[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle”]
Geçtiğimiz günlerde Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati, geniş bir mecrada alay konusu haline geldiği bir demeç verdi. Özellikle sanal medyada gündem olan bu demecin bir yönünü ekonominin çıkmazda olduğu bu süreçte Nebati’nin bir hayli beceriksizce “Biz ne yaptığımızı biliyoruz” imajı yaratmaya çalışması, diğer yanını ise yaşanan ekonomik çöküntünün ne evrede olduğunu ele vermesi oluşturmaktadır. Nebati’nin “Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heterodoks yaklaşım”ı TC’nin son birkaç yıldır pençesine daha fazla sıkıştığı ekonomik çıkmazları temsil etmektedir. Zira bu ekonomi politikaları, dünya çapında derinleşen geniş çaplı krizlerin ve emperyalistlerin birbiri ile olan çelişkilerinin derinleşmesinden azade değildir.
Pandeminin dünya ekonomisinde var olan krizi şiddetlendirmesi ve emperyalistlerin birbiri ile olan çelişkilerinin şiddetlenerek derinleşiyor oluşu boyutlu krizleri beraberinde getirmektedir. Pandemiden ötürü kapanmalarla başlayan üretimde daralma ve tedarik zincirindeki kopmalar, ABD emperyalizminin öncülük ettiği NATO’nun savaş kışkırtıcılığı ve karşılığında Rus emperyalizminin Ukrayna işgali ile başlayan esasta enerjide ve gıdada olmak üzere arzın kesilmesi ile başlayan krizler etkisini devam ettirerek ve başkaca alanlarda da krizleri tetikleyecek biçimde ilerlemeye devam etmektedir. Alınan risk azaltıcı önlemlerin krizin etkilerini azaltmak bir yana farklı alanlarda özel krizleri tetiklediği görülmektedir. Bunların başında da ABD merkezli uygulanan ekonomi politikaları gelmektedir.
ARTAN RİSKLER TC EKONOMİSİNE NASIL YANSIYOR?
Fed (Amerikan Merkez Bankası) bu krizin kendisi üzerindeki etkilerinin azalması ve Amerikan tekellerinin rekabet ve talan için desteklenebilmesi adına bir süredir faiz artırımı yoluna gitmektedir. Fed bunun sebebini enflasyonun dizginlenmesi olarak açıklamaktadır. Ancak Fed’in bu biçimde bir para politikası izlemesinin esaslı nedenleri ABD emperyalist tekellerinin rekabetçiliğini ve kârını artırarak sömürü koşullarını iyileştirmektir. Artan faizler ile değerlenen dolar, kur arbitrajı yaratmasının yanı sıra bağımlı ülkelerin borç yükünü artırarak kendisine bağımlı olan pazar alanlarını daha az maliyetli hale getirmektedir, aynı zamanda yeni üretim alanlarını ortaya çıkarmaktadır. Dünyanın en büyük hammadde tedarikçilerinden ve üretim lokomotiflerinden olan Çin kaynaklı oluşan arz şokunu bu biçimde aşmaya çalışmaktadır. Böylece tedarik zincirlerinde yaşanan kriz hafifletilmeye ve Çin’in bu alandaki tahakkümü zayıflatılmaya çalışılmaktadır. Aynı zamanda bağımlı ülkelerin bu politika ile emperyalist talana açık hale gelmesinin yanı sıra emperyalist sermaye ihracının pandemi ile birlikte düşük ivmede seyretmesi, yani uluslararası likidite ve fonlama olanaklarında yaşanan azalmalar tüm bu bağımlı ülkelerde ciddi bir ekonomik çöküntü riskini artırmaktadır. En yüksek risk altında olan ülkelerden biri de yine Türkiye’dir.
