31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleri Kürt ulusal sorunu kapsamında da tartışılmayı hak etmektedir. Zira öyle bir hava yaratıldı ki İBB Başkanlığı’nın CHP tarafından kazanılmasıyla yaşanacak gelişmelerin Kürt sorununda da demokratik çözümün koşullarını oluşturacağı beklentisi ortaya çıktı. Ekrem İmamoğlu ve Binali Yıldırım’ın Kürt halkına şirin gözükmek için dillendirdikleri sözlerin üzerinden fazla geçmeden Erdoğan ve Bahçeli tarafından da Kürtler, HDP ve Öcalan gündem konusu yapıldı. Hal böyle olunca İBB seçimleri vesilesiyle Kürt sorunu ve olası politikalar seçim tartışmasının ortasına yerleşiverdi.
Kürt ulusal sorununun İBB seçimleri vesilesiyle de olsa ülke gündeminde önemli bir yere gelmesinin belli bir doğallığı vardır. Bu doğallık, Kürt ulusal sorununun ülke siyasetindeki etki ve önemi yanında son seçimde de açığa çıktığı gibi Kürtlerin oy gücüyle ilgilidir. Fakat bu seçimler özgülünde farklı bir durum da söz konusuydu. O da 31 Mart’ta “Batı’da AKP’ye kaybettireceğiz”, 23 Haziran’da ise “Demokrasi İttifakı” diyen HDP’nin izlediği seçim politikasıyla ilgilidir. HDP, 31 Mart’ta daha dolaylı söylemlerle, 23 Haziran’da ise açık bir biçimde CHP’nin adayı İmamoğlu’nu destekledi ve Kürt oylarının ‘değeri’ daha ilk seçimde kendini göstermiş oldu. 23 Haziran’a bu verinin etkisi etrafında giden seçim partileri kendi söylem sınırlarını zorlayarak seçimin sonucunu belirlemeye çalışmışlardır. CHP ve özelde İmamoğlu “insanlık” ve “vatandaşlık” üzerinden Kürtlere yönelik “şirin” sözler sarf etmiş ve ve bu şirinliğini 23 Haziran’a kadar da korumuştur. Rakibi Yıldırım’ın “Kürdistan Mebusu” çıkışı, Erdoğan’ın “Kürt de olsa insandır” sözleri ve ardından -Bahçeli’nin de dahil olmasıyla- A. Öcalan’ın mektubuyla yaratılmak istenen sansasyon iktidar bloğu nezdinde amacına ulaşamamış oldu. A. Öcalan’ın mektubundaki ucu açık yoruma karşın Kürt Ulusal Hareketi’nin ve yasal temsilcisi HDP’nin açıklamaları; özelde Cemil Bayık, Murat Karayılan ve S. Demirtaş’ın CHP ve İmamoğlu’na destek konusundaki net tutumu iktidar bloğunun “Kürdistan” ve “A. Öcalan” çıkışına etki şansı bırakmadı. Fakat asıl olan AKP iktidarında defalarca kez katliama maruz bırakılan ve onursuzlaştırılmak istenen Kürt halkının AKP ve Erdoğan’a duyduğu tepkiydi.
Faşist parti lider ve adaylarının 23 Haziran’a ramak kala Kürtlere yönelik ‘güzellemeleri’ ve ‘tabuları yıkan’ çıkışları, hakim kliklerin iktidar mücadelesinde nasıl renkten renge girebildiklerinin geniş kitlelere de yansıyan güzel bir örneği oldu. Bu ‘güzellemelerin’ ve aynı zamanda Kürt sorunu ya da Öcalan ‘hassasiyetinin’ sahte ve çıkarcı olduğunu; Kürtlerin oylarını alabilmek, güç olabilmek ya da gücünü koruyabilmek adına yapıldığını sanırız herkes biliyor ya da anlıyor. Peki bu bilinmesine karşın, neden Kürt sorunu etrafında “Demokrasi İttifakı”, “demokratikleşme” gibi iddialı sözler sarf ediliyor?
