T. Kürdistanı’nın siyasal durumu hakkında bugün yoğunluklu bir tartışma yürütülmüyorsa eğer, üzerinde bir ortaklaşma yakalanmış olmasından değildir. Düşünce dünyamızın kavramlarla inşaa edildiği ve bu özelliğinden dolayı kavramlar üzerindeki mücadelenin en şiddetli mücadelelerden olduğu bilinir. Sorunun ruhunun tanımlanması ve doğru bir şekilde ortaya konulması doğru bir mücadele için önkoşuldur. Bu maksatla “ilhak”, “ezilen bağımlı ulus” ve “sömürge” kavramlarıyla ilgili kısa bir çalışmayı sunuyoruz.
İlhak kavramı en genel anlamda “kendine katma” olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla ulusun devlet kurma hakkının gasp edilmesi her durumda ilhaktır. Devlet kurması engellenen bir ulus açıktır ki engelleyen tarafından “kendi bünyesine katmak” eylemine maruz kalmıştır. İlhakın işgal biçiminde mi yoksa işgal olmadan mı gerçekleştiği bunu öz olarak değiştirmez. İki biçimde de ilhak söz konusudur. İşgal “başkasının başkasına ait toprağı ele geçirmek” anlamına gelir. Özel olarak Kürdistanı konu ettiğimizde “kendi devleti olmamış” bir ulusun çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin parçalanması sürecinde egemen dört ulus tarafından dört ayrı parçada ayrı tarihsel dönemlerde ilhaka uğradığını görürüz. İşgal yaşanmamıştır çünkü işgal için “kendi topraklarında egemen olmuş bir ulus” olmamıştır! Türkiye, İran, Irak ve Suriye işgallerle kurulmuş devletler değildir: Bunların her biri Asya’daki uluslaşma döneminde feodal-komprador/işbirlikçi güçlerle emperyalistlerin destekleri sayesinde kurulmuşlardır. Dört parçadaki statü de bu egemen güçlerin kurdukları devlet yapısına göre tanımlanmıştır. Türkiye’de Kürtlerin varlığı inkar edilmiştir. Türkiye “homojen bir ulus-devlet” biçiminde tasarlandığı için Kürt ulusunun aslında Türk “ırk”ından olduğu iddia edilmiştir. Kürtler Türk kabul edilip zorla asimile edilmeye çalışılmıştır. Bu da “kendine katma”nın, ilhakın özel bir biçimidir. Bu özel biçimde ulusal hakların “tam” inkarı söz konusudur. Dolayısıyla Kürtler ulusal baskıyı en yoğun yaşamış uluslardandır. Sayısal çokluğu, tarihsel niteliği nedeniyle bunun daha da özel bir ilhak olduğu söylenmeli. İlhak ve işgal kavramlarından ya da “sömürge” ve “bağımlı ulus” kavramlarından hareketle Kürtlerin işgale uğramış bir sömürge olduğunu iddia etmek tamamen sübjektiftir. Ezilen bağımlı ulus tanımı Kürt ulusu nezdinde tarihteki en ağır, en yoğun ilhak biçimidir ama işgal ve sömürge değildir. Kendi Kaderini Tayin Hakkı gasp edilmiş, ellerinden alınmıştır. Buna ulusun ilhakı diyebiliriz. Siyasal kaderinin gasp edilmesi ilhaktır fakat ilhak sadece siyasi alanda olmaz, ekonomik alanda da olabilir. Sömürgeler hem ekonomik hem de siyasi olarak ilhak edilmişlerdir. Örneğin Hindistan İngiltere’nin ekonomik ve siyasi ilhakı altındaydı. Burada ilhakın eşdeyişi işgaldir.
Bir ülke siyasi olarak nasıl işgal edilir? Onun kurumsal olarak devlet yapılanmasını kendi devlet yapılanmasının bir eklentisi haline getirerek. O ülkede her şeyi, egemen olan ülke belirler. Peki ekonomik işgal nedir? Bunun talandan ibaret olduğunu düşünmemek gerekir; Hindistan’da İngiltere’nin bazı şehirlerinin küçük bir kopyası vardır. Ekonomik işgal, işgal edilen ülke ekonomisinin işgalci ülkenin hedeflerine, özelliklerine, ihtiyaçlarına göre yapılanmasını, onun üretim tarzına bağlanmasını getirir. Üretim işgalci ülkenin ulusal ve uluslararası rekabetine yanıt verecek biçimde düzenlenir. Örneğin tekstil alanında rekabet ediyorsa sömürge ülkede büyük ekim (tarım) alanları pamuk üretimine tahsis edilir.
