Emperyalist-kapitalist sistemin derin bir yapısal kriz içerisinde debelendiği buna paralel olarak da emperyalist hegemonya mücadelesinin sertleştiği bir süreçten geçiyoruz. Bir tarafta ABD-AB öteki tarafta Rusya ve Çin blokları dünyanın dört bir yanında acımasız bir hakimiyet mücadelesine tutuşmuş durumdalar. Bu mücadele kapsamında her gün yeni bir ülke-bölge öne çıkmakta, kendini emperyalist kurtların masasında bulmaktadır. Yeni olmasa da son dönemde gündemde Afganistan var. ABD ve NATO güçleri 2001’de işgal ettikleri Afganistan’dan 20 yıl sonra çekilmek zorunda kaldılar. Kuşkusuz ABD’nin artık gerileme sürecine girdiğinin de itirafı anlamına gelen bu yenilgideki en büyük faktör Afgan halkının direnişi oldu. Tarihsel süreçte defalarca kez istilacıları yenilgiye uğratan Afgan halkı, yine boyun eğmemiş ve ABD emperyalizmine geri adım attırmıştır. ABD’nin bu hamleyi yapmasında emperyalist rekabetin ulaştığı boyutun da etkili olduğunu belirtmek gerekir. Güçlerini Rusya ve Çin’e karşı yoğunlaştırmak zorunda kalan ABD, 20 yıldır boyun eğdiremediği Afganistan’daki işgali sürdürmeyi akıllıca bulmamıştır. İşgalin sonlanmasının ardından ise ülke yeni bir kaosun eşiğine gelmiştir.
Afganistan’a hâkim olmak uğruna emperyalistlerin rekabeti yeniden kızışmıştır. Her ne kadar geri çekilmek zorunda kalsa da ABD emperyalizmi işgal döneminde eğitip-donattığı işbirlikçi Gani rejimi unsurlarına dayanarak ülkedeki varlığını korumaya çalışırken Rusya ve Çin de ABD’nin çekilmesi ile oluşan boşluğu doldurmak adına harekete geçmiş durumdadır. Öte yandan Taliban’la ABD kuklası Gani rejimi arasında da sert çatışmalar yaşanmaktadır. Görünen odur ki ABD’nin çekilmesinin ardından hızla ilerleyen Taliban, ülkenin kontrolünü kısa sürede ele geçirecektir. 20 yıldır ABD ve NATO işgaline karşı halkın haklı ve meşru tepkisinden beslenen Taliban, sınıf karakteri icabı şimdi ise Afganistan’ın zengin kaynaklarına göz diken Rusya ve Çin emperyalizmine sıcak mesajlar yollamaya başlamıştır. Yani her ne kadar işgal sonlansa da Afgan halkı emperyalistlerin tahakkümünden kurtulamamıştır. Afganistan her daim emperyalist rekabetin temel alanlarından birini teşkil etmiştir. Dolayısıyla emperyalistlerin bu sahada üstünlüğü ele geçirmesi veya kaybetmesi küresel güç dengelerinin seyri açısından da önemli bir gösterge olmaktadır. Bu sebeple Afganistan’da yaşananları daha yakından incelemek ve analiz etmek faydalı olacaktır.
Afganistan coğrafi olarak Orta Asya’nın kalbinde yer alan bir ülkedir. Konumu itibari ile Uzakdoğu ile Ortadoğu arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Bununla birlikte Afganistan zengin, petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Orta Asya Türk cumhuriyetlerine ve Ortadoğu Körfez monarşilerine açılan bir kapı niteliğindedir. Ayrıca Afganistan henüz işletmeye açılmamış zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahiptir. Örneğin ülke, uranyum, bakır ve altın açısından büyük maden yataklarına ev sahipliği yapmaktadır. Bunun yanında Afganistan’da, özellikle yüksek teknoloji üretiminde kullanılan ender mineral kaynakları da fazlasıyla mevcuttur.
