İslam ve Sol Çalıştayı’nda en çok çarpıtılan konunun Marks’ın ve genel olarak Marksizmin dine dair görüşleri olduğunu belirtmiştik. Bu çarpıtma İslamcılar ve ‘solcular’ olmak üzere iki koldan yapılmış ve Marksizmin dine karşı teorik, felsefi ve ideolojik savaşı görünmez kılınmaya çalışılmıştı. Özellikle Marks’tan kimi kırpmalarla dini ‘olumlayan’ bir Marksizm ortaya çıkarılmak istenmişti. Bu nedenle din konusunda Marks ve bir bütün olarak Marksizm ne demekte; teorisini hangi gerçekler üzerine kurmaktadır sorusuna belli başlıklar altında yanıt olmaya çalışacağız.
YABANCILAŞMA VE DİN
Marks’a göre, din “bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, yaygın mantıksal formu, ruhani onur noktası, kendinden geçişi, ahlaksal kabulü, görkemli tamamlayıcısı, tesellisi ve meşruiyetinin evrensel temelidir (…) Din ezilen insanların içli ezgisi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.” Marks’ın bu sözleri onun genel teorisinden ve özellikle yabancılaşma üzerine yazdıklarından koparılarak din karşısında hayırhah bir yaklaşıma dönüştürülmek isteniyor. Oysa Marks; aile, devlet, hukuk, ahlak, bilim ve sanatı olduğu gibi dini de özel mülkiyet dünyasının belirlediği özgün üretim tarzları olarak ele alır. Bunlar aynı zamanda yabancılaşmanın da formlarıdır. Marks yabancılaşmayı insanın kendi üretici etkinliğiyle, ürünüyle, diğer insanlarla ve türüyle ilişkisi içerisinde tartışır ve işçinin kendi ürününe yabancılaşması üzerinde durur. Ürün, etkinliğin ve üretimin bir özetidir. İnsanın yabancılaşmasının doruk noktası kapitalist üretimde yabancılaşmanın merkezinde meta ve artı-değer üretimi bulunur.
İnsan emeğinin ürünleri, kendini, meta ve değer biçimlerinde cansız nesnelerin etkinlikleri olarak gösterir. Marks bu cansız nesnelere sadece insanların sahip olabileceği nitelikler atfetmeyi, cansız ilişkileri canlıların yerine koymayı ‘meta fetişizmi ‘ olarak tanımlar. Marks meta fetişizminden gündelik yaşamın dini olarak bahseder. Kapitalizmde hâkim olan “iktisadi yabancılaşma” kendini meta fetişizmi olarak sunarken “dinsel yabancılaşma” ideolojik bir fetişizm halini alır. “Nasıl ki dinde insan, kendi beyninin ürünü olan şeylerin egemenliği altına girmişse kapitalist üretimde de kendi elinin ürünü olan şeylerin hükmü altına girer.” Marks insanın kendi-öz yabancılaşmasını kutsal (dinsel) ve kutsal olmayan biçimler (iktisadi) olarak ayırır. Dinsel yabancılaşma kapitalizm öncesi toplumlarda hâkimdir ve din-insan arasındaki ilişkinin tersyüz edilmiş ifadesidir. Engels’in aktarımıyla “Din, insanın ve doğanın özünün ve içeriğinin boşaltılması, insanın özü olan yaratıcı özelliğinin doğaüstü bir güce, tanrıya aktarılmasıdır.”
Din kapitalizm öncesi toplumların genel teorisi ve meşruiyetin evrensel temelidir. Siyaset, hukuk, kültür, sanat vs. dinin hâkimiyeti altındadır. Din, kapitalizmle birlikte toplum ve üstyapıdaki söz konusu hâkimiyetini yitirir ancak değişmiş bir biçimde varlığını sürdürür. Dini yabancılaşma, iktisadi yabancılaşma karşısında; din ise meta karşısında yenik düşer. Artık dini yabancılaşmaya hâkim olan, onu belirleyen ilişkiler iktisadi yabancılaşmadır. Meta fetişizmi dinin yerini almıştır. Kapitalist toplumda dini yabancılaşmayı ayakta tutan şey iktisadi yabancılaşmadan başka bir şey değildir.
