Faşist diktatörlüğün dümenindeki AKP-MHP faşist bloku, iç ve dış politika da tam bir sıkışma, bunalma hali yaşamaktadır. Tayyip Erdoğan, 19-22 Eylül tarihlerinde Birleşmiş Milletler toplantısı için gittiği ABD’de Biden ile görüşemeden “durumun hayra alamet olmadığı” açıklaması ile birlikte geri döndü. Hemen ardından Putin ile bir dizi başlığı içeren ancak esası Suriye ve özelde İdlib gündemli bir görüşme gerçekleştirdi. Bu görüşmeden sonra ise hiçbir açıklama yapılamadı. TC’nin emperyalistler arası çelişkiden faydalanma siyaseti, buna dayanarak emperyalist ağa babalarını son sınırına kadar zorlayan siyasetinin bir süredir zemin bulamadığı görülmektedir. Zira geçen zaman, Rusya’nın TC’nin Kürt düşmanlığını doyurarak Suriye’de verdiği tavizlerle hem ABD’nin bölge politikalarını bozma, hem TC ile ABD arasında çatlaklar yaratma yaklaşımından birincisi sonuç almış ancak ikincisi NATO üyesi Türkiye’ye bu blokun derin güven sorunu oluşmasını ama Türkiye tarafından ciddi bir çatlak yaratamaması durumunu ortaya çıkarmıştır. Nihayetinde Suriye politikasında TC’ye verilen “işgal avansının” süresi dolmuştur. Rusya, artık daha güçlü ve açık şekilde TC ve ABD’den işgalci güç ve “Suriye toprak bütünlüğünü bozucu” faktörler olarak bahsetmektedir. Bununla yetinmemekte İdlib ve Afrin’de TC’ye dolaylı, onun kontrolündeki güçlere doğrudan askeri saldırı gerçekleştirmektedir. Bu noktada İdlib’de TC’nin ABD ve NATO adına başarısızlığının tescillenmesinin etkisi de vardır. ABD örtülü bir şekilde bir yönüyle bu meselede TC ile Rusya’yı baş başa bırakmıştır ancak TC’nin burnunu sürterek ve hiç kuşkusuz onun zayıflığını ve kendine bağımlılığını daha fazla anımsatarak ve bunu derinleştirerek. Türk hakim sınıflarının, tüm bölge ülkeleriyle düşmanlık dozunu arttırarak, askeri gücünü sahada en etkili şekilde öne sürerek edinmeye çalıştığı konumun zayıfladığı, ABD emperyalizminden almaya çalıştığı rolün aşındığı daha belirgin şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır. Rusya ile ise sürdürdüğü güçlü taktik ilişkilenmenin daha güçlü gerginlik olarak geri dönme eğilimi olgunlaşmıştır. Bu tablo TC için ve özelde AKP-MHP için bir sıkışma durumuna, daha açık bir ifadeyle zayıflama durumuna işaret etmektedir.
İçerde ise yaşanan ekonomik krizin, yüksek enflasyon, döviz kuru atakları, güvenli liman arayışına giren emperyalist sermayenin bir türlü akmaması, büyük müteahhitlik yatırımlarının dahi artık geleceğinin belirsizleştiği, yoksulluk ve sefaletin yoğun zamlarla tırmandığı bir zeminde boyutlanması yaşanmaktadır. Kontrol altına alınamayan salgın, ekonomik-sosyal-eğitsel yaşamın normalleştirilme çabası ve bu ikisi arasındaki çelişkinin krizi tetikleyen ve yeni halkalar ekleyen gerçekliği söz konusudur. Alt yapısı hazırlanmayan yüz yüze eğitime başlanması ve bunun Kovid-19 vakalarında yeni bir zirveye doğru ilerlemesi; aynı şekilde ekonomik-sosyal hayatta normalleşmenin ekonomik yaşamı canlandırması bir yana daha fazla darlaştırması; artık öğrencilerden tutalım tüm toplum kesimlerine kadar barınma sorunu diye bileceğimiz bir sorunun büyümesi ve kiralardaki fahiş fiyat artışının bir başka krizi tetiklemesi durumu oluşmuştur. Bu açıdan tablo iç karartıcıdır, çözüm yolu ise olanaklı görünmemektedir. Geniş halk yığınları daha fazla yoksullaşmakta, sürekli sorunlarına yenileri eklenmekte, gelir kaybı yanında ağır ve boyutlu zamlarla yaşamsal ihtiyaçlarında zorlukların baş gösterdiği bir süreç derinleşmektedir. Tüm bunlara özgürlük ve demokratik haklarının kısıtlanması, sosyal haklarına yönelik saldırılar ve ağır bir devlet mekanizmasının baskısı eklenmektedir. Bu AKP-MHP’nin ikinci sıkışıklık ve zayıflama noktasıdır.