19. YÜZYIL: İNGİLİZ ve RUS YAYILMACILIĞI
Jeopolitik önemi ve sahip olduğu kaynaklar nedeniyle Afganistan her daim emperyalistlerin önem verdiği ve hakimiyet uğruna birbirileriyle acımasız rekabete giriştiği bir coğrafya olmuştur. Afgan halkı bu emperyalist saldırılar karşısında çok büyük bedeller ödemiş ve tarihi direniş örnekleri de sergilemiştir. Tarihsel süreçte Afganistan üzerine ilk büyük rekabet, İngiltere ve Çarlık Rusya arasında 19. yüzyılın ikinci yarısının tümüne yayılan bir süreçte yaşanmıştır. O dönemde Orta Asya’da hızla ilerleyen Rus yayılmacılığı, Hindistan’ı ele geçirmek ve oradan sıcak denizlere inmek adına gözünü Afganistan’a dikmişti. Dönemin hegemon gücü olan İngiltere ise sömürgesi olan Hindistan’ı kaptırmamak adına Afganistan’ı ele geçirerek bu ülkeyi Rusya’ya karşı tampon bir bölge haline getirmeye çalışmıştır. Ayrıca İngiltere, Afganistan üzerinden Rusya’nın nüfuzu altında bulunan Orta Asya’ya da sızabileceğini hesaplamıştır. Bu amaçla İngiltere Afganistan’a karşı iki büyük istila harekâtı düzenlemiştir. Ancak bu iki girişim de Afgan halkının yiğitçe direnişi ile püskürtülmüş, İngiltere’nin işgal için gönderdiği güçlerin neredeyse tamamı imha edilmiştir. Yani bu süreçte ne Rusya ne İngiltere Afganistan’ı sömürgeleştirmeyi başarabilmiştir. Ülke uzun bir süre boyunca parçalı ve feodal bir yapıda krallıkla yönetilmeye devam etmiştir.
20. YÜZYIL: RSE İŞGALİ VE ABD YAYILMACILIĞI
Afganistan üzerine verilen ikinci büyük mücadele, ABD emperyalizmi ile sosyal emperyalist Rusya (RSE) arasında yaşanmıştır. 70’li yıllarda Afganistan’da krallığın yıkılması ve yerine RSE’ye yakın bir rejim kurulması, ABD’nin de dikkatini bölgeye çekmiştir. Yeni rejime karşı ABD, S. Arabistan ve Pakistan’ın da desteği ile İslamcı grupların başını çektiği birçok ayaklanma yaşanmıştır. Rejimin bu ayaklanmalar karşısında zora düşmesinin ardından RSE (Rus Sosyal Emperyalizmi) 1979 yılında Afganistan’ı işgal etmiş ve kukla rejimini koruma altına almıştır. Bu işgale karşı Afgan halkının da tepkisi büyük olmuş ve güçlü bir direniş başlamıştır. ABD ise bu durumu fırsata çevirebileceğini, kendi deyimleriyle Afganistan’ı Rusya’nın Vietnam’ına çevirebileceğini hesaplamıştır. Yani nasıl ki ABD Vietnam’ı işgal girişiminde direniş nedeniyle büyük kayıplar vermiş ve batağa saplanmışsa Rusya’nın da Afganistan’da benzer bir duruma düşürülebileceği düşünülmüştür. Bu kapsamda ABD, Afganistan’da “mücahit” ismi verilen İslamcı grupları Pakistan ve S. Arabistan’ın da yardımıyla eğitip-donatarak RSE’ye karşı desteklemiştir. Bu aynı zamanda ABD’nin RSE ve devrimci-ilerici güçlere karşı başlattığı ve İslamcı grupları büyüterek desteklemeyi temel alan “Yeşil Kuşak” projesinin de başlangıcı olmuştur. Afganistan bu projenin merkezi yapılmıştır. Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden İslamcılar Afganistan’a akıtılmış ve bunların Rusya’ya karşı savaşması sağlanmıştır. Böylece ABD’ye bağımlı hale getirilerek palazlandırılan İslamcı grupların daha sonra kendi ülkelerinde de etkin bir konuma ulaşması ile devrim-demokrat güçlerin gelişiminin de önlenebileceği hesaplanmıştır.