Bunun temel koşulu sömürgeci ülkenin üretim tarzının sömürge olan ülkeden ileri olmasıdır. Sömürge ulusu köleci dönemden itibaren vardır. Ama bu genel ve kapsamlı içeriğe kapitalizmle birlikte sahip olur. Kapitalizmin ilkel birikim dönemi, feodalizmin çözülme sürecinde gelişip boy verir. Kapitalizmin gelişmesinde rol oynayan, etkili olan belli başlı olaylar, keşifler, savaşlar olmuştur. Sömürge siyasetinin gelişimi bunlarla da bağlantılıdır. Amerika kıtasının “keşfi”; Hindistan’ın keşfi bu sürecin sıçramalara neden olan büyük olaylardandır. Sömürge siyaseti 17.,18. ve 19. yüzyıl boyunca büyük ve yaygın sömürge savaşlarına yol açmıştır.
Bir “keşifçi” ülkeye bakalım bir de “keşfedilen” ülkeye. Üretim tarzı olarak biri kapitalizmin içindedir diğeri alabildiğine ilkel veya feodaldir. Bu dönem 16. yüzyıldan başlar 19. yüzyıla kadar sürer. Latin Amerika bu dönemde sömürgeleştirilir. Güney ve Güneydoğu Asya bu dönemde sömürgeleştirilir.
Tam bu tarihler içerisinde Osmanlı’nın çöküşü de başlayıp ilerlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu çökmeye doğru bir yol almıştır. Osmanlı feodal bir imparatorluktu, aynı zamanda askeri yayılmacıydı. Osmanlı batıya ve güneye doğru yayılmış, genişlemiştir. Yayıldığı bu coğrafyalarda bulunan devletler, prenslikler ve toplulukların hiçbirisinden daha ileri bir üretim tarzına sahip değildi. Hatta Balkanlar üretim tarzı olarak Osmanlı’daki egemen yapıdan daha ileri bir durumdaydı.
Osmanlı ve işgal ettiği coğrafyalardaki iktisadi benzerlik nedeniyle Osmanlı’nın oraları kendi üretim tarzına bağlama, kendi üretim tarzının gelişmesinin dayattığı bir iktisadi yapılanmaya-üretime sokma durumu olmadı. Osmanlı’nın böyle bir meselesi de yoktu. Osmanlı sınırlarına dahil ettiği yerlerde onların özerk yapılarının siyasi hiyerarşilerine dokunmuyordu. Yaptığı esas olarak oraları vergilendirmekti. Yani feodal egemenlerin oradaki halktan aldığı feodal toprak rantının bir kısmına Osmanlı vergi olarak el koyuyordu.
Osmanlı bunu yaparken Avrupa’nın kapitalist ulusları kıran kırana bir ticaret savaşına girmiş, kapitalist meta üretiminin genişlemesi ve gelişmesi, yeni tüketim alanları bulmayı zorunlu kılmış ve rekabet keskinleşmiştir. Yani “çok sat ama az al” dönemine girilmiştir. Bir kapitalist ülke başka bir kapitalist ülkeyi kendi pazarına sokmamaya ama aynı zamanda kendisini diğer ülkelerin pazarına girmeye odaklamış, bunu temel politikası yapmıştı. Bu dönem boyunca kapitalist Batı Avrupa dünya ticaretinin esasını elinde bulunduruyordu.
Sürekli genişleyen iç ve dış pazarlar, artan talebe cevap vermek için üretimin teknik temelinde gerçekleşen ilerlemeler kapitalizmi bir üst aşamaya, fabrikaya dayalı üretime yani sanayi devrimi sürecine taşımıştır.
Bu gelişme 19. yüzyıla özgüdür, bu olağanüstü ilerleme Osmanlı’ya da yansımıştır. İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerin çarpıştığı bir pazar haline gelmiştir. Osmanlı artık Batı Avrupa kapitalizminin yarı sömürgesi olmuştur.
