‘İran nereye gidiyor’ başlıklı son yazımı bir öngörüyle bağlamıştım: “Gösteriler çığırından çıkartılmazsa statükoya karşı Hasan Ruhani’nin elini güçlendirebilir. Tersi olursa sistemi dönüştürmeye yönelik çabaların üzerinde ilave bir balyoza dönüşür. Fakat değişim baskısı ötelense de yok edilemez.”
Talepleri haklı olmakla birlikte göstericilerin lidersiz, programsız ve uyumsuz olduğunu not edip rejimin kendi kartlarını henüz oynamadığını belirtmiştim.
Bu kartlar ‘İslam düşmanlarının komplosu’ savına sarılmak, geniş kitleleri rejim için seferber etmek, Pasdaran (Devrim Muhafızları) ve Besic’in gücünü göstermek. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin öfkeye hak veren tutumuna karşın dini liderlik ve güvenlik şemsiyesi kestirme yolu seçti.
Göstericilerin şiddete yönelmesi, Piranşehr, Dehloran, Kazvin ve Necefabad’da çok sayıda güvenlik görevlisinin öldürülmesi, karakol ve bankaların kundaklanması, Furkan adlı örgütün petrol boru hattını bombalaması, Mazandaran’da birkaç köyde Şiilere ait türbelerin yakılması, ABD ve İsrail’in kışkırtıcı desteği rejimin aradığı gerekçeleri sundu.
Mutlaka bazı dersler çıkarıldı. Gösterileri tetikleyen ekonomik problemlere çözüm bulunması çağrısı dün Tahran’da Ahmet Hatemi’nin okuduğu Cuma hutbesine de yansıdı.
Fakat öfkenin kaynağını sadece ekonomik sıkıntılara indirgemek, dış güçleri suçlamak, rejimin kas gücünü göstermek ve ‘aldatılmış ya da yolunu şaşırmış’ göstericilerin karşına kitleleri çıkarmak, rejimin yüzünü bir kez daha kurtarsa da olup bitenler düzen açısından sevimsiz bir sürü gerçeğe de ışık tuttu:
– ‘Velayet-i Fakih’ fikrine dayalı din adamlarını yönetimde üstün bir yere getiren ve sistemi kontrol etme imkânı veren modele itirazlar meydanlara da yansıdı. Gösterilerin çapı küçümsense de bu çok radikal bir meydan okuma olduğu gerçeğini değiştirmez.
– Reformcu cepheye açılmış siyaset alanı artık tatmin ya da teskin etmiyor. Halkın iradesinin tecelli edebildiği alan sınırlı: Top ‘makbul’ reformcu ile muhafazakâr kaleler arasında gidip geliyor. Meşru muhalefet alanının büyüklüğünü tayin eden Anayasayı Koruyucular Konseyi gibi sistemin süzgeçleri. ‘Onaylanmış’ reformcular farklı kesimlerin değişim umuduydu. Bu umut insanları sandığa bağlıyordu. Sandığa ilgi de sistemin meşruiyet eşiğiydi. Son gösterilere damgasını vuran sloganlar reformcularla ilgili ciddi bir hayal kırıklığını açığa vurdu.
İnsanlar reformcuları iş başına getiriyor ama temel meselelerde bir değişiklik yaşanmıyor. Artık bu insanlar için reformcular sistemi tamamlayan madalyonun öteki yüzü.
2009’da düzen, Pasdaran ve Besic ile gösterileri bastırıp liderlerini hapse atarak ya da ev hapsine alarak kendini sağlama aldı. Hasan Ruhani’nin üst üste iki seçim zaferi bastırılmış kesimlerin sisteme yanıtıydı. Fakat tersinden Ruhani aynı zamanda sistemin kendi çözümüydü. Sistem bu şekilde badireleri atlattığını düşünse de esasen reformcu alternatifi işlevsizleştirmeye yani kendi çözümünü tüketmeye başladı. Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’den sonra Ruhani de değişim beklentisine yanıt veremedi. Haliyle sıradaki dalgalar dana sert rüzgârlarla şişecek gelecek demektir.
