına ise kan kusturmaya kodlanmış bir muhteva taşımıştır. Bugün denilebilir ki bu iki emperyalist gücün kurduğu ilişki 220 yıllık bir tecrübe ve birikime sahiptir. İngiliz emperyalizmi emperyalist dünya sisteminin 2008’de girdiği krizden sonra çatışma ve gerginlik alanlarında daha fazla etkinlik göstermeye, belirgin olmaya başlamıştır. Uzun süre Avrupa Birliği (AB) içinde Alman ve Fransız emperyalistlerinin bu birliği kendi başına bir güç haline getirmeyi içeren ekonomik, siyasî ve askerî planlarını frenleyen bir rol oynamış, emperyalist sistemin adeta topyekûn krize girdiği koşullarda AB’nin birliğini daha fazla pekiştirmeyi içeren ortak para birimi, askerî birlik oluşturmaya dönük çabalarını esas olarak boşa düşürmüş, birliğin pekişmesini engellemiştir. Birliğin karşı baskısı sonucunda İngiliz emperyalizmi Brexit tartışmalarıyla süreci sonlandırmıştır. 2016’da AB’den ayrılmayı içeren referandum resti, çıkma kararıyla sonuçlanmıştır. Bu rest dönemin Başbakanı David Cameron’un istifasının yanında siyasî yaşamının da sonlanmasını getirmiştir. Brexit’ten çıkışı talep eden Boris Johnson’un önü ise tam anlamıyla açılmıştır. Brexit, Alman ve Fransız emperyalistleri içinse İngiliz belasından kurtulmak için bir fırsat olarak görülmüştür. Belli prosedürler hızla tamamlanarak 2020’de AB üyeliği resmen sonlandırılmıştır. Bu dönem Trump liderliğindeki ABD ile AB’li emperyalistler arasında çelişkilerin de olabildiğince yoğunlaştığı bir dönemdir. NATO’nun gerekliliği, ABD’nin Batı blokuna liderliği, gümrük anlaşmalarının bir ekonomik savaş aracına dönüşmesi gibi sorunları da içeren bir dönemdir aynı zamanda. Trump kapsamlı bir ekonomik anlaşma olan Transatlantik Anlaşmasını (TTİP) ve bunun yanında Transpasifik Anlaşmasını (TPP) tamamlayamamıştır. Emperyalist tekellerin hegemonyasını olabildiğince genişleten, devletlerin sosyal-çalışma yasalarının da üstünde olması planlanan bu anlaşmalar kriz halinde olan neoliberalizmin, krizden çıkmaya dair farklılıkların kurbanı olmuştur. Ancak emperyalistler arasındaki çelişkilerin boyutunu ve keskinliğini de açığa çıkarmıştır.
İngiliz emperyalizminin bu süreçte daha etkin rollerle öne çıkıyor olması dikkat çekici ve önemli bir gelişmedir. Özellikle tarihsel düşmanı olan Rus emperyalizminin gelişmesi ve Çin ile daha güçlü ilişkiler geliştirmesi, bir dizi ekonomik hamleler ve örgütlenmenin (Şangay İş Birliği Örgütü, BRICS vs.) gürbüzleşmesi, Orta Doğu ve Afrika’da askerî ve siyasî müdahalelere girişen adımları İngilizlerin hem tarihsel deneyimlerini hem de gücünü daha belirgin hale getiren adımlar atmasına yol açmıştır. Batı emperyalist bloku içindeki çözülme emareleri ve riskleri de buna eklenmelidir. İngiliz emperyalizmi ABD ile bir yandan tarihsel ittifak ilişkilerine uyumlu bir yandan da ABD içindeki klik mücadelelerinin yaratacağı olası boşluklar ve sapmalara karşı daha etkin konumlanmıştır.