Yukarıda değindiğimiz 300-400 yıllık süre içerisinde Osmanlı sınırları içinde bulunan halkın tümü feodal temelde bir üretim gerçekleştiriyordu. Kürdistan da aynı durumdaydı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ve aşiret ilişkilerinin güçlü olduğu alanlar tımar sisteminin tamamen dışında tutularak bütünüyle Kürt beyliklerinin iradelerine bırakılmıştır. Özerk Kürt beylikleri çeşitli yükümlülüklerle Osmanlı’ya bağlıydı: Vergi, asker vb. konularda, dış politikada ve savaş durumlarında bölgedeki Osmanlı Beylerbeyi’ne bağlıydı. Buna karşılık iç işlerinde “bağımsız” olarak kendilerini yönetiyorlardı.
Osmanlı döneminde Kürdistan sömürge değildi. Ermenistan, Yemen ve Arabistan da sömürge değildi. Osmanlı’nın yayılmacılık politikası olsa da iktisadi ve siyasi gerçekliği nedeniyle işi sömürgeleştirmeye taşıyamıyordu.
Kürdistan “Kürt Bağımsız Beylikleri” altında kendi ekonomisi ve iç siyasi yapısı olan bir coğrafya durumundaydı. O halde şu soru gündeme geliyor: Kürdistan sömürgeyse ne zaman ve nasıl sömürge oldu?
Kürt ulusu, Özgürce Ayrılma Hakkı egemen ulus tarafından elinden alınmış ezilen ve bağımlı bir ulustur.
Türk egemen ulusu, onun egemen sınıfları kendi başına kendisi için bir başka ulusu sömürgesi haline getirecek yapıda değildir. Ne dünyanın koşulları buna uygun ne de egemen ulusun koşulları.
Emperyalizm dünyanın yeniden paylaşılmasıydı. Yeni paylaşılmış olan (I. EPS) dünyanın, emperyalistler arası rekabet sonucu (bu rekabet hammadde talanları, ucuz iş gücü alanlarına sahip olmak aynı zamanda jeo-stratejik özgülde de olabilir) yeniden paylaşılmıştır. Bu durumda Türk hakim sınıflarının emperyalist sermayeyle birlikte bir paylaşım savaşına girmesi, hammadde-pazar-işgücü rekabeti içerisinde olması eşyanın tabiatına uymaz. Dönemin Türkiye gerçekliğine baktığımızda bunun mümkün olmadığını görürüz.
Türk hakim sınıfları emperyalist sermayeye bağımlıdır. Son derece zayıf bir burjuvazidir. Bırakalım rekabeti kendisi doğru düzgün üretim yapamaz durumdadır.
Türkiye’nin kuruluşu emperyalizmin yarı sömürgesi olması biçiminde gerçekleşti. İbrahim Kaypakkaya’nın ifade ettiği gibi daha savaş içerisindeyken emperyalistlerle yarı-sömürge, yarı-feodal yapıda ortaklaştı.
Emperyalistler hem Türk hem Kürt ekonomisini kendine bağladı. Türk komprador burjuvazisi emperyalizme mutlak bağımlı ve uşak niteliğindedir. T. Kürdistanı emperyalist ülkelerin ham ve mamul madde pazarıdır.
Ezilen bağımlı ulus olma özelliği buradan şekilleniyor. Siyasi olarak Türk ulusunun egemen sınıfları onların devleti tarafından işgal edilmiştir. Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı (Özgürce Ayrılma Hakkı) egemen ulus tarafından elinden alınmış, ilhak edilmiştir.
Ekonomik olarak zayıf olan Türk hakim sınıfları tarafından değil bu sınıflarında bağımlı olduğu emperyalistlerce ilhak edilmiştir. Onlar T. Kürdistanı’na bir ekonomik rol vermiştir ve ona uygun şekillenme söz konusudur. Uluslararası işbölümü içerisinde emperyalizme bağımlıdırlar.
Halk Savaşı’nın, emperyalizmi, feodalizmi ve faşizmi hedeflemesi bundan dolayıdır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi gazetesinin 39. sayısından alınmıştır.