Nihayetinde Rusya güçlü direniş karşısında büyük kayıplar vermiş ve 1989 yılında işgali sonlandırarak Afganistan’dan geri çekilmek zorunda kalmıştır. Afganistan yenilgisi RSE’nin gerileme sürecini hızlandırmış, ’91 yılında da revizyonist rejim çökmüştür. RSE işgalinin sonlanmasının ardından Afganistan yeni bir kaos ortamına sürüklenmiş, işgale karşı direnişin başını çeken farklı “mücahit” guruplar arasında iktidarı ele geçirmek adına bir iç savaş yaşanmıştır. Bu ortamda 1994 yılında Taliban kurulmuş ve iç savaşta rakiplerini kısa sürede saf dışı bırakarak 1996 yılında iktidarı ele geçirmiştir. Öğrencilerin kurduğu bir örgüt olduğu için adına talebeler anlamında Taliban denmiştir. Taliban Afganistan’daki burjuva-feodal sömürücü sınıfların çıkarlarını esas alan bir yönelime sahiptir ama aynı zamanda işgale karşıdır.
21. YÜZYIL: ABD VE NATO İŞGALİ
Afganistan tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri 2001 yılında ABD ve NATO güçlerinin ülkeyi işgali ile gerçekleşti. ABD 11 Eylül saldırılarının ardından eylemi gerçekleştiren El-Kaide’yi barındırdığı ve desteklediği gerekçesi ile Afganistan’ı istila etmek ve Taliban rejimini devirmek adına harekete geçti. Elbette “11 Eylül” işgalin gerçek amacını örtmek adına kullanılan bir bahaneden ibaretti. ABD işgalinin gerçek sebeplerini anlayabilmek için her şeyden önce o dönemki konjonktüre kısaca da olsa değinmek gerekir. Fakat en başta şunu söylemeliyiz ki bu işgaller ABD hegemonyasının bitişini de hızlandıran niteliktedir.
RSE’nin 1991 yılındaki çöküşünün ardından ABD egemenleri tek “süper güç” olarak kaldıklarını düşünmüş ve ABD egemenliğine dayanan tek kutuplu bir dünya hülyası görmeye başlamıştır. En büyük ve güçlü rakibinin ortadan kalkması ABD açısından altın bir fırsat olarak görülmüştü. RSE’nin çöküşünün ardından Rusya’nın ekonomik ve siyasi olarak bir kaosa sürüklendiği, AB’nin ABD’ye olan askeri ve ekonomik bağımlılığının güçlü bir şekilde sürdüğü, Çin’in ekonomik olarak henüz atılım yapmadığı bir konjonktürde ABD’li burjuva ideologlarının en çok dillendirdiği şey 21. yüzyılın ABD yüzyılı olacağı argümanıydı. Nitekim ABD, fırsatı değerlendirerek katı bir küresel hegemonya tesis edebilmek adına 2000’li yıllarla beraber büyük bir saldırganlık dalgası başlattı. Bu kapsamda ABD, bir yandan Rusya ve Çin gibi rakiplerini baskı altına alırken öte yandan “terörle mücadele konsepti” adı altında ABD egemenliğine karşı direnç oluşturabilecek halklara, örgütlere veya kimi ulusal rejimlere karşı tüm gücünü seferber etti. Bu doğrultuda ABD bir dizi askeri işgal gerçekleştirdi. 