Sadece Kürt Ulusal Hareketi değil CHP adayına destek veren tüm “sol” güçler nezdinde, her biri kendi rengine uygun politik tespitler ortaya çıktı. Uzun uzun ‘değerlendirme’ ve taktik ‘yeteneklerden’ söz etmeye gerek yok. Sadece bu seçimde değil uzun zamandır tüm seçimlerde aynı varsayım üzerinden hareket ediliyor: AKP, RTE ya da AKP-MHP’ye seçimlerde kaybettirilirse bu durum iktidarlarını kaybetmelerinin de önünü açar; faşizm yıkılır, yerine demokratikleşme süreci başlar vs. Kuşkusuz faşizmden ve demokratikleşmeden ne anlaşıldığı umut bağlanan seçimlere yaklaşımı da ele veriyor. Seçimlere umut bağlayan tüm hareketlerin faşizm tespit ve söylemleri faşizmi AKP ile özdeşleştiren bir ortaklık taşısa da demokratikleşme tespitleri farklılıklar taşıyor. Örneğin HDP için demokratikleşme Kürt sorununun çözümüyle ilgili bir konuyken, sosyal şoven ya da reformist kimi kurumlar için “Cumhuriyetçi” bir içerik taşıyor. CHP ve İYİP için ise iktidardan ve pastadan daha fazla pay kapma ve mümkünse hakim güç olma anlamı taşıyor. Bu da gösteriyor ki HDP’nin “Demokrasi İttifakı”nın belki de tek ortak yanı AKP-MHP bloğu ve RTE’ye karşıtlık zeminidir. Bu kırılgan ve değişken tutkal tekrarlanan seçimlerde belli bir sinerji yaratmış olsa da kalıcı ve etkili olma şansı yok gibidir. Zira gerçek çelişki ve konumlanışlar başka başkadır; “ittifak” farklı düzlemlerde birbiriyle savaşan güçlerden oluşmaktadır. Aslına bakılırsa bir temenni ve seçime etki eden ortaklıktan öte ortada bir ittifak da yoktur.
Durum bu olmasına karşın Cemil Bayık’ın “AKP-MHP iktidarı İstanbul seçimlerini kaybettiğinde iktidarı gerçekten de düşmüş olacaktır. Aslında Türkiye’de demokratikleşmenin önü açılır. Bu açıdan İmamoğlu, İstanbul seçimlerini yeniden kazanırsa Türkiye’de gerçekten yeni bir siyasal süreç başlar. CHP de artık eski CHP geleneğini tümden sürdüremez. Demokratikleşmenin önü açılacaktır.” şeklindeki sözleri, Kürt Ulusal Hareketi’nin üst kademelerindeki -en hafif deyimle- ciddi yanılsamaların da göstergesidir. En hafif deyimiyle diyoruz çünkü Kürt Ulusal Hareketi ve kuruluşundan bugüne yönetici pozisyonlarda bulunan birçok kadrosu önemli tarihsel deneyimlere sahiptir. Hükümette, devlette, faşist klik ve partilerde farklı dönemlerde yaşanan değişimleri ve aynı zamanda Kürt ulusal sorununda hayata geçirilen politikaları bire bir yaşayan ve deneyimleyen en başta hareketin kendisi ve yönetici kadrolarıdır. Ancak tarihsel hafıza ve bu hafızanın mantık yürütme yeteneği yok olmuşçasına değerlendirmeler yapılmakta, umutlar yaratılmakta ve birbirinin tekrarı hatalar yapılmaktadır.
Yakın tarihte T. Özal’ın “federasyonu da tartışabiliriz”; S. Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” ve T. Erdoğan’ın “Kürt sorunu benim sorunumdur” gibi çıkışlarının daha alt bir versiyonu bugün CHP ve İmamoğlu tarafından dillendirilmektedir. Faşist devlet temsilcilerinin bu ve benzer çıkışları her dönemde Kürt ulusal mücadelesini kontrol altında tutabilmek amacı güdüyor olsa da Kürt Ulusal Hareketi’nin uzun ve zorlu mücadelesinin de sonuçlarıdır. Fakat en azından tarihin aydınlatıcılığı; hakim sınıflara, faşist kliklere ve düzen partilerinin niteliğine dair belli gerçekleri bizim için kavratıcı olmalıdır. “Federasyon” çıkışı yapan Özal’ın federasyona kesinkes karşı karşı olduğu ve Kürt nüfusunu Batı’da eritme ve asimile etmeyi savunduğu; “realite” çıkışı yapan Demirel’in ‘Kürt sorunu’ demeyerek meseleyi “ulus” ve “ulusal haklar” noktasından uzak tutmak istediği; “benim sorunum” diyen Erdoğan’ın “Bu ülkede Kürt sorunu yoktur PKK/terör sorunu vardır” da dediği aslında her birinin özde aynı amaç doğrultusunda hareket ettiği tarihin tanıklığıyla açıktır. Kürtlere yönelik bazen oyalama bazen katliam biçiminde, kimi zaman rapor kimi zaman açılım adı altında hep aynı şovenist politika hayata geçirilmiştir. Bu politikayı tanımlayan temel özellikler değişmemiştir: İmha, İnkar, Asimilasyon!.. Bu kadar “Kürt” kelimesi telaffuz ediliyor ve artık “kart kurt” denmiyorken Kürtlerin inkarının artık geçerli olmadığı düşünülebilir. Oysa inkar edilen şey Kürtlerin bir ulus olarak varlıkları ve buna bağlı olarak ulusal-kolektif haklarıdır. Dolayısıyla inkar her dönemde, bazen inceltilmiş biçimde bazen ise zorbalıkla hayata geçirilmiş bir politikadır. Seçim döneminde kulağa hoş gelse de bu inkarın en güncel örnekleri İmamoğlu’nun ağzından ortaya dökülmüştür.
