“Silahları gömersen devrimi de gömersin.”
Savaş kelimesinin kendisi birçok insana, özellikle ölüm ve sakat kalmayı anımsattığından çok soğuk gelir. Buna egemenlerin sözde savaş karşıtı kara propagandalarını da eklediğimizde bu duygu daha da güçlenerek kitleler arasında kabul görür duruma gelmektedir. Bundan daha vahimi devrimci çevrelerde de bu anlayışın şu veya bu oranda karşılık görmesidir.
Öncelikle şu noktada anlaşmak gerekiyor. Sınıflı toplumun ortaya çıktığı günden itibaren ezen ve ezilen sınıflar olmuştur. Ve o günden itibaren ezen pozisyonunda olanlar ellerindeki her zor aletini (asker-polis, hukuk, aile, din vb.) kullanarak ezilenleri hem kontrol hem de baskı altında tutmaya çalışmışlardır. Ezilenlerin en basit hak arama talepleri bile günümüzde olduğu gibi tarihte de hep egemenlerce acımasızca engellenmeye çalışılmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak sömürülen ve ezilenler, sömürücü ve ezenlere karşı savaşmadıkça hiçbir hakka erişemeyeceklerini kendi acı deneyimleri ile öğrenmişlerdir. Bu savaşın biçimi ve sertliği, istenen hakkın büyüklüğü, günün şartları ve egemenlerin karakteriyle paralellik arz eder.
Sistemi hedefleyen tüm hak arayışları tarih boyunca egemenler tarafından kanla bastırılmış, “elebaşı” olarak nitelendirilenler başta olmak üzere, harekete yön verenler acımasızca katliamlardan geçirilmiştir. İşçi sınıfı da tarih sahnesine çıktığı ilk günden itibaren silahlı mücadelenin kaçınılmazlığını bu acı deneyimlerinden öğrenmiştir. Yani devrimci mücadele ve onun mecburi sonucu illegal-silahlı örgütlenme bir tercih değil zorunluluk olmuştur.
Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği, üzerlerindeki sahte kızıl pelerinlerini attıktan sonra daha fazla yaşam alanı bulan “yeni tipte revizyonizm”in etkisi ile birçok ulusal, devrimci ve “komünist” hareket, ellerindeki silahları gömmenin ve legalleşmenin yollarını aramaya başladılar. Bu gelişme gölün bir günde donmaması gibi kısa zamanda ve sorunsuz olmadı, olamazdı da. Öncelikle Marksizm-Leninizm-Maoizmin emperyalizm, devlet, devletin niteliği, savaş, illegal mücadele gibi genel teorileri reddedilmeden içleri boşaltıldı. Kruşçev’in “bir arada-barış içinde yaşama” ve Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” tezleri utangaçça yeniden savunulur hale geldi. Bu sapmalar karşısında komünistlerin tavrı dün olduğu gibi bugün de net oldu.
Emperyalizmin sermaye ihracına ve kâr hırsına dayanan karakteri ve devletin egemen sınıflara hizmet eden özelliği değişmemiştir ve değişmeyecektir de. Zaten bu özellikleri değiştiği gün onların varlığından söz etmemize de gerek kalmayacaktır. Egemen tarih anlayışının faşist Kemalizm ideolojisinden demokrasi yaratma çabası ne kadar boş ise kendine ulusalcı, devrimci-demokrat ve/veya komünist diyen hareketlerin de var olan egemen sistemden demokrasi çıkarmaları o kadar manasızdır. Mao esasen burjuva demokrasisi yerine “burjuva diktatörlüğü” kavramını kullanarak meseleyi nasıl anlamamız gerektiğini de ortaya koymuştur.