DİNİ YARATAN KOŞULLARLA MÜCADELE
Marks, “Din dünyevi sınırlılığın sebebi değildir bizim için, sadece fenomenidir… Biz dünyevi sınırlarını aşmak için dini sınırlılıklarını aşmaları gerektiğini iddia etmiyoruz. Biz dünyevi sorunları teolojik soruna dönüştürmüyoruz. Biz teolojik sorunları, dünyevi sorunlara dönüştürüyoruz.” der. Marks’a göre din, toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle, aynı devlet gibi sönümlenecektir. Yanılsamaları ortadan kaldırmak için onları gerektiren durumun ortadan kaldırılması gerekir. Bu yüzden Marks, din eleştirisini, “halesi din olan acılar dünyasının eleştirisinin embriyo halindeki biçimi” olarak değerlendirir. Engels, yabancılaşmayı doğuran koşulları ortadan kaldırmak için toplumsal eylem gerektiğini belirtir. Ancak bu eylem dini yasaklama ya da salt kendinde dine karşı bir savaş değildir. Dini yasaklama eğilimi, özellikle belli ülke ve dönemlerde kendini açığa vuran burjuva radikalizminin bir savunusudur. Marks ve Engels dini yasaklama politikalarının dini daha da güçlendirdiğini belirterek bu politikaya karşı çıkarlar. Lenin’in deyimiyle “İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun yalnızca toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak, burjuva dar kafalılığı”dır. Lenin kapitalizme karşı mücadeleyle aydınlatılmadığı müddetçe ne kadar vaaz verirseniz verin, ne kadar broşür çıkarırsanız çıkarın proletaryanın aydınlatılamayacağını belirtir. Ona göre ezilen sınıfın yeryüzünde cennet yaratmak için yürüttüğü devrimci mücadeledeki birlik, öte dünyadaki cennete dair proleter görüş birliğinden daha önemlidir. İşçilerin grevdeki tavırlarına göre değil dinsel inançlarına karşı bölünmesini papazlara ve burjuvaziye destek olarak tanımlayan Lenin, bu konudaki tutumları nedeniyle anarşistleri eleştirir.
Din, meta ve artı-değer dünyasında emeğine ve emeğinin ürününe yabancılaşan insanın, çözümleyemediği bu ilişki içerisinde yaşadığı güçsüzlüğün bir sonucu olarak varlığını korumaktadır. Tarihte insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğünün dinlerin oluşumundaki rolü neyse bugün dinin yaşamasında artı-değere dayalı kapitalist üretimin rolü odur. Dolayısıyla Marksizm-Leninizm-Maoizm (MLM) için dine karşı mücadele, onu yaratan koşullara karşı bir mücadeledir. Din karşısında Marksizmi Aydınlanmacılıktan, proletaryayı burjuvaziden ayıran temel özellik budur. Lenin’in ifadesiyle “dini sisi” ortadan kaldırmaya dönük bir mücadele onun gerçek ekonomik ve tarihsel köklerinin açıklanmasını gerektirir.
DİN, AYDINLANMA VE MARKSİZM
Marks, feodal egemenliğin burjuva devrimlerle yıkıldığı ve kapitalizmin hâkim hale geldiği dönemi dinsel ideolojilerin hâkimiyetinin de yıkıldığı bir dönem olarak değerlendirir. Bilimsel gelişmeler ve ona eşlik eden Aydınlanma düşüncesi, dinin hâkimiyetinin ortadan kaldırılmasında önemli bir işlev görmüştür. Kuşkusuz bu hâkimiyet savaşına özünü veren temel şey feodal sınıflar ile burjuvazi arasındaki mücadeledir. Din, yıkılmakta olan feodal sınıfı temsil eden bir ideolojik biçim içerisindeyken Aydınlanma ise burjuvazinin iktidar savaşının zorunlu bir öğesi, felsefi ve ideolojik biçimi olmuştur.
Marks, “Dinin eleştirisi özsel olarak sona erdi ve dinin eleştirisi de tüm eleştirinin hazırlık koşulunu oluşturuyor.” diyerek din eleştirisinin dini yaratan tarihi ve ekonomik koşulların eleştirisine yönelmesi gerektiğine vurgu yapar. Oysa Aydınlanma, ‘Tanrı’yı yeryüzüne indirip ona karşı zaferini ilan ettikten sonra ‘insan’ı tanrısallaştırarak gökyüzüne çıkarır. Aydınlanmanın insanı; aynı Tanrı gibi kendinde bilinç, akıl ve iradeye sahip ‘rasyonel insan’dır. Aydınlanma aklı ile teolojik akıl arasında, başka bir deyimle dini düşüncenin Tanrısı ile Aydınlanmanın ‘rasyonel insan’ı arasında kategorik olarak bir fark yoktur. Her ikisinin de temsil ettikleri sınıflar ve toplum nezdinde ideolojik işlevleri aynıdır. Tanrıdan alınarak insana verilen iktidar gerçekte feodal hâkim sınıflarından burjuvaziye geçmiştir.
Aydınlanmacılık, pozitivizm, ateizm, sekülerizm, laisizm gibi yer yer Marksizme atfedilen düşünce ve kavramlar burjuva devrimlerinin ve burjuva Aydınlanmacılığının ürünüdürler. Kimi ‘sol’ hareketler Aydınlanma ve liberalizm arasına aşılmaz duvarlar koyarak Aydınlanmayı insanlığın ortak mirası olarak görür ve bu sayede Marksizmin de Aydınlanmanın mirasını sahiplenmesi gerektiğini iddia ederler. Oysa hiçbir felsefi ve ideolojik düşünce sınıflardan bağımsız olmadığı gibi Aydınlanma da burjuva sınıfından bağımsız değildir. Diğer yandan liberalizm de Aydınlanmanın çocuğu, onun bir türevidir.