– 2009’da Yeşil Hareket’in nüvesini oluşturan reformcu kesimlerin gösterilere katılmaması Ruhani’nin cumhurbaşkanlığı koltuğunda olması, bakanlıkları ellerinde tutmaları, mecliste etkin olmaları ve son zamanlarda baskıların azalacağına dair sinyallere bağlanabilir. Mesela son zamanlarda başörtüsü takma zorunluluğu epeyce gevşetildi. Başörtülü olmayanları da kuşatacak ulusal birlik ve bütünlüğün önemine dair mesajlar verildi. Geçen ay Tahran polisi başı açık kadınların artık tutuklanmayacağını duyurdu. Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri Ali Şamhani ev hapsindeki reformcu liderlerle ilgili koşulların hafifletileceğini açıkladı. Reformcuların pasifliği, Yeşil Hareket içindeki radikal unsurların inisiyatif almasına yol açtı.
– İranlı yorumculara bakılırsa 2009’a kıyasla gösterilerin ağırlığı siyasi ve sivil özgürlüklerle ilgilenen orta sınıftan ekonomik krizlerin daha fazla ezdiği alt sınıflara yani işçi ve işsiz kesimlere kaydı. Paradoksal olarak rejim aleyhine slogan atsalar da katılımcı profilinde bu kez muhafazakâr kimliği ile bilinen taşralılar ağırlıklıydı. Orta sınıf daha eğitimli ve 2009 deneyiminden sonra daha dikkatli. Ayrıca yorgun. 2009 sonrası tutuklananlar hâlâ bedel ödüyor. Şimdi 1500 kadar gösterici tutuklandı ve bunların yüzde 90’ı 25 yaşın altında. Yani gözü kara insanlar sahnede. Haliyle sosyolojik projeksiyon yeni dip dalgaya odaklanmak durumunda.
– Gösteriler rejimin içindeki rakip unsurlar arasındaki çelişkileri de yansıttı. Ruhani kanadı gösterileri hükümeti köşeye sıkıştırmak isteyen muhafazakâr bir kanadın başlattığını ama kontrolden çıktığını öne sürdü. Hatta Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi, faturayı isim vermeden “Eski bir yetkili” diyerek eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’a kesti. Gösterileri, dini lider Hamaney’in koltuğu için erkenden başlayan perde arkası yarışta rakiplerin birbirine çelme atma çabasına bağlayanlar çıktı. Güçlü adaylar arasında yer alan Ruhani’yi yıpratmak için bu tür karmaşalardan medet umulduğu öne sürüldü.
Bir başka çelişki gösterilerin kaynağına dair yaklaşım farklılığında görüldü. Dış müdahale senaryosunu dillendiren dini liderlik ve güvenlik şemsiyesinin aksine Ruhani kendi elini güçlendirmeye çalışan bir yaklaşım sergiledi:
“İnsanlar sadece ekonomik problemler, para, ekmek ve su değil aynı zamanda daha fazla (özgürlük) alanı talep etmek için sokaklara döküldü. Tehdit olarak gözüken bu olayları fırsata dönüştürmemiz ve problemi görmemiz gerekiyor.”
***
İran’daki tablonun bize söylediği bir şey daha var: Çözüm bekleyen sorunlar ve insanların öfkesi ne kadar gerçekse İran’ın uluslararası alandaki duruşundan dolayı bu ülkeyi dize getirmek isteyenlerin niyetleri ve emelleri de o kadar gerçek. Aynı anda iki fotoğrafı görmek durumundayız. Suriye’de de iki gerçek aynı ayda sahnedeydi; haklı değişim talebi ve sinsi müdahale. Ve film hiç iyi ilerlemedi. Aynısı İran’da tekrarlanırsa Asya ile Avrupa ve Ortadoğu arasındaki en önemli omurga çökmüş olur.