Özellikle, 2014’te Ukrayna’da gerici Maydan darbesiyle başlayan bir iç çatışmaya dönen süreç, ABD-İngiliz emperyalizminin maharetli ellerinde Rusya’ya karşı Ukrayna’nın savaşa kışkırtılmasına dönüşmüştür. Ukrayna’nın NATO üyeliği tartışmaları ve açık bir şekilde Doğu Avrupa’dan başlayan Rusya’yı kuşatma hamleleri, 2022’de Rus emperyalizmi tarafından Ukrayna işgali ile karşılık bulmuştur. Ukrayna, İngiliz-ABD emperyalizmi öncülüğünde NATO tarafından güçlü bir şekilde desteklenmiş, Ukrayna cephesinde savaş sürdürülebilir bir hale dönüşmüştür. Derinleşen ve kapsamı genişleyen, bilhassa Alman ve Fransız emperyalistlerine ve bir bütün AB’ye ciddi zararları dokunan bu savaş, özellikle İngiliz emperyalizminin yönlendirmesi ve teşvikiyle durmaksızın kışkırtılmıştır. AB tarafından olası geçici ateşkes girişimleri, uzlaşma hamleleri Boris Johnson’ın doğrudan girişimleri ile boşa çıkarılmıştır. Rusya cephesinde “varoluşsal” bir tehdit olarak tanımlanan savaş, gelinen aşamada “nükleer tehditlerin” de devrede olduğu bir düzeyde seyretmektedir. Ukrayna, yaklaşık üç yıl boyunca Batı bloku tarafından ekonomik ve askerî açıdan 210 milyar dolarlık destekle ayakta tutulmuş, yanı başındaki Rusya ile yıpratıcı bir savaşın içinde kalmıştır. Rusya’nın “nükleer tehditlerine” hatta nükleer başlık taşıma özelliğine sahip Oreşnik balistik füze kullanımına kadar varan hamlelerine rağmen ABD ve İngiliz emperyalizmi Rus topraklarında uzun menzilli füze kullanma iznini vermekten geri durmamıştır.
ABD ve İngiliz emperyalistleri Rusya’yı Ukrayna savaşı ile zayıf düşürmenin sonuçlarını ise Suriye’de aldı. 7 Ekim 2023’te Filistin direnişi, bölge dizaynında Filistin’i mezarlığa çeviren bir dizi emperyalist hamleye karşı Gazze’den El Aksa Tufanı’nı başlattı. Siyonist İsrail ise ABD başta olmak üzere Batı emperyalistlerinin ekonomik, askerî ve politik desteğini arkasına alarak tüm bölgeye yayılacak şekilde Gazze’de soykırım operasyonunu başlattı. Devamında Lübnan Hizbullahı’nı ve İran’ı hedefleyecek şekilde saldırılarını genişletti. Aynı periyotta durmaksızın Hizbullah’ı ve Filistin’i desteklediği gerekçesiyle Suriye’yi bombaladı. Nihayet Siyonist barbarlık kapsamlı bir şekilde Lübnan işgaline girişti. Hizbullah’ın lider kadrolarına da yönelen binlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan saldırılar gerçekleştirdi. Odağına İran’ın oturduğu ve “artık Orta Doğu’da her şey değişmeli” mottosuyla başlayan saldırganlık, şer ekseni olarak nitelendirdiği “İran, Irak, Lübnan, Suriye, Yemen”’i hedef tahtasına koydu. Hizbullah’ın, tüm kayıplara rağmen İsrail’in işgal harekâtına karşı gerilla taktikleriyle gösterdiği direnç İsrail’i Lübnan’da bir ateşkese zorladı.
