Emperyalistler cephesinde Suriye meselesi, İdlib özgülünde yaşanan gelişmelerle birlikte “belirsiz”liğini koruyor. Bu belirsizlik yine onların deyimiyle “sahada” böyle gözükürken, bununla ters orantılı olarak tek tek emperyalist devletler (ya da kamplar) ve onların uşak devletleri için çıkar ve isteklerinin gayet “net” olduğunu gösteriyor. İdlib’te yaşanan gelişmeler (emperyalistler arası dalaş ya da “kriz”i kast ediyoruz) bir bütün emperyalizmin niteliğinin, çıkar dalaşlarının, halklara yönelik gerici politikalarının bir yansıması/parçada en küçük hale getirilmiş hali olarak karşımızda durmaktadır.
Uzun bir süredir devam eden Suriye özgülü kriz ve dalaşlarda saf tutmayan, cephe almayan emperyalist devlet (ve uşakları) kalmamış durumdadır. Öyle ki görünürde ve daha ön planda olarak ABD-Rusya ve bunlara bağlı uşak devletler olsa da Avrupalı emperyalistlerden İran’a, oradan ABD’nin askeri gücünü ikame edecek olan olası “Sünni Arap Federasyonu” ile pastadan payını kapmaya çalışan Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri ikilisine, Hizbullah “tehdidi”ni bertaraf etmeye çalışan, bölgede 800’ü aşkın roket ve füze saldırısı gerçekleştiren İsrail’e kadar birçok kamplaşma sayabiliriz. Bu noktada çokça tartışılan “İdlib’te ne olacak?” sorusu, emperyalist ve bağımlı uşak devlet kampların niteliği ve çıkarları tespit edildiğinde cevaplandırılabilecektir. Öyle ki Rusya’nın “İdlib’i de temizleyerek bu iç savaşı sonlandıracağız” söylemlerine karşı ABD ve diğer emperyalist kampın Suriye’deki krizi derinleştirerek Astana’yı sekteye uğratma hedefi vardır. Emperyalist Rusya’nın iç savaşı sonlandırmak gibi masumane bir taleple, esasında kendi gücünü orada konumlandırarak , Suriye’deki esas payı kendisine, kırıntıları da yer aldığı kampta yanına aldığı “geçici müttefikleri”ne vereceği aşikârdır. Bu noktada emperyalist kamplarda karşılıklı yapılan itirazlar ve bu itirazların örtüştükleri yer, emperyalist hegemonyayla Suriye halklarının çıkarına değil, kendi çıkarları doğrultusunda sömürü ağını genişletmede pay kapma hırsı olmaktadır.
Güncel olarak bu kamplar, başını Rusya, İran ve TC’nin çektiği Astana Mutabakatı ekseninde adımlarını atmaktadırlar. Son olarak Tayyip Erdoğan ve Putin; Soçi görüşmesi bir anlaşmayla sonuçlanarak, bu anlaşma çerçevesinde Rusya’nın askeri operasyonu “askıya alınarak”, bölgede silahsızlandırılmış bir bölge oluşturulacağını açıklamıştı. Bu noktada Suriye devletinin, operasyonun başlatılacağı açıklamalarının da sürecin hemen ardından geldiğini belirtmek gerekir. Açıklamalara paralel olarak İdlib’te bulunan “radikal” güçlerin silah bırakmaya karşı olduğu ve bırakmayacakları söylemleri de basına servis edildi. Bu noktada tüm kampların yine ortaklaştığı “terörist gruplar” meselesinde çetelerin silah bırakmama tavrı, Suriye meselesinde emperyalistlerin elinde önemli bir koz olarak durmaya devam edecektir. Keza Rusya ve ABD’nin TC’ye biçtiği rol çerçevesinde Türk devletinin tam da burada “onlarla biz ilgileneceğiz” diyerek devreye girmesi manidar olmaktadır.
Astana Mutabakatı’na karşı cephede duran ABD, sürece müdahil olmada gecikmiyor/gecikmeyecektir. Savaşın, müttefikleriyle birlikte Suriye devleti lehine geçmeye başlamasıyla bunun önüne geçmek isteyen ABD, kendileri için “daha zararsız, kabul edilebilir” bir Suriye isteminde, bölgede kendi vekaletini yürütecek olan güçlerin varlığında ısrarcı durumdadır. ABD ve müttefiklerinin hedefi nüfuz alanlarına bölünen Suriye’de mevcut durumun daha fazla Şam lehine dönmesini önlemektir. Ve bunun girişimlerini sürdürmektedirler. Faşist Türk devleti, yeminli uşağı olduğu ABD ile görünürdeki her türlü “kör dalaşı”na rağmen Soçi’de anlaşmaya gittiği Rusya’ya karşı ABD’nin atacağı adımları dikkatle takip etmekte, o adımların hemen arkasında kuyruk misali yürümek için zamanlamayı ayarlamaya çalışmaktadır. Unutulmamalıdır ki uşağın yeri efendisinin arkasıdır. Bir uşak, efendisinin ne önünde ne de yanında yürüyebilir. Ki “ekonomik danışmanlık” meselesinde McKinsey’le yapılan anlaşma, böylesi bir “zamanlamanın” TC için zamanın geldiği şeklinde yorumlanabilir.