Devlet biçiminin faşizm olduğu her yerde esas mücadele biçimi silahlı ve illegal mücadeledir. Kendine sosyalist, devrimci diyen birçok hareketin bu gerçekliği son yıllardır göz ardı ettiği yetmezmiş gibi bir de bu doğruda ısrarcı olan yapıları “süreci okuyamayan, dünyadaki değişiklikleri anlayamayan, dogmatik, maceracı vb. yapılar” olarak adlandırması işin geldiği vahim aşamayı göstermesi açısından önemlidir. Kantarın topuzu kaçmış bulunmaktadır. Silahlardan ve illegal mücadeleden uzaklaşmak için akla hayale gelebilecek her argümanın bu çevrelerce kullanılması işin bir ayağını oluştururken diğer ayağını da kendi durumlarını gizlemek için halka yönelik kara propagandalar yapmaları, halkın devrime ve devrimcilere olan inancını kırmaya çalışmaları oluşturmaktadır.
At izinin it izi ile karıştığı dönemlerde devrimci ve komünistler, bu çevrelerin ağızlarından dökülen zehirli düşüncelere karşı MLM’nin doğrulardan oluşan ideolojik zırhını kuşanmalarıdır. Kimin ne dediğine bakmadan önce klasiklere geri dönmek hayati bir önemdedir. Ustaların öğretileri doğrultusunda öğrenerek süreci analiz etmek bizi birçok sapmadan koruyacak, sapmalara karşı mücadelede bize yol gösterecektir. Çünkü orada işçi sınıfı ve ezilenlerin kanla yazılan tarihi deneyimlerinden damıtılarak elde edilen eşsiz ve dolaysız bilgiler mevcuttur. Bu bilgiler içinden geçtiğimiz karanlık süreçte bizim kutup yıldızımız olmalıdır.
Ülkemizde faşist Türk devletine karşı verilen mücadele aynı zamanda dünyada bugün egemen olan emperyalist-kapitalist sisteme karşı verilen bir savaştır. Bu savaşın esasını silahlı mücadele oluşturmaktadır. Bunun bir ayağı halk savaşının bugün esas alanı olarak kırlardaki gerilla savaşı iken diğer ayağı da şehirlerdeki silahlı mücadele biçimleridir.
Yeni tipte revizyonizmden etkilenen bazı hareketler, içine düştükleri iddiasızlığın sonucunda, kırda İHA (insansız hava aracı) ve SİHA’ların (silahlı insansız hava aracı) varlığını bahane ederek artık kırda gerilla tarzı savaşın imkânsızlığının kara propagandasını yaparken şehirlerde de mobese kameraları nedeniyle illegal mücadelenin olamayacağını çığırtkanlığını yapmaktadırlar. Ve lafı dolandırarak devrimcilere kalan tek şeyin legal mücadele alanları olduğunu söylemektedirler. Bugün birçok yapı içerisinde dillendirilen legal parti anlayışları bu tespitlerin doğal bir sonucudur.
Türk devletinin karakteri kurulduğu günden itibaren faşisttir. Bugün de bu gerçeklik değişmemiştir. Bu gerçeklik birçok yapı tarafından günümüzde yalnızca AKP/Erdoğan özelinde dillendirilerek büyük bir yanılgıya düşülmektedir. O kadar ki AKP iktidarına karşı CHP, İYİ Parti ve Sadet Partisi ile cephe arayışına girecek kadar yoldan sapılmaktadır. Oysa son yaşanan Suriye işgalinde bu partilerin takındıkları tavırlar hiç de AKP’yi aratmayacak düzeydeydi.
Ülkelerin sosyo-ekonomik yapısı bize devrimin yolunu çizer. Başta dediğimiz gibi bu bir tercih değil doğal bir sonuçtur. Bu doğrultuda Türkiye gibi yarı sömürge, yarı feodal olan ve sürekli faşizmle yönetilen ülkelerde mücadelenin yolu Mao yoldaşın teorileştirdiği şekliyle halk savaşı şeklindedir. Bu gerçeklik İbrahim Kaypakkkaya’nın zamanında ne kadar geçerliyse üzerinden geçen 47 yıla rağmen aynı şekilde geçerlidir. Sorun yaşanan nicel değişimlerde değildir. Önemli olan nitel değişimlerdir ve bu konuda ülkemizde nitel değişime denk düşecek bir farklılaşma yaşanmamıştır.