AKP hükümetinin son birkaç yıldır uyguladığı ekonomik politikalar bir tercih değil, zorunluluk neticesinde gelişmektedir. Yabancı sermaye yatırımlarına muhtaç ekonomi, yeterince sıcak para akışının sağlanamaması sebebi ile kuvvetli resesyon ve ağır kriz riskleri taşımaktadır. Sıcak paranın ve borçlanma olanaklarının azalması cari açığı ivmelendirerek artırmaktadır. Cari açık artışı ise yeniden borçlanmayı artırmakta, üretim ve iç talebin karşılanmasında dahi büyük sorunlara yol açmakta, sermaye yoğunlaşmasını engelleyerek üretimde gelişmeyi de olanaksız hale getirmektedir. Bu durum üretimde düşüş, yükselen enflasyon ve azalan istihdam olarak yaşam bulmaktadır. Fed tarafından alınan her faiz artırımı kararı, Türkiye gibi ülkelerde yabancı sermaye kaçışını hızlandırmakta ve finans sermayenin azalmasına sebep olmaktadır. Ayrıca kur oynaklığı da sermayenin girişi için bir güven soruna yaratmakta, anlık işlemler üzerinden kâr sağlama yoluna gidenlerin Türkiye tercihi ise sınırlı olmaktadır. Gelen sıcak para uzun vadeli yatırımlara dönüşememekte, kurda yaşanan hızlı değişimler risk olarak görülmektedir. Sıcak para akışında yaşanan bu kayıp, ciddi derecede dış ticaret ve cari açığı bulunan Türkiye’de ilgiyi halkın cebine veya yastık altına yöneltmektedir her zamanki gibi. Emperyalist sermaye ihracından en fazla yararlanan kesim olan finans alanında bankaların, spekülatörlerin ve özel şirketlerin düştükleri güç durumu aşabilmek adına ise TCMB (Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası) tarafından uygulanan para politikası ile faiz her şeye rağmen düşürülmekte ve bu şekilde kamudan düşük faiz ile sermaye sağlanıp bu sermaye üzerinden devasa kârlar elde edilmektedir. Ancak bunun sürdürülebilir bir mali politika olmadığı herkesçe görülmektedir. TC, kısa zaman öncesine kadar emperyalizme uşaklık yarışında ilişkilerini germekte sakınca görmediği Körfez ülkelerine yana yakıla koşacak derecede ciddi bir tehlike ve ekonomik kırılganlık yaşamaktadır.
“ÇÖMLEK HESABI”
TC’nin bağımlı ekonomik büyüme politikası, çöküş halinde olan ekonominin borçlanma, sömürüyü artırma ve tüketim yolu ile ekonomi çarkının dönmesini hedeflemektedir. Bu politika kısa vadede ekonominin sürdürülebilir olduğuna dair görüntü oluştursa da uzun vadede yıkımı daha şiddetli hale getirecek bir politikadır. Halk üzerinde bu politika ağır baskı ve sömürü koşulları olarak yansımaktadır.
Dünya ölçeğinde yüksek enflasyon ve alım gücünde gerçekleşen zayıflama tüm dünya halklarına daha fazla sömürü ve daha ağır yaşam koşulları getirirken, bu durumun etkisini Türkiye gibi bağımlı ülkeler daha fazla hissetmektedir. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) tarafından eylül ayı TÜFE (Tüketici Fiyat Endeksi) yüzde 83 olarak açıklanmıştır. Bu rakam resmi olarak son 24 yılın en yüksek enflasyon rakamı olurken ENAG gibi bağımsız kuruluşlar ise yıllık artışı yüzde 186 ve üzeri olarak açıklamıştır. Kış ayları ile birlikte bu rakamların ciddi biçimde yükselmesi beklenmektedir. Yılın ilk aylarında ekonomi politikası olarak belirlenen ihracata dayalı büyüme hedefi karşılık bulmamıştır. Tüketime ve ithalat artışına bağlı olarak artan cari açıklarla karşılaşılmış, planlanan mevsimsel risk azaltıcı faktörlerin ise bu süreçte hiçbir etkisi olmamıştır. Kış aylarına yönelik ekonomik planlamaya dair sessizlik ise sürmekte, bu yönde herhangi bir adım şimdilik görünmemektedir. Perde arkasında planlanan piyasaya kayıt dışı döviz sürme hamlelerinin de çöküşü geciktirmeye dair bir etkisinin olmayacağı öngörülmektedir.