“Aslında olaya ‘Kürt sorunu’ gibi değil de biraz daha insani gözle bakmak gerekiyor. (…) ‘Kürt sorunu’ dediğimiz zaman o bile ayrımcılık başlatıyor. (…) Hâlbuki eşitlenme duygusu yurttaş eşitliğinden bahsetmeliyiz. Diğer türlü başka etnik kavramlar ürettikçe bu vatanı bölmeye başlıyorsunuz.” Bu sözler İmamoğlu’na aittir ve dahası vardır. İmamoğlu’nun Kürt sorununa dair ifadelerinde Türk hakim sınıflarının resmi söylem ve safsatalarının birçoğunu bulmak mümkündür. Kürt ulusunun ve haklarının reddi; kolektif hak yerine bireysel hakkı öne çıkarmak; Kürtleri bir ulus olarak görmek yerine TC vatandaşı/yurttaşı olarak görmek (ki TC anayasasına göre ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’); Kürt sorununu ekonomik geri kalmışlık, eğitim ve bölgesel kalkınma meselesi olarak gösterme; anadile ve kültüre dair kırıntılar verme; terör ve maşa söylemi; içi boş kardeşlik söylemi ve benzeri birçok söylem TC egemenlerinin her klikten temsilcilerin dönüp dolaşıp üzerinde tepindikleri uğraklardır. İmamoğlu bu şovenist devlet çizgisinden azade değildir. Tersine o sözleriyle Kemalizm’in ve Türk-İslam Sentezi’nin gururlu bir çocuğu olduğunu ortaya koymakta bir beis görmüyor. Bugüne kadar Menderes, Özal, Demirel, Türkeş ve dahasını “rahmetle” andı. Seçim taktiği de denebilir fakat İmamoğlu’nun bu yadigârlığının seçim taktiğiyle sınırlı olmayıp tam da “devlet adamlığının” göstergesi olduğu açıktır. Bu niteliği gereğidir ki düzen güçleri için de bir “umut” niteliği kazanmış; TÜSİAD gibi büyük sermaye temsilcilerinin övgüsüne mazhar olmuştur.
Kürt ulusal sorununda tarihsel hafızanın tam da bu dönemde canlandırılması; Kürt ulusunun yeniden sahte umutların peşinde sürüklenmemesi, mücadele potansiyelinin daha fazla köreltilmemesi için gereklidir. AKP’nin hükümete gelişi, iktidar kliği halini alması, iktidarını sağlamlaştırana kadar ki politikaları ile sonraki politikaları Kürt ulusal sorunu özgülünde değerlendirmeye tabi tutulmak ve muhasebe edilmek zorundadır. Bugün AKP-MHP’ye kaybettirme siyasetini esas alan ve bu amaçla yerel seçimlerde belli başlı şehirlerde CHP’ye destek sunan Kürt hareketi; dün ise etkin olduğu yerlerde CHP’ye siyaseten varlık şansı bırakmıyor, AKP’ye ise ılımlı yaklaşıyordu. Kuşkusuz Kürt hareketinin faşist devlet partisi CHP’ye olan söz konusu tutumu eleştiriye konu değildir. Eleştiriye konu olan diğer bir faşist parti olan ve hükümette bulunan AKP’ye karşı izlediği siyasettir. Gezi İsyanı’nda AKP ve Erdoğan’ı teğet geçmeyi tercih eden; Kobanê Serhildanı’nı sonlandıran ve bugüne kadar AKP ve Erdoğan’a karşı ortaya çıkan büyük fırsatları ‘değerlendirmeyen’ yine Kürt Ulusal Hareketi’nin kendisidir.
Cemil Bayık, Hollandalı Gazeteci Frederike Geerdink ile yaptığı ve İmamoğlu’nun İstanbul seçimlerini kazanması halinde Türkiye’de siyasi açıdan çok büyük değişiklikler olacağını, yeni bir dönemin başlayacağını ifade ettiği röportajında AKP konusunda “umut” ve “hayal kırıklığı” üzerine şöyle konuşuyor: “Kuşkusuz AKP iktidarı bir dönem demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü konusunda bazı Kürtlerde umut yaratmış olabilir. Bunun ortaya çıkardığı hayal kırıklığı da olmuş olabilir. Şu bir Kürt gerçeğidir, Kürt diyalektiğidir, Kürt sorununun çözümünün, Kürt sorununun karakteridir: Kürtler zorluklara katlamadan, zor koşullarda mücadele etmeden özgür ve demokratik yaşamlarını kazanmaları zordur.” Bayık “bazı Kürtler” dese de aslında Kürt Ulusal Hareketi’nin kendisi bu süreci yaşamış ve Kürt ulusunun umut ve hayal kırıklıklarında da belirleyici özne olmuştur. Bu anlamda Kürt Ulusal Hareketi direnişin ve savaşın öznesi olduğu gibi ciddi hata ve hayal kırıklıklarının da öznesi ve sorumlusudur. Fakat bu sorumluluk ciddi bir eleştiri ve özeleştiriye tabi tutulmadığı için Kürt Ulusal Hareketi tarihsel hafızasından beslenmemekte; aynı faşist devlet ve ideolojinin farklı temsilcileriyle ilgili umutlar besleyebilmektedir. Oysa değişen sadece aktörler ve biçimsel sözlerdir.