Orta Doğu’da taşlar yerinden oynarken ve kartlar yeniden karılırken Siyonist saldırganlık kuşkusuz politik ve askerî anlamda güç dengelerinde belli değişiklikler yarattı. Lübnan ateşkesini onaylarken Netanyahu, sıranın Suriye’ye geldiğini ilan etti. 27 Kasım’da Hizbullah ile İsrail ateşkesi başlarken 28 Kasım’da TC, Rusya ve İran arasındaki Astana görüşmelerinde Türkiye’nin kontrolünde silahsızlandırılması gereken İdlib’te cihatçı HTŞ ve TC beslemesi SMO Halep’e ve nihayet 12 gün sonra savaşsız bir şekilde Şam’ın teslim edilmesiyle sonuçlanacak bir askerî operasyona başladı. Tehdit Netanyahu’dan pratik ise kuzeyden, Türkiye’den geldi. Bu hamlenin ABD ve İngiliz destekli, yönlendirmeli bir adım olduğu bölgedeki emperyalist güç ilişkilerine ve egemen olan uşak rejimlere bakıldığı zaman net bir şekilde ifade edilmelidir. Özellikle “terör örgütü” parantezine alınmış HTŞ ve lideri Colani, Halep saldırısı başladığında ABD ve İngiliz medyasında çoğulculuğu, Batı’yla uyumlu olmayı, farklı inançlara saygıyı öğrenmiş bir profil olarak hızla pazarlandı. Batı medyası Colani üzerinden “diyalektiği”, “değişmeyen tek şeyin değişim” olduğunu kamuoyuna öğreten bir PR çalışmasına girişti. Böylece “devrimin” önderinin, zalim Esad’dan kurtulmakla onun alternatifinin de yaratıldığı algısı yaratıldı. Suriye’de yaşanan gelişme özellikle ABD ve Rusya arasında 2016’dan itibaren kurulan dengenin açık bir şekilde bozulmasını içermektedir. Türkiye’nin 2004’den itibaren üstlendiği bölgede “Ilımlı İslam” modeli ve “barışçıl” geçiş süreci, 2010’da “Arap Baharı” ve bunun Suriye’de adeta bir iç kargaşaya dönmesiyle zoraki değişime dönüştürülmesi yaşandı. Bu, Rusya’nın 2014’de sürece güçlü ve doğrudan müdahalesi, bölgedeki güç dengelerinden kaynaklı gerçekleşemedi. Türkiye 2006’dan itibaren devraldığı Suriye’de değişimi sağlama rolünü, ABD emperyalizminin teşviki ve aynı zamanda bölgesel güç imajı için “büyük gücün ajandasına uyumlanma” yaklaşımı ile sabırla muhafaza etti. Nihayet güç dengelerinde yaşanan değişim, bütünlüklü bir emperyalist planın ve yönlendirmenin çizdiği yol haritasına mükemmel bir uyum ile Suriye’de 8 Aralık’ta “savaşsız” bir değişim gerçekleşti. Sürecin, gelişmelerin ve bölgedeki güçlerin izini sürdüğümüzde yaşanan gelişmede baş aktörün ABD olduğunu söylememiz gerekiyor. Rusya’nın ve İran’ın zayıflayan durumu, Esad ve BAAS rejiminin çürümüş ve çelişkilerle dolu karakteri, bir NATO gücü olarak böylesi değişim için savaşmaya hazır emperyalizmin uşağı faşist TC’nin varlığı, geçişi kolaylaştıran faktörler olmuştur. Bu planlamanın deneyimli İngiliz emperyalizmi liderliğinde gerçekleştiği tartışılmaktadır. ABD’ye ise daha tali rol veren bir yaklaşım söz konusudur. Böylesi bir gelişmenin hâlâ emperyalist dünyanın jandarması olan ABD olmaksızın gerçekleşmesi olanaklı değildir. Rusya gibi bir emperyalist gücün böyle bir kaybı ABD sahnede olmaksızın kabullenmesi olası değildir. Yeni konjonktürde ABD’nin yanına İngiliz emperyalizmini alarak hareket etmesi için hem tarihsel nedenler hem de güncel sorunlar açısından yeteri kadar veri vardır. Ancak sadece İngiliz emperyalizminin oyun planı olarak görmek ABD ve İngiltere arasındaki ilişkinin niteliğinin bilgisinden bihaber olmaktır. Elbette İngilizlerin Ukrayna’da aldığı etkin tutum Orta Doğu için de geçerlidir. ABD ve İngiliz emperyalizmi bölgesel planlamalarda bütünlüklü bir yaklaşıma sahiptir. Orta Doğu’da değişimin dinamiklerini hızlandıracak esaslı hamle ise Suriye ile atılmıştır.
