Ortadoğu ve Suriye özgülünde gelişen güç dengeleri ile emperyalist devletler ve onların uşak devletlerinin çıkar savaşları/pazarlıkları “İdlib Operasyonu” ile birlikte oldukça “hareketli” bir hal aldı. İdlib’e sıkışan gerici çete gruplarının imhasına yönelik Suriye ve Rusya ‘nın ortak operasyonunun dillendirilmesi, tabiri caizse “sözüne sadık”lığı göstermek için Rusya’nın 4 Eylül günü İdlib’te bulunan cihatçı güçlere karşı gerçekleştirdiği bombardımanın ardından herkesin dikkat kesildiği nokta 7 Eylül günü gerçekleştirilen Rusya-İran-Türkiye üçlü zirvesiydi.
“Astana Mutabakatı”nın özneleri olan bu üç devletin, “Suriye’nin kaderinin belirlenmesi” nidalarıyla bir kez daha bir araya geldiği ve 12 maddelik bildirinin yayınlandığı görüşmenin tek gündemi İdlib meselesi ve buna bağlı gelişmeler oldu.
Bu görüşmeye, sürece kendi çıkarları doğrultusunda bileşen/müdahil olan Türk devletinin beklentileri kısa vadede tam olarak karşılanmamış durumdadır. İdlib’in kendisi için ikinci bir Efrîn olacağı hayalindeki Türk devleti, yine bölgede bulunan, kendisinin yetiştirdiği ve hala denetiminde bulunan gerici çetelerin tasfiyesinin önünü açmak istememektedir. Yine İdlib ve bölgede sınır hattı boyunca hakimiyet elde ederek özellikle “Kürt tehlikesi”nin önüne geçmeye çalışmakta ve Kürt ulusal demokratik güçlerine karşı bir yönelim hattı izlemektedir. Bu noktada zaten bir süredir arasının “bozuk” olduğu ABD ile başka bir çelişki yaşayan Türk devleti, Suriye’de yaşananların tek sorumlusunun ABD olduğu ve ABD gidince ortalığın durulacağı mesajları veren Rusya ve İran bu konuda hem ortaklaşmakta hem de karşı karşıya gelmektedir. Suriye’deki savaşa çıkarları gereği Suriye devleti tarafında saf tutarak giren Rusya, Esad’ın Suriye topraklarının büyük bir bölümünü tekrar ele geçirmesini sağlamış, “muhalif” ya da “terörist” diye tanımladığı grupları da İdlib’e kadar sürmüş ve İdlib’i bu grupların imhası için stratejik bir yer olarak belirlemiştir. Bu noktada Rusya’nın İdlib operasyonunu ne pahasına olursa olsun gerçekleştirme isteği, göze alınamayan bazı olgularla birlikte ileri bir tarihe ertelenebilir. Fakat bu süreç boyunca Rusya’nın boş durmayacağı, öncü operasyonları gerçekleştireceği de aşikârdır. Nitekim son süreçteki bombardımanları da bunun bir göstergesidir. Yine Rusya’nın askeri bir operasyonu esasa alarak buna göre hazırlık içerisinde olduğu da gözükmektedir. Canlı yayında yayınlanan tartışmada Tayyip Erdoğan’ın “ateşkes sağlanmalı” talebiyle yaptığı asisti Putin’in “burada El Nusra ve IŞİD’in yerine konuşamayız” diyerek gole çevirmesi Tayyip Erdoğan’a verilen bir ayarken, aynı zamanda Rusya’nın imhasına girişeceği sayıyı azaltmak için “bölgede görüşüp anlaşmaya kararlı olanlarla savaşmak isteyenleri ayıralım” esprisinin getirdiği bir sonuçtu.