Kürt Ulusal Hareketi reformist bir karakter kazandığından bugüne, belirlediği politikalarda, ülkedeki hakim klikler, bölgedeki güçler ve emperyalist güçler arasındaki dengelere daha fazla önem vermekte ve bu dengelerden faydalanma siyasetini öne çıkarmaktadır. Bu bir yanıyla nesnel bir gereklilik ve doğal bir durumdur. Ancak doğal olmayan şey; Kürt ulusal mücadelesinin, kendi çizgisi ve gücüne güveni esas almak yerine bu dengeleri esas alması; ‘faydalanmaya’ çalıştığı dengeler ve süreçler içerisinde ‘faydalanılan’ durumuna düşmesidir. Bu durumda mücadelenin başarısında ‘dış unsurlar’ ağırlık kazanmakta, ‘tesadüfler’ öne çıkmaktadır. Dahası esas alınan dengeler ve süreçler nedeniyle tarihi birtakım hamleler yapılamamakta ve yine tarihi birtakım fırsatlar kaçırılmaktadır. Tüm bu problemler Kürt Ulusal Hareketi nezdinde ideolojideki ve stratejik hattaki kırılmanın yansımalarıdır. AKP-MHP ve Erdoğan’ karşı İmamoğlu gibi bir figürün ortaya çıkması ve İBB Başkanlığını kazanmasıyla büyük değişim ve demokratikleşme beklentisi Kürt Ulusal Hareketi’nin bu ideolojik ve stratejik bulanıklığından ileri gelmektedir. Aksi halde devleti, faşizmi, hakim klikleri, Kemalist ideolojiyi vb. en çıplak ve sinsi halleriyle deneyimleyerek yaşamış tarihi bir hareketin, bilimsel teori ve pratikle hiç örtüşmeyen bu beklentilerinin bir izahı olamaz.
İmamoğlu’nun seçim başarısı için “Bu zafer Kürtlerindir” diyen Kürt legal siyasetinin kimi temsilcileri, destekçisi ve yedekleneni oldukları İmamoğlu ve CHP nezdinde demokrasi söylemleriyle Kürt halkının bilincini köreltmiş oluyorlar. Hakim sınıfların her iki kliğinin de seçim ve oy için Kürtlere şirin görünme çabaları dahi kendi içinde bir aşağılama içerirken CHP ve İmamoğlu’nun seçim başarısını Kürtlere ait bir başarı olarak adlandırmak tam da bu bilinç bulanıklığına hizmet etmektedir. Eğer bir zafer varsa o da faşist hakim kliklerden birine ve onun temsilcilerine aittir. Bu, Kürt oylarının seçime yaptığı stratejik etkiye rağmen böyledir. Zira hangi ideoloji, hangi siyasi program ve hangi siyasi yapı bu sürecin öznesi ve önderiydi; hangisi ise destekçisi ve yedekleneniydi sorusuna vereceğimiz cevaplar zaferin kime ait olduğunun da cevabı olacaktır.
Kürt ulusal sorununda reformist çizgi, keskinleşen çelişkiler ve artan hakimiyet savaşları içerisinde benzer hataların sergilenmesine ve mücadeleye zarar veren politikaların belirlenmesine neden olmaktadır. İmamoğlu ile ortaya atılan ve Kürt sorununda da ön açıcı olacağı propaganda edilen demokrasi beklentisi söz konusu reformist çizginin güncel görünümlerinden biridir. Ne İmamoğlu ne CHP ne de her türden hakim sınıf temsilcisi Kürtlere demokrasi getiremez. Bu ülkede demokrasi sorunu ve doğal olarak Kürt ulusal sorunu bir devrim sorunudur. Kürt ulusal sorunundaki komünist görevlerimizi unutmadan ısrarla bunu anlatmaya devam edecek; ezilen Kürt ulusunu ve Kürt Ulusal Hareketi’ni yanlış çizgi ve politikalara karşı uyarmaktan geri durmayacağız.