2001 yılındaki Afganistan işgali bunlardan ilkiydi. Daha sonra 2003 yılında Irak işgal edildi. Irak işgali aynı zamanda ABD’nin büyük bir askeri güçle Ortadoğu’ya girme hamlesiydi. ABD Irak’ı bir üs haline getirerek Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda bir dönüşümü de başlatmayı amaçlamıştı. Yani Irak işgali ABD’nin küresel hegemonya saldırısının Ortadoğu ayağını teşkil etmekteydi. Afganistan işgali ise bu stratejinin Orta Asya ayağıydı. Yine ABD, Afganistan işgali ile Orta Asya’ya büyük bir güç yığmayı hedefliyordu. ABD bir anlamı ile gücünün zirvesine varmıştı, rakipsizdi! Bunun aynı zamanda hegemonyasının da zayıflamaya başladığı aşama olduğu henüz görülmüyordu. ABD, RSE’nin dağılması ile “bağımsızlığını” kazanmış ve Rusya’dan bir miktar uzaklaşmış, petrol ve doğalgaz zengini Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerini de etkisi altına almayı planlıyordu. Bunun yanında ABD, Rusya ve İran’a komşu olan Afganistan’a yerleşerek bu güçleri de baskı altına alabileceğini, kuşatabileceğini hesaplıyordu. Elbette ki ABD, kendinden önce Afganistan’ı işgal eden diğer emperyalistler gibi esasta bu ülkenin zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalamayı amaçlıyordu. Afganistan’ın sahip olduğu ve henüz el değmemiş bakır, altın ve uranyum maden yatakları ABD ve onun peşinde işgale katılan Avrupalı emperyalistlerin ağzının suyunu akıtıyordu. Nitekim Afganistan’a küçük askeri birlikler gönderen emperyalistler bile askerlerini maden yataklarının yoğun olarak bulunduğu bölgelere konuşlandırmaya çalışıyordu. Yani işgalin esas amacı Afganistan’ı ekonomik olarak talan etmekti, yukarıda değindiğimiz jeopolitik hedefler ikinci sıradaydı.
Bu emellerle ABD daha düne kadar RSE’ye karşı desteklediği İslamcı gruplardan biri olan Taliban’a savaş açtı. NATO’yu da yanına alan ABD, ayrıca Taliban karşıtı eski kimi “mücahit” örgütlerin ve Raşid Dostum gibi savaş ağalarının da desteği ile Taliban’ı kısa sürede yenilgiye uğratmış ve başkent Kabil’i ele geçirmiştir. Ancak ABD ve kurmuş olduğu kukla hükümet hiçbir zaman Afganistan’ın bütününde hakimiyetini tesis edememiştir. Zira Taliban hızlı bir şekilde toparlanarak işgalcilere karşı güçlü bir direniş örgütlemiş ve özellikle kırsal bölgelerde tekrar hakimiyetini tesis etmiştir. Direnişin büyümesi karşısında ABD, Afganistan’daki asker sayısını arttırmak zorunda kalmıştır. Öyle ki 2010 yılına gelindiğinde Afganistan’da yüz bini ABD olmak üzere 130 bin NATO askeri bulunuyordu. ABD Taliban’ın etkisini azaltmak, Afgan halkının direnişini kırmak adına tüm gücünü seferber etmiştir. Son teknoloji ürünü savaş araçları devreye sokulmuş, halkı sindirmek adına yerleşim yerleri sıklıkla bombalanmış, her türlü zulüm uygulanmıştır. ABD, Afganistan savaşını kazanmak adına 20 yılda 2 trilyon dolar gibi devasa bir kaynak harcamıştır. Ancak tüm bu çabalara rağmen ABD, halkın direnişini ve bu direnişten beslenen Taliban’ı nihai olarak yenilgiye uğratmayı başaramamıştır. Tam tersine Taliban, zamanla, kırsal alanların yanında, kimi şehir merkezlerini de ele geçirmiştir. ABD’nin eğitip-donattığı kukla Afgan ordusu Taliban karşısında tutunmayı başaramamıştır.