BATAKLIKTA BİLE BİTMEYEN KÜRT DÜŞMANLIĞI!
Diğer yandan ABD de uşağı olan Türk devletinin bölgeden çıkmasını istememektedir. Yine SDG ile önemli oranda kontrol ettiği petrol, doğalgaz kaynaklarına Şam’ın erişimini engellemek, “yeniden yapılanma” sürecini siyasi bir dayatmaya dönüştürmedeki ısrarlı tutumunu sürdürmektedir. Buradan hareketle Türk devleti, efendisi ABD’nin Kürtlerle olan ilişkisini “gözden geçirmesi” gerektiğini her fırsatta dile getirmekte, Suriye politikasının önemli bir gövdesini oluşturan Kürt düşmanlığı noktasında ısrarını sürdürmektedir.
Türk devletinin bölge özgülünde birbiriyle kopuk olmayan iki hedefi vardır. Bunlardan bir tanesi faşist devletin kuruluşundan beri kendisinde kodlanmış olan Kürt düşmanlığı iken, bir diğeri de bölgedeki mevcut istikrarsız durumdan kendisine ekonomik çıkarlar sağlamaktır. Bu hedefler “abdala malum olan” hedefler değil bilakis emperyalizm ve proleter devrimler çağında; emperyalizmin niteliğini gören, emperyalizm ile uşak devletler arası ilişkileri bilimsel süzgeçten geçiren hemen herkesin görebileceği bir olgudur. Bu noktada dillendirildiği şekliyle Afganistan örneklendirilerek “Türkiye’nin dünün Pakistan’ı olduğu” meselesi tek başına reddedilemeyecekken, yine tek başına bir bütün doğru değildir. Afganistan meselesinde emperyalistlerin Pakistan’a biçtiği rol ile bugün Suriye’de Türk devletine biçilen rolün benzerlikleri vardır. Bunun “tek başına bir bütün doğru” olmaması, bu benzerliklerden politik çıkarımlar yapılmasının da yanlışlığını beraberinde getirmektedir. Suriye bir Afganistan değildir, keza emperyalistlerin Suriye’deki planları ve Türk devletine biçtikleri rol de aynı değildir. Doğallığında Pakistan-Türk devleti noktasında bir “benzerlik” dile getirilebilecekken, bu benzerlikten politik çıkarımlar yapmak doğru, bilimsel bir tespit olmayacaktır.
Türk devletinin her fırsatta İdlib’te bulunan çeteleri ikna edeceği yönündeki açıklamaları Kürt meselesinde daha dikkate değer hale gelmektedir. Öyle ki Türk devletinin bu çeteleri Rojava’ya yönlendirerek, Kürtlerin var olan kazanımlarına saldırması uzak bir ihtimal değildir. Yine uşağı olduğu ABD ile ters düştüğü ve “kör dalaşa” girdiği meselelerden biri de Suriye Demokratik Güçleri özgülünde Mınbiç ve Rojava’da “Kürt tehlikesi”nin önüne geçmedir. Öyle ki “Dicle Kalkanı” ile Şengal’e girme planları dahi bir dönem Türk devletinin gündemindeydi.
İdlib özgülünde Astana, Soçi görüşmelerinde “aktör” konumunda olan Türk devletinin, esasında emperyalist devletlerce kendisine biçilen “figüran” rolünü uyguladığı unutulmamalıdır. Bu noktada TC’nin emperyalist efendilerinden bağımsız adım atamayacağı, planlamaları hayata geçiremeyeceği açıktır. Üst perdeden ABD ile “atışıp” kör dalaşa giren Türk devletinin, ABD emperyalizminin önünde yürüme niteliği yoktur. Bunu bilen ABD, Türk devletinin Suriye’de kalmasını istemekte; ona biçtiği rolün hala devam ettiğinden hareketle, efendi-uşak ilişkisinde yaşanan çelişkilerde bu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda ayarlar vererek hatırlatmaktadır. İdlib ve Suriye meselesinde kamplar arası geçişlerin kaygan zemini, yarı-sömürge bir uşak devlet olan Türk devletinin yeminli uşak rolünü miadı dolana kadar uygulayacağı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
*Bu makale Yeni Demokrasi’nin 11 Ekim tarihli sayısınından alınmıştır.