Tarihi unutursak hep aynı yerde dolaşıp dururuz. Doksanlı yılların başlarında gelişen gerilla mücadelesi ile birlikte gündeminde gerilla mücadelesinin “g”si bile bulunmayanlar, adını ve içeriğini farklı koysalar da o dönemlerde birer birer (örneğin TDKP’nin silahlı ajitasyon-propaganda birlikleri gibi) gerilla birliği oluşturmaya başladılar. Bugün bu yapıların neredeyse tamamı bu mücadele biçiminden vazgeçmiş durumdadır. Yani rüzgâr nereden esiyorsa rotalarını o tarafa çevirmişlerdir.
Gün şunun bunun dediğinden etkilenme günü değildir. Gün İbrahim Kaypakkaya’nın çizdiği yolda ilerlemenin günüdür. Dışarıdan bu kadar ideolojik saldırının olduğu dönemde çizgide ısrar etmek tutuculuk veya süreci okuyamamak değildir. Aksine “yeni tipte revizyonizm”in saflarımızda açmaya çalıştığı gediğe karşı sağlam durmaktır. Bu birçoklarının hoşuna gitmiyor ve gitmeyecektir de. Onların istediği bizim de silahları gömmemizdir. Ama biz biliyoruz ki bizim gibi ülkelerde silahları gömersen devrimi de gömersin.
Bu şartlar altında bize düşen içinde bulunduğumuz durumu nasıl değiştirebileceğimize kafa yormaktır. Düşmanın elinde yabana atılmayacak bir teknolojik üstünlük var. Ama bunun karşısında açmaza düşmek devrimcilik değildir. Devrimci olan, ona karşı nasıl savaşacağının yollarını arar. Termal kameraları ilk kullandığında da İHA’ları ilk uçurduğunda da düşman gerilla mücadelesi yürüten yapılara ciddi kayıplar verdirdi. Ardından gerilla giysilerini ıslatarak termale, bir şemsiye ile İHA’lara karşı önlemler geliştirdi. Clara Zetkin’in dediği gibi “eğer savaşırsan yenilebilirsin ama savaşmazsan zaten yenilmişsindir.” Biz yürüttüğümüz savaşı geliştirmeye ve boyutlandırmaya odaklanmak zorundayız. Bunu başardıkça hem kitlelere hem de diğer devrimci yapılara umut kaynağı olacağız. Bunun için mücadelenin her alanında bulunan yoldaşlar kendini savaşa göre örgütlemek zorundadır.
Bu ne demektir; savaşçı bir parti olduğumuzu bilince çıkarmaktır. Kendimizi teorik ve siyasi olarak geliştirmektir. Pratik olarak tüm görevlere hazırlamaktır. Bir şeye yapamayız diye bakmayıp aksine sorunların üstesinden nasıl gelebiliriz diye kafa yormaktır. Kendimize ve yoldaşlarımıza eleştirel ve özeleştirel yaklaşmaktır. Çizgimizi her ortamda çekinmeden savunmaktır. Yaptığımız her şeyin savaşa ne kadar hizmet ettiğini sorgulamaktır. Bununla birlikte herkesin bulunduğu yerde, çevrede savaşın fiziki ihtiyacı olan ne varsa onların tedariki için yollar aramasıdır.
“Zulmün olduğu yerde insanlar isyan etmemesini söyleyen alçağın tekidir” şiarını elimize bayrak ederek düşmanın teknolojik üstünlüğünün geldiği aşamadan bağımsız olarak öncelikle bu isyanın zorunluluğuna, haklılığı ve meşruluğuna odaklanmalıyız. Bizimki gibi ülkelerde mücadelenin esasını silahlı mücadelenin oluşturacağını unutmadan ama düşmanı da küçümsemeden haklı savaşımızda kararlılıkla ilerlemeliyiz. Hangi maskeyi takınırsa takınsın şu an egemen olan sistemin işçi sınıfı ve ezilenlerin baş düşmanı olduğunu bir an bile olsun akıldan çıkarmamak gerekir. Mao’nun dediği gibi “emperyalizm kâğıttan kaplandır.” Onu dev aynasında görmek baştan yenilgiyi kabullenmektir. Bize düşen onu yenmenin yollarını bulmaktır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 14 Kasım 2019 tarihli 48. sayısından alınmıştır.