Felaket tellallığına prim vermekten kaçınsak da görmezden gelemeyeceğimiz bir tablo var: ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği (BAE) bir süredir İran’a karşı ortaklığı pratiğe dönüştürmeye çalışıyor. Bu ortaklık bu kez sözde kalacak gibi duruyor. Çünkü Irak’ta yaratılan kaosun İran’a yatay ve dikey nüfuz alanları açması, Suriye’deki vekâlet savaşının Kudüs Gücü’ne İsrail’in burnunun dibine kadar operasyon kabiliyeti kazandırması, Hizbullah üzerinden Lübnan siyaseti üzerinde yönlendirici etkisini koruması, Yemen’de Hizbullah’la paralel kodlara sahip Ensarullah’ın güçlenmesi İran karşıtı cephenin gözünü kararttı. Birtakım örtülü operasyonlar beklenebilir.
Bu cephe, İran’ın bölgedeki ellerini kesmekten bahsederken İran sokaklarında “Hayatım Gazze’ye değil, Lübnan’a değil, İran’a kurban olsun” sloganları atılması dikkat çekti. Bu slogan ekonomik sıkıntılar nedeniyle gelişen “Önce İran” hissiyatına denk düşse de rejim değişikliği için fırsat arayan ABD’nin niyetine de tercüman oluyor.
Olayların ilk anından itibaren Körfez medyasında rejimin çöküşe geçtiği, dini lider Ali Hamaney’in oğlunun Türkiye’ye kaçtığı, Pastaran ve Besiç üyelerinin kimliklerini yakarak saf değiştirmeye başladığı yönünde iddialar dolaşıma sokuldu. Benzer senaryo 2011’de Suriye’de oynanmıştı.
Neler oluyor diye insanlar haber susuzluğu çekerken İran Başsavcısı Muhammed Cafer Muntazeri çıkıp komployu çözdüklerini öne sürdü. İddiaya göre “İsyanı ABD, Siyonistler ve Suudi Arabistan tetikledi. Komplonun mimarı CIA’in ‘Molla Mike’ lakaplı elemanı Michael Andrea. Plana bir Mossad ajanı yardım etti. Masrafları ise Suudi Arabistan üstlendi. Bunun için Erbil ve Herat’ta operasyon odaları kuruldu. Planın taşeronları Halkın Mücahitleri, Şah’ın eski adamları, milliyetçiler ve komünistlerdi. Aslında plan 2018’de uygulanacaktı ama (Ruhani’nin kemer sıkan bütçe tasarısını açıklamasına bağlı olarak oluşan uygun) koşullar nedeniyle erkene alındı.”
İranlıların olup biten her şeyi komploya bağlamaları yüzünden bu tür açıklamalara şüpheyle yaklaşıyoruz ama ABD ve İsrail’in şimdiye dek rejim değişikliği için çok sayıda senaryoyu tükettiğini de biliyoruz. Batı medyasında da ‘Molla Mike’ın ne işler çevirdiğini merak edenler çıkmadı değil. Hatta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron “Müttefiklerimiz ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’ın izlediği çizgi bizi savaşa götürebilir” demek durumunda kaldı. Haliyle bu eksenin çevirdiği dümenlere dikkat kesilmek yorulmaya değer. Elbette “Protestoculara isyanın kodlarını geçen ay Tahran’ı ziyaret eden İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson verdi” türünden iddiaların peşine düşelim demiyorum.
Öteden beri Kürdistan, Belucistan ve Huzistan gibi sınır bölgeleri olası müdahale hatları olarak gözaltında tutulan yerler olageldi. Her iki taraf da etnik ve mezhebi farklılıkları nedeniyle Kürtler, Beluçlar ve Arapları elektriklenmeye açık gruplar olarak ele aldı. Önümüzdeki dönemde bu bölgeler yine yakın planda olacaktır. Aynı algı, 1990’larda Azerbaycan eyaleti için de geçerliydi. Ki o zaman bu bölgeyle ilgilenme işi Türkiye’ye tevdi edilmişti.