Üçüncüsü ise, AKP-MHP bloku içinde ve onun yönetim mekanizmasına hakim olduğu devlet içindeki parçalanmışlığı, iç klik mücadeleleri, süreci yönetme ve küçülen pastanın paylaşılmasına dayanan mücadelenin daha görünür hale gelmesidir. Bu zayıflamaya eriyen kitle desteği, Suriye ve Afgan göçmenlerinin yarattığı çelişki, Kürt ulusal sorununda dönemin ünlü deyimiyle “tüpten çıkan macunun” yeniden içeri itilmesi çabasının ürettiği başarısızlığı eklemek gerekmektedir. Kuşkusuz tüm bu bütünlük içinde faşist kliklerin, bugün blok halinde hareket eden güçlerin, arasında yaşanan boğazlaşma, hamleler ve karşı hamleler, inisiyatifi ele geçirme, süreci belirlemeye, gündeme yön vermeye ve tüm güç dengelerini değiştirmeye yönelik politik hamlelerini eklemek gerekmektedir.
Hiç kuşkusuz AKP-MHP blokunun Kürt meselesinde “tüpten çıkmış macunu” içeri sokma hamlesinde düne kadar tüm faşist güçleri yedeklediği çizgisi, bugün İYİP-CHP ve Deva, Gelecek Partisi bloğu tarafından ürkek bir Kürt sorunu tanımı ve HDP’ye muhataplık biçen gömlekleriyle başka bir biçime bürünmüştür. Bu anlamda Kürt meselesinde gerek içerde gerekte bölgesel düzeyde gelişmelerin seyrine uyumlu, buna biçim verme iddiasını dile getiren bir söylem ve politik eğilim daha cüretli ortaya çıkmaktadır. Bu kuşkusuz düne göre yeni bir şeydir. Davutoğlu’nun “Suriye’de Kürt meselesinde Suriye halkının iradesine saygı” çağrısı; CHP’nin Irak Kürdistanı ziyaretleri, HDP’nin muhatap olduğu vurgusu, Kürt sorununun varlığına yönelik kabulü; İYİP’in HDP meşrudur çıkışları düne kadar uzak durulan söylemler ve yaklaşımlardır. Bu faşist partilerin kuşkusuz Kürt meselesindeki konumları inkardır, baskıdır ve yok saymadır. Ancak değişme eğilimi gösteren güç dengeleri içinde ciddi bir kriz olan Kürt sorununda, Kürtleri kendine yedekleme amacı da taşıyan bir arayış durumu söz konusudur.
Bunun yanında Cumhurbaşkanlığı sistemine yönelik eleştirilerin dozu artmış, AKP’nin kontrollü şekilde bu tartışmaya kendi cenahında da yol verdiği görülmüştür. Bu eksende adeta yoğun bir seçim gündeminin içine girilmiştir. Faşist Millet İttifakı’nın blok halinde verili sistemin açıklarına yüklenen ama aynı zamanda kendi iç mücadelelerinde de bir yol arayan açıklamaları yoğun tartışma gündemidir. Meral Akşener’in Cumhurbaşkanı adayı olmadığı açıklaması, 6 partinin Millet İttifakı ekseninde süren yeni arayışları ve hamlesi hem kendi içlerinde denge bulma, odak noktasını yakalama, çekişme alanı olmaktan çıkarma hem de esasta faşist Cumhur İttifakı’na karşı daha etkili olmaya yönelik girişimlerdir. Bu girişimlerin yoğunlaşarak, daha belirgin bir yol haritası ve asgari programa kavuşma eğilimi vardır. Faşist Cumhur İttifakı ise bir yandan politik-ekonomik krizle boğuşmakta, iç yarılmaları yönetmeye çalışmakta diğer yandan ise zayıflamasına çare aramaktadır. Ancak hem kendi ittifak güçlerini büyütememekte hem de yaslandıkları Cumhurbaşkanlığı sisteminin xdaha fazla iç tartışmaya dönüşmesini engelleyememektedir. AKP-MHP-Erdoğan bu açıdan gerileyen, zayıflayan konumdadır.
Bu durumu tersine çevirmek için ise var gücüyle topyekûn saldırı dalgasını sürdürmeye çalışmakta, fikir ve düşünce özgürlüğünü yasaklamakta, ekonomik saldırılarını emekçilere odaklayarak krizini hafifletmeye, hizmetinde olduğu egemen sınıflar ve emperyalist tekellere güven vermeye çalışmaktadır. Bu güçlü krizin, egemen sınıflar arasındaki keskinleşen mücadelenin yarattığı zemin ise kitlelerin harekete geçme potansiyeline esaslı katkılar olarak görülmelidir. Faşist kliklerin halk yığınlarının acılarına, sorunlarına çözüm olma iddiasıyla maniple etme çabası da bu duruma paralel olarak yoğunlaşmaktadır. Burada asıl olanın kitlelerin harekete geçme eğilimleriyle devrimci temelde birleşmek olduğu, bu olanağın belirdiği her alanda mücadeleyi yükseltmeye odaklanma görevinin üstlenilmesi gerektiğini kavramaktır. Bu kavrayış, özellikle reformist, parlamentarist anlayışların kitleleri klik mücadelesine payanda eden, objektif olarak yedekleyen ürkek ve sistem içi yaklaşımlarından kesin bir kopuşu ve keskin ayrımı da belirleyecektir.