İHRACATA DAYALI BÜYÜME MODELİNİN RAKAMLARDAKİ KARŞILIĞI
Bu atmosfer içerisinde Bakan Nebati’nin ifadesi ile “neo klasik ekonomiden kopuş” girilen ekonomik çıkmazda ne yaptığını bilemez haldeki gerici egemen sınıfların çıkarlarının korunması için çırpınmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Çin kaynaklı tedarik zincirinde aksamalar ve arz kaynaklı şokların Batılı emperyalistleri alternatif tedarik ve üretim alanları arayışına itmesi, Türkiye’nin de gerici egemen sınıfların çıkarları adına zorunlu olarak izlediği düşük faiz politikasını “ihracata dayalı büyüme” hamlesi olarak pazarlamasına olanak vermiştir. Ancak bu politikanın önünde var olan yapısal açmazlar kısa süre sonra herkesçe görülmüştür. Hammadde ithalatına olan bağımlılığı, lojistik dezavantajlar, kurda tolere edilebilir rakamların üstünde gerçekleşen oynaklık ve rekabet koşullarının yakalanma olasılığının zayıflığı gibi birçok etmen bu politikanın bir karşılığının olmasına olanak vermeyecek faktörlerdir. Bununla birlikte imalat sanayinde gerileme de devam etmektedir. PMI (Satın Alma Yöneticileri Endeksi) anket verileri üst üste 7. ayda da imalat sanayiinde ivmelenen bir gerileme olduğuna işaret etti. Haziran ayında yüzde 48,1’e gerileyen PMI, eylül ayında yüzde 46,9’a gerileyerek daralma yönünün korunduğunu göstermiştir. İç ve dış talepte yaşanan daralmanın yanı sıra üretimde de gittikçe ağırlaşan koşullar, bu eğilimin devam edeceğini göstermektedir. İmalat sanayiinde yaşanan bu daralmanın başlıca sebepleri hammadde temininde ve fiyatlarında karşılaşılan güçlükler, enerji fiyatlarında gerçekleşen keskin yükseliş, enflasyon ve dolayısı ile iç talepte yaşanan daralma, uluslararası talep daralması ve rekabet koşullarının sertleşmesi ile ihracatta yaşanan düşüş olmaktadır. Ayrıca üretimde yaşanan bu daralma ve stok fazlalığı istihdama da olumsuz yansımakta, imalat sanayiindeki istihdamda da pandeminin başladığı dönemden sonra yeniden kayda değer bir azalma gerçekleşmektedir. Planlanan taleplerde azalma ve artan ürün fazlalığı ile biriken stoklar, girdi fiyatlarında ve dolayısı ile nihai ürün fiyatlarında önüne geçilemeyen artışlar ile birlikte kış aylarında bu daralmanın devam edeceğine de işaret etmektedir. İmalat sanayi ise Türkiye’nin ihracat faaliyetlerinin temelini oluşturmaktadır. 2022 Ağustos ayı verilerine göre yüzde 94,6’lık bir ihracat payını imalat sanayi oluşturmaktadır. En büyük ihracat alanındaki bu gerileme cari açığın artışına işaret etmektedir. İhracata dayalı büyüme politikasının karşılığı bu şekilde, ihracatın ithalata oranla gittikçe daha aşağı seviyelerde seyretmesi ve artan cari açık olarak karşılık bulmaktadır. TÜİK ve Ticaret Bakanlığının ortak verilerine göre ocak-ağustos döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre ihracat yüzde 18,2 artarken ithalat ise yüzde 40,7 artmıştır. Dış ticaret açığı ise bir önceki ağustos ayına göre yüzde 159’luk bir artış göstermiştir. Bununla birlikte hammadde, lojistik ve geniş işgücü olanakları ile Güney Asya ülkeleri tedarik zincirlerinde kopan parçaların yerini doldurmaya aday olmaktadır. Bunların başında gelen Endonezya, Hindistan gibi ülkelerin büyüme oranları bu sebeple ivmelenerek artmaktadır.
Tüm bu atmosfer içerisinde iktidarın çöküşü yavaşlatmak ve temsilcisi olduğu egemen sınıf kliğinin çıkarlarını korumak adına hayata geçirebildiği esaslı tek politika halkın yaşamsal koşullarını zorlaştırmak, sömürü ve baskıyı artırmaktır. “Heterodoks yaklaşım” veya “ben ekonomistim” söylemlerinin temelinde yatan ise, tüm bu verilerin işaret ettiği çöküşün bir süre daha gizlenmeye çalışılması, tüm bu adımların “ne yaptığını bilerek” bir plan dahilinde gerçekleştiği izlenimini yaratmaktır. Ancak TC’nin dünya çapındaki bu ekonomik fırtınada dümen tutmak bir yana, yakın gelecekte gerçekleşmesi olası olan ekonomik riskleri dahi ne biçimde karşılayacağına dair bir işaret görünmemektedir. Tüm gelişmeler, sanayi mallarından market ürünlerine, enerjiden barınmaya tüm alanlarda fiyat artışının devam edeceğine işaret etmektedir. Ayrıca bu daralma halinin istihdama olumsuz yansıyacağı ve işsizler ordusunun gün geçtikçe büyümeye devam edeceğini de göstermektedir. Enflasyon yangını büyürken ve satın alma gücü düşerken emekçi halk için yaşam koşulları gün geçtikçe daha fazla zorlaşmaktadır.