***
Tekrar başa dönersek; İran’la hesabı olan güçlerin planları ne olursa olsun bu İranlıların yüzleştiği güncel ve yapısal sorunların önemini azaltmıyor. Gösteriler somut sonuçlar getirmese de toplumun alt katmanlarından yukarıya esaslı bir uyarı ateşiydi. Bunun görmezden gelinmesi mümkün değil.
Şimdiye dek sorunları görmezden gelip sadece gerçeğin bir yüzüyle ilgilenen rejim, kendini savunmak için kendi çocuklarını da yemekten çekinmedi. Mesela 2009’daki olaylarda devrimin simge isimlerinden Ayetullah Muntazari ve Haşimi Rafsancani ‘hain’ ilan edilebildi. Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ve eski Meclis Başkanı Mehdi Kerrubi birden bire ‘ajan’ oluverdi. Devrimin ilk Dışişleri Bakanı İbrahim Yezdi ‘sapık’, eski Başbakan Mir Hüseyin Musevi ile kadın önderlerden Zehra Rahneverd ‘fitneci’ damgasını yedi. Devrimin lideri Ayetullah Humeyni’nin torunları düşman ilan edildi; önde gelen ideologlar Murteza Mutahhari, Hüseyin Beheşti ve Ali Şeriati’nin çocukları da öyle. Ki bunlar toplumda ve sistemde karşılığı olan insanlar. Bu insanlar ağır ithamlarla mahkûm edilirken “Kahrolsun Pastaran” ve “Kahrolsun Hamaney” sloganları atan ‘etiketsiz’ gençlerin başına neler gelebileceğini kestirmek zor olmasa gerek.
Uzattım ama bir anımı aktarmadan edemeyeceğim: Haziran 2012’de Tahran’da Şah döneminde muhaliflerin işkenceden geçirildiği eski Savak karargâhını gezmiştim. İslamcısından Marksist’ine 8500 kişinin canını yakmış bu merkez, devrimden sonra İbret Müzesi’ne dönüştürüldü. Bizi gezdiren müze yetkilisi Abdullah Aziziyan da işkence mağdurlarından biriydi. Hücrelerde eski tutukluların bal mumundan yapılma heykelleri, canlandırılmış işkence seansları, sesler ve görüntüler insanda müthiş bir etki bırakıyor. Bahçedeki bitiş sahnesi simgeseldi:
İstihbarat Şefi Hüseyin Ferdust makam aracının arka koltuğunda oturmuş, Keyhan gazetesinin manşetini okuyor: “Şah gitti!”
Tur bitince Aziziyan’a “Şah böyle bir miras bıraktı, ya İslami İran” diye sormuştum. “Artık işkence yok, olamaz” demişti. 2009’da iki muhalifin işkenceden ölmesi üzerine Hamaney’in emriyle kapatılan Kehrizek Cezaevi’ni hatırlatmıştım. O da bir an duraklamış ve ardından işkenceyi affetmedikleri yanıtını vermişti. Ne var ki Şah’ın kötülükleri, ardıllarının günahlarını artık silemeyecek kadar sünger özelliğini yitirdi.
Muhalifler cezaevleri ile ilgili iddiaları sürekli gündeme taşıyor ve bunlar ‘düşman propagandası’ olarak geçiştiriliyor. İnfazlar, idamlar, işkence vakıaları, siyasi tutuklular vs. Hepsi devrimi koruma adına!
Seçimlerde binlerce vekil adayının üzerinin çizilmesi de devrimi koruma adına. Son seçimde devrimi, adaylığını engellemek suretiyle Mahmud Ahmedinecad’dan bile korudular. Mollalar arasında da “Başörtüsü zorunluluğu yanlış bir karardı” diyenler arttığı halde bunda ısrarın nedeni de devrimin ruhunu muhafaza etmek. Bu bakış açısı yüzünden eski Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin kızı Faize Haşimi gibi simgesel isimler bile hapse atılabildi. 2009 rejimde bir paniğe yol açmıştı. O sendromdan hâlâ çıkılamadı. Ama dediğim gibi dalga sönümlense de geriden daha hırçınları geliyor.
Fehim Taştekin (Gazete DuvaR)