TALİBAN’LA MASAYA OTURMA VE ABD-NATO GÜÇLERİNİN GERİ ÇEKİLMESİ
Ortaya çıkan bu tablo ABD’yi 2018 yılında Katar’ın başkenti Doha’da Taliban’la masaya oturmaya ve pazarlık yürütmeye zorlamıştır. ABD, Doha görüşmelerinde işgali sonlandırma karşılığında Taliban’dan kuklası Gani rejimi ile ortak bir hükümet kurması gibi tavizler talep etmiştir. Uzun süren pazarlık sürecinden net bir sonuç çıkmamasına rağmen ABD, Biden’ın da başkan seçilmesinin ardından Mayıs 2021’de çekilme sürecini başlatmıştır. 11 Eylül 2021 tarihine kadar tüm ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’ı terk etmesi beklenmektedir.
ABD’nin bu kadar stratejik hesaplarla giriştiği bir işgali bugüne gelindiğinde neden böylesine alelacele sonlandırmak zorunda kaldığına bakmak gerekir. Bu bakış aynı zamanda emperyalist-kapitalist sistemin başat gücü olan ABD’nin içinde bulunduğu durumu da net bir şekilde gösterecektir. Her şeyden önce unutmamak gerekir ki hiçbir emperyalist güç işgal ettiği bir bölgeden kendi kendine çekilmez. Hele ki söz konusu Afganistan gibi jeopolitik ve ekonomik olarak önemli bir coğrafya ise bu daha da geçerlidir. ABD tıpkı Vietnam’da, Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da yenilmiştir. Direnişi kıramaması nedeniyle işgali gerçekleştirirken amaçladığı jeopolitik ve ekonomik hedeflere de ulaşamamıştır. Örneğin savaş ortamı nedeniyle ABD Afganistan’ın zengin maden yataklarını istediği oranda yağmalayamamıştır. ABD zaten başarısız olduğu bir girişime daha fazla kaynak ayıramayacak bir hale gelmiştir. Bununla birlikte emperyalistler arası rekabette yeni ortaya çıkan ihtiyaçlar da ABD’nin bu geri çekilişinde etkili olmuştur. Zira özellikle 2008 krizinin ardından ABD hızla gerilemeye başlarken Rusya ve Çin güçlenmeye başlamıştır. Rusya askeri ve siyasi manevralarla Ortadoğu’dan Doğu Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafyada etkin hale gelirken Çin ise özellikle artan ekonomik gücü ile dünyanın dört bir yanında ABD ile amansız bir rekabete tutuşmuştur. Bu durum ABD hegemonyasının da hızla gerilemesine yol açmıştır. ABD emperyalizmi bu gerilemeyi tersine çevirmek adına Rusya ve Çin’i odağına alan bu güçleri kuşatmayı önceleyen bir strateji takip etmeye başlamıştır. Bu doğrultuda güçlerini doğrudan Çin ve Rusya’ya karşı konumlandırma ihtiyacı duymaktadır. Nitekim Biden’ın başkan seçilmesinin hemen ardından ABD’nin önceliğinin Doğu Avrupa ve Pasifik bölgeleri olacağı açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla bu bölgelerin dışındaki yerlerde zorunlu olarak varlığını ve gücünü azaltmak durumunda kalmaktadır. Yakın bir dönemde ABD’nin Ortadoğu’daki askerlerinin ve silah sistemlerinin bir bölümünü Doğu Avrupa ve Pasifik’e kaydırabilmek adına geri çekilmesi bu yönelimin net bir ifadesi olmuştur. Afganistan’dan çekilme, bu yönde atılmış bir adımdır. ABD tüm enerjisini Rusya ve Çin’e yoğunlaştırmak istediği bir dönemde Afganistan’daki işgalini sürdürmeyi göze alamamıştır. Esasında Afganistan ABD’nin Rusya ve Çin’e karşı Orta Asya’daki önemli bir konumlanma merkeziydi. ABD, Afganistan’dan çekilerek Rusya ve Çin’e karşı önemli bir mevziisini kaybetmiştir. Dolayısıyla Afganistan yenilgisi ABD’nin yaşadığı güç kaybının da en net göstergelerinden biri olmuştur.
(Devam edecek)