Bu noktada Türk devletinin misyonunu gören Rusya’nın ana operasyonu erteleme ihtimali, görüşmede de dillendirilen “terörle mücadele kararlılığı”, “Suriye’nin egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması” gibi kaygılarla Türk devletini direkt saf dışı bırakmak istemediğini göstermektedir. Bu duruma etken olansa meselede hem Türk devletinin rolünün esasta son bulmaması hem de kendilerince tutarlılık gereği dünya kamuoyunda da kısa süreli olsa da teşhir olmamak adına “Astana Mutabakatı”nın rafa kaldırılmaması için bir çabadan ibarettir. Fakat Rusya-ABD dalaşının belirleyici bir konum aldığı bu sorunda Rusya’nın hem açık hem de kapalı şekilde “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali Türk devletini muhattap alırken/uyarırken aslında ABD’yi hedef aldığını görmekteyiz. Türk devletinin pastadan pay kapma mücadelesinde ABD ve Rusya arası ettiği dansta alınan tavırlar; ABD’nin geçtiğimiz günlerde “rahip Brunson” olayıyla TC’yi uyarmasıyken, Rusya cephesinden de üçlü görüşmede Türk devletinin olduğu masada “esas derdin” ABD olduğunun sürekli vurgulanmasıydı. Rusya ve Suriye’nin esas hedefinin ABD olduğu ve bu pazarı ABD’ye bırakmak istemediği açık biçimde görülmektedir.
Emperyalistler cephesinde gelişmeler dikkate alındığında, sürecin “ikna” ya da tasfiyeye yönelik “operasyon” yoluyla birden ortadan kalkmayacağı açıktır. Ortadoğu ve Suriye meselesinde bilinen klasik çıkar çatışmalarıyla birlikte emperyalist müdahalelerin emperyalist ülkelerde direkt doğuracağı “korkunç” sonuçlar -ki göçmen sorunu bunlardan bir tanesidir- meselenin daha hesaplı biçimde yürümesi gerektiğini dayatmaktadır. Nitekim operasyona karşı çıkan Tayyip Erdoğan’ın “oradan kaçan teröristler Türkiye’ye gelecek, buradan da Türkiye, Avrupa’ya kaçış kapısı haline gelecek” diyerek giriştiği “tehdit” de bu durumun egemenler cephesinde dikkate alındığını göstermektedir. Muhtemeldir ki İdlib’e direkt komşu sınır olmasından kaynaklı Türk devletinin direkt muhatap alınması bu tür kaygılar gözetildiğinde çok da absürd olmamaktadır.
Fakat meselede Türk devletinin tutumu, uluslararası birçok meselede olduğu gibi kendi teamülünde dahi gülünç olmaktadır. Hele ki ABD-Rusya meselesinde iki koltuk arasında oturarak yaptığı/yapacağı hiçbir şeyi kestiremeyen devletin “net” olduğu tek konu; esasında Kürt düşmanlığı ve yaptığı her şeyin pastadan kalan kırıntıları kapma mücadelesinin gereğini yani kendi varoluşsal gerçekliğini ortaya koymadaki kararlılığıdır. Bu kararlılık, kendisinden çok daha uzun duvarları olan uşağı olduğu devletlerin duvarına; fakat esas ve tarihe not düşülecek şekilde direnenlerin meşru mücadelesine çarpmaktadır.
Şu bir gerçeklik ki Türk devleti, İdlib konusunda istemlerini dayatmaya devam edecektir. Yaşadığı ekonomik ve politik kriz, bu istemlerini daha fazla diretmesini dayatmaktadır. Aksi durumda krizin kendi cephelerinde daha da büyüyeceği öngörülmektedir. Ancak Türk devletinin İdlib meselesinde istediğini alamaması, onun uşak ve faşist karakterini ne değiştirecek, ne de gerileştirecektir. Mevcut faşist diktatörlülüğün yaşadığı ekonomik ve politik krizin İdlib meselesinden bağımsız şekilde de derinleşeceği açıktır. Hem “iç” hem de “dış” siyasette yürütülen politikalar, takınılan tavırlar yüzme bilmeyen bir insanın, okyanusun en derin yerinde batmamak için çırpınmasından farksızdır. Dolayısıyla sistemin mevcut krizini, devrim mücadelesinin yükseltilmesi için kaldıraç haline getirerek kitlelerin örgütlenmesi ve devrim mücadelesinin bu topraklarda zafere ulaşması, tüm dünya halklarının emperyalist boyunduruktan kurtulması için ciddi ve önemli bir adım olacaktır.