İngiliz emperyalizmi büyük ortağının bıraktığı kimi boşluklarda ise tarihsel ilişki ve birikimini etkili şekilde devreye sokmaktadır. Bunlardan birisi de Trump döneminde ABD’nin dahil olmaktan vazgeçtiği Transpasifik Anlaşmasıdır. Obama döneminde Transpasifik Anlaşması, Japonya, Malezya, Vietnam, Avustralya, Singapur, Brunei, Yeni Zelanda, Kanada, Meksika, Peru ve Şili ile dünyanın en büyük serbest ticaret ilişkisi olarak planlanmıştır. Anlaşmayla ABD ile birlikte dünya ekonomisinin yüzde 40’ını oluşturan devasa bir ortaklık kurulması öngörülüyordu. Kuşkusuz bu anlaşma bir üretim ve ticaret devine dönüşen Çin’i dengelemeyi ve neoliberalizmin sermayenin kuralsız ve sınırsız dolaşımını kolaylaştıran yeni bir hukuk oluşturmayı amaçlıyordu. ABD planı ile oluşup ABD’siz yoluna devam etti. 2018’de Japonya ve Kanada liderliğinde 11 ülkenin katılımıyla Trans-Pasifik Ortaklığı için Kapsamlı ve İlerici Anlaşma (CPTPP) ismiyle hayata geçti. Devletlerin hukukunun üstünde bir hukuk ve işleyiş oluşturulmadan ancak devlet bürokrasisini olabildiğince zayıflatan bir ticarî kolaylık içeren şartlarla anlaşma sağlanabildi. Bu oluşumun hedefi olan Çin, oluşuma girmek için bir taktik hamle yaparak 2021’de başvuru yaptı. Yine AB’den çıkan İngiliz emperyalizmi büyük ortağının yarattığı boşlukta ekonomik kazanç elde etme olanağı olarak görerek 2022’de başvuru yaptı. İsmi geçen bölgede olmamasına rağmen CPTPP üyeleri İngiliz emperyalizminin başvurusunu kabul etti. Böylece İngiltere dünya ekonomisinin yüzde 15’ini oluşturan, 500 milyon nüfusa sahip büyük bir pazar alanını içeren ortaklığın bir parçası haline geldi.
İngiltere halen dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri, başat emperyalist bir güçtür. Yaklaşık 1,7 trilyon dolar ticaret hacmine sahiptir. Emperyalist mali tekellerin, fonların ana karargâhı durumundadır. Swap işlemlerinin merkezi konumundadır. İngiliz mali sermayesi ve üretim sermayesi tatlı kârlar ve büyük ticarî vurgunlar yaratma peşindedir. Ancak bunun yanında İngiltere’nin ticaret hacmi esasta AB’ye bağlı durumdadır. Ekonomik ilişkilerin ve ticaretinin yüzde 50’si AB ile bağlıdır. Bu bağlılığı azaltmak, daha yaygın ve geniş pazar alanlarına açılmak gibi yönelimleri söz konusudur. Yine CPTPP üyesi birçok ülkeyle sömürgecilik tarihinden gelen bağları ve ilişkileri bulunmaktadır. Siyasî temelde bu ilişkileri güçlendirmek, ekonomik ilişkilerle bunu daha da pekiştirmek gibi hedefleri söz konusudur. İngiliz emperyalizminin bu hemlelerini Trump’la birlikte iç üretimi artırmaya yönelerek yaşanmakta olan büyük krizi karşılama, boşlukları doldurma ve güç kazanarak ilerleme niyeti olarak yorumlamak gerekiyor. Bu, ABD ile tarihsel ittifakında kuşkusuz bir sorun yaratmayacaktır. Ancak, daha avantajlı hale gelmeye yönelik girişim ve yaklaşımlarını da beraberinde getirmektedir.
Genel olarak İngiliz emperyalizminin düne oranla hem siyasî hem askerî hem de ekonomik olarak sömürgecilik tarihinden kalma alanlara, bölgelere daha aktif olarak girdiği bir süreç yaşanmaktadır. Orta Doğu, Uzak Asya, Doğu Avrupa ve Afrika’da bu eksende tarihsel birikim ve deneyimini güncel gelişmelerle ve durumlarla birleştiren, eskisi gibi parlak ve başat konumda olmasa da pastadan daha fazla pay elde etmek için esaslı rakipleri Rusya ve Çin’e daha güçlü yönelen bir yaklaşımı örgütlemektedir. Önümüzdeki yıl İngiltere’nin adını daha çok duyacağımızı gösteren gelişmeler halkların düşmanlarının büyük krizinin de habercisi olarak görülmelidir. İngiliz emperyalizmi birçok kez kazandığı gibi birçok kez de yenildi ve halkların bunlardan sağladığı deneyim onların tam zaferinin teminatı olarak birikmektedir. Komünistler bu deneyime yaslanarak yürümekte ısrar edeceklerdir.