Ülkemiz bir kez daha kadın katliamları ile sarsıldı. Katledilen kadınlar sadece Türkiye’nin değil dünyadaki bütün ülkelerin bir sosyal gerçeği olsa da katliamların yaşanma şekli, farklı tartışmaları da gündeme getirdi. Katilin uyuşturucu tesiri altında olup olmaması üzerinden uyuşturucu kullanımı ve ticareti, “satanist” eğilimlere sahip olduğu iddiası ile içinde bulunulan kültürel-ahlaki yozlaşma, kadın düşmanlığı üzerindense “incel” kavramı üzerinden çeşitli tartışmalar yürütüldü, yürütülüyor. Biz bu yazıda incellik kavramı üzerinde duracağız.
“İncel” kelimesi, İngilizce “involuntary celibacy”, yani “istemsiz bekar” kelimelerinin kısaltılmasından oluşuyor. En basit anlamıyla incellik, istediği halde, kendi sosyal ve fiziksel “dezavantajları” nedeniyle bir kadınla duygusal ve özellikle de cinsel bir birliktelik yaşamaya yetmediğini düşünen erkeklerin kendilerini “kadın düşmanı” kimliğiyle tanımlamaları üzerinden açıklanıyor. Burada bir noktaya dikkat çekelim: Kavramı kadın düşmanı bir erkek değil eşcinsel bir kadın icat ediyor. Kavram, daha sonrasında söz konusu erkekler tarafından sahipleniliyor. Bir başka deyişle kavram, sosyal bir kimlik kazanıyor. Birçok kavramda olduğu gibi bu kavramın da yatağı anglosakson dünya.
Birçok anglosakson kavramda olduğu gibi bu kavramda da bir şema var. Bu şemaya göre, incel erkekler kendilerini toplumsal piramidin en altına yerleştiriyorlar. En üstte ise kadınlarla duygusal ve cinsellik birliktelikler yaşayabilen “alfa erkek” bulunuyor. Bu denklemi sürdürebilen, “erkekleri kendi cinsel cazibesinin verdiği kudretle seçebilen kadın” ise bu piramitte bir altta. Sosyal ve fiziksel dezavantajlarından dolayı bu sosyal denklemin içine giremediğini iddia eden incel erkekler, bu denklemi kadınların kurduğu teorisi üzerinden kadınlara düşmanlaşıyorlar. Kimliğin bir başka önemli yanlarından birisi, bu toplumsal şekillenişin kesinlikle değişmeyeceğine inanılması. Dolayısıyla intihar ve intihar ederken kadınları da katletme fikri, bir çeşit intikam alarak ölme derdine dayanıyor.
OLGULAR VE HALKIMIZIN KENDİLİĞİNDEN DÜŞÜNCELERİ
Yazıda bahsettiğimiz olguları incellik kapsamı dışında düşündüğümüzde bir dizi toplumsal gerçeğe ulaşıyoruz. Bu gerçeklerden birincisi konunun, doğrudan kadın düşmanlığından ziyade toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile alakalı olması, kadın düşmanlığının bu kaynaktan üretiliyor olmasıdır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği verili toplumsal adaletsizlikle doğrudan ilişkili. Ve bu eşitsizlik, biyolojik kimliğin ötesinde, cinsiyetlere belirli sosyal kimlikler atıyor. Çocukluğundan itibaren dominant bir karakterle büyütülen erkek, sünnetten askerliğe, bir işte çalışıp aileyi kurmaktan o aileyi korumaya kadar, bir dizi sosyal erkek donanımına sahip oluyor. Bu sosyal aktivite karşısında kadın, sosyal yaşam içerisinde daha pasif bir yerde konumlandırılıyor. Bu gerçeklik, bir eşitsizliğin sonucu olarak farklı eşitsizlikler doğuruyor. Kadını erkeğin “tavlaması” gerekirken bu denklemde kadından kendini “ağırdan satması” ve seçici olması bekleniyor. Buna benzer birçok gündelik pratiğe tanık oluyoruz. Bu bağlamda kadın da erkek de bu sosyalliğin içerisinde kalabilmek için çeşitli stratejiler üretiyor. Erkek, kadını “elde etme” yolunda başka erkeklerle rekabet halinde olduğu için sermayesini artırma stratejileri izliyor: Daha çok para kazanmak, daha iyi bir vücuda sahip olmak, içerisinde daha fazla itibarla daha geniş bir sosyal çevreye sahip olmak… Sosyal alan içerisinde kaynaklara erişimi kısıtlı, çalışma imkânı ciddi oranda elinden alınmış, aile ve akraba baskısı altında olan kadın, bu hengâme içerisinde kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Bazen aile baskısından kurtulmak için evlenme yolunu seçiyor, bazen dışarda çalışma imkânı elinden alındığı için ev içerisinde bir hegemonya kurmaya çalışıyor, bazen sadece erkeğin kaynaklarını kullanmak istiyor. Bütün bu sayılanlar, toplumsal olarak damgalanıyor: “koca parası yiyen”, “kezban”, “saçı uzun aklı kısa” gibi.
Toplum içinde ne erkek “kadını elde etmek, onun üzerinde hâkimiyet kurmak, centilmenlik, aileye bakmak, kadını korumak… hiçbiri benim sorumluluğumda olmamalı” diyor ne de kadın bu cinsiyet rollerinin dışına çıkmak adına hamleler yapıyor. Böyle olması da beklenmemeli zira toplumsal hiçbir katman bir anda aydınlanıp sisteme karşı konumlanmaz.
Karşımıza bu koşullarda çıkan incellik, somut adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri, verili adaletsizlik ve eşitsizlik üzerinden okumanın adıdır. Buna benzer eğilimleri sadece kadın düşmanlığı üzerinden incellikte değil; göçmenler ve ezilen ulus ve milliyetlere olan düşmanlık üzerinden faşizm ya da “neo-faşizm”de de görmek mümkün.
Özellikle “Avrupa’da yükselen aşırı sağ” fenomeninin gelişimiyle -yine bir Batılı kavramsallaştırma olan- incellik arasında bir ilişki olduğunu söylemek mümkün. Avrupalı emperyalist ülkelerde aşırı sağa kent merkezinden çok çevre şehirlerden, kasabalardan, periferiden bir kayış var. Bunun başlıca sebeplerinden birisi, kent merkezinde biriken kaynaklara erişimin bu kesimler için çok da mümkün olmaması. Fransa’yı ele alalım: Kültürel, sanatsal ve ekonomik kaynaklar çok büyük oranda Paris’te birikiyor. Fransa, Paris’in hegemonyası altında sosyal bir şekilleniş yaşıyor. Bu kaynaklara ne Paris banliyöleri ne de diğer şehirlerin kıyıları erişiyor. Bu anlamda Fransa’nın şehir merkezleri, örneği Paris’ten çıkardığımızda, kendi sosyal hegemonyalarını kurmuş bulunuyor. Göçmen düşmanı olan kasaba insanı aslında göçmenlerle etkileşim halinde değil. Fakat sosyal olarak dezavantajlı konumdalar. Kendi sosyalliklerini kurmak içinse -ki her sosyallik, kimliklerin iktidarını üretir- avantajlı olabilecekleri kimlikleri sahipleniyorlar. Beyaz olmak, erkek olmak, sağlam bir vücuda sahip olmak, heteroseksüel olmak…
İncel olarak adlandırdığımız tipler de kaynaklara erişemeyen ve doğuştan gelen fiziki, sosyal sermayeleriyle de o kaynaklara erişimlerinin mümkün olmadığına inanan kesimi kapsıyor. Toplumsal gerçeklik, burada çok yakıcı bir biçimde ortaya çıkıyor. “ÖSS birincisi çoban genç” güzellemesini de fındık satarak ülkenin en zengini haline gelen Sabancı yalanını da bir kenara atalım. Gerçekten de kaynaklara erişim, ailemizden ve içinde bulunduğumuz ortamdan bize miras kalıyor. Bu gerçek, kapitalizmin gerçeğidir. Bu gerçeğin kendiliğinden yorumu ise düşmanın kadınlar, göçmenler ya da “cahiller” olduğunu söylüyor.
İncel kavramını sahiplenip sanal medyayı kendi sosyalleşme alanlarına çeviren bu erkekler de toplumsal adaletsizliği kadın düşmanlığına çevirip kendi sosyalliklerini bu üstünlüğe borçlu kılıyorlar. İnsanlar bir düşünce etrafında topluluklar oluşma eğilimindedir, buralar onların kendini ifade edebilecekleri alanlardır. Onlar için de bu kimlik, ellerinde kalan tek sosyal tutunma alanı oluyor. Bir noktadan sonra “sanal” olan gerçeğe dönüşüyor fakat gerçek kafa karıştırmaya başlıyor. Gerçek gerçeklikten uzaklaştırılmaya, anlaşılamaz bir hale getiriliyor. Bilinçli bir biçimde gerçekten uzaklaştırılan kitlelerin önüne “kafa yoracakları” bir yapboz bırakılıyor. Tartışmalar böylelikle “Polis nasıl aynı günde iki kadının bir erkek tarafından katledilmesini engelleyemedi”den “Kadın da satanistmiş”e evriliyor.
Sonuç yerine,
Halkın kendiliğinden düşünceleri hiçbir zaman masum olmadı. Ezilenin ezilene düşmanlığı bu bağlamda kendiliğinden bir örgütlülüğe sahiptir. Bizim tutunacağımız yer ise bizzat bu gündelik yaşama, kendiliğinden stratejilerin çatıştığı bu alana dalmak olmalıdır. “Bu da sınıfsaldır” denebilir -ki nihayetinde öyledir de- ama bu analiz etmeme rahatlığına izin vermemelidir. Zira her toplumsal olguya “bu da sınıfsaldır” demek, olgunun sınıfsallığını zedeleyen apolitik bir yerde durmaktır. Bizim toplumsal eğilimleri anlamamız ve politikamızı bu pratik düzlemden ele almamız gerekir.
Kadın düşmanlığını her boyutuyla, tüm yanlarıyla, gelişebilir halleriyle ve özgünlükleriyle ele almak, cinsiyet eşitsizliğine dayanan biçimlerle sınırlamamak, örneğin doğru politika adına feminist harekete araya aşılamaz bir mesafe koymak kavrayışımızı engelleyebilir. Olgulara her zaman kuşkucu ve samimi yaklaşmalıyız. Bu yazımız “incelleri meşrulaştırma” riskini taşıması gibi verili toplumsal gerçeklere dalmak kuşkusuz bir dizi risk barındırır. Bu riskleri düşünmeli, bu risklerle hareket etmeliyiz. Nihayetinde “inceller” kadın düşmanıdır. Bu bir hastalık olmadığı gibi sistemin ürettiği erkek egemen anlayışın sonucudur; tıpkı cinsiyet rolleri, namus, kutsal aile gibi. Kadın cinayetlerine sunulan nedenlerden yalnızca biridir. Beslendiği özü aramak bulmak zorundayız.
Halkımızın egemen sınıflara güvensizliğinin her alanda arttığı bu dönemde, “sınıfsallık” adı altında; ama gayri politik davranarak gündemden sosyal şovence kopmak yerine ona sarılmak, gündelik sorunların yakıcılığını görmek ve “sıradanlaşmak” gerekiyor.