Marksizm, Aydınlanma koşullarında ortaya çıkmış olsa da varlığını ve gelişimini Aydınlanmanın değerlerinin uzağında gerçekleştirmiş; onun ‘insan’a yüklenen fakat gerçekte burjuvazinin sosyal, hukuki, politik çıkarlarını temsil eden ‘rasyonel aklını’ reddetmiştir. Marks, “…ateizmin artık anlamı kalmamıştır çünkü ateizm tanrının olumsuzlamasıdır ve bu olumsuzlamayla onun yerine insanın varlığını koymaktadır; ama sosyalizm olarak sosyalizmin böyle bir aracıya ihtiyacı yoktur artık; o öz olarak, insanın teorik ve pratik duyusal bilincinden ve doğadan başlamaktadır. O, dinin aşılması aracılığıyla ulaşılan değil, insanın pozitif öz bilincidir.” diyerek ateizmin Tanrının yadsınması yoluyla insanı kutsamasındaki tutarsızlığa da dikkat çeker ve dini, toplumsal açıdan ele almayan ateizmi eleştirir. Yine ateizmi, negatif bir din olarak tarif eden Engels, komünistlerin kendilerini ateist olarak adlandırmasını doğru bulmaz.
Marksizme göre, maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullayan temel öğedir. Aydınlanma ideolojisi veya dinsel ideolojiler de bu gerçeğin bir parçasıdır; belli bir üretim tarzına ve belli bir sınıfa hitap eder, onu yansıtırlar.
KOMÜNİST PARTİNİN DİNE KARŞI TUTUMU
Anarşistlerin ve burjuva radikallerinin dini yasaklama ya da dine karşı savaş ilan etme şeklindeki politik tutumlarını dini güçlendiren ve proletaryayı bölen davranışlar olarak eleştiren Engels, işçi partisinin dine karşı politik bir savaşa değil işçi sınıfını örgütleme ve aydınlatma çalışmasına odaklanması gerektiğini belirtir. Proletaryanın mücadelesi dini yaratan ekonomik ve sosyal koşullara yöneldiği, bu koşulları değiştirdiği oranda din de varlık gerekçesini yitirecek ve ortadan kalkacaktır. Komünistler dine karşı nasıl mücadele etmeleri gerektiğini iyi bilmek zorundadır. İşçi sınıfı ve geniş yığınlara, dini inancın kökenini ve bugünkü dayanaklarını kavratma çabası, sınıf mücadelesinin somut pratiği içerisinde gerçekleştirilmelidir.
Marksizm için din özel bir meseledir; ancak komünist partinin karşısında değil devlet karşısında özel bir meseledir. Lenin, “Dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. (…) İşte bu nedenle, eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin Partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli ‘Hıristiyanlar’ın tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir.” sözleriyle komünist partinin din konusundaki tutumunu da özetler.
Bu yaklaşıma paralel olarak komünist partisi, dini, özel bir mesele haline getirmemeli, ateizmi ya da dini inancı olmamayı üyelik için bir önkoşul olarak belirlememelidir. Lenin, komünist partinin, üyelerini dine göre tasnif edemeyeceğini, onlara dini inançları hakkında hiçbir şey sormadığını ve bundan sonra da sormayacağını belirtirken Marksizmin din hakkındaki teorisini komünist parti ve sosyalizm teorisiyle birleştirmiş, dine karşı tutuma dair net belirlemelerde bulunmuştur.
SONUÇ YERİNE…
MLM’nin Marks, Engels ve Lenin gibi büyük ustalarının sözleriyle de ortaya koymaya çalıştığımız gibi; Marksizmin din ile ilişkisi Marksizmin bütünsel teorisi yadsınarak tanımlanamaz. Merkezinde değer, yabancılaşma, üretim tarzı, sınıf mücadelesi ve proletarya diktatörlüğü gibi Marksizmin temel tartışmalarını bulundurmayan hiçbir yorum Marksizme ait değildir ve bu özgülde İslam ve Sol Çalıştayı’na hâkim olan Marksizm yorumları da Marksizme uzak kalmıştır.
Marksizmin dini -ve yabancılaşmanın tüm biçimlerini- gerekli kılan koşulları ortadan kaldırma mücadelesi, dinle ve devrimcilikle kurduğumuz ilişkinin de temelidir. Dine karşı politik bir savaşı doğru bulmadığımız gibi proletaryanın, ezilen ve sömürülen yığınların çıkarları doğrultusunda dini politik hareketlerle ilişkilenmekten de çekinmeyiz. Ancak bu, dine karşı felsefi, teorik ve ideolojik mücadelemizin önünde engel değildir. Hele de politik yakınlaşma adına MLM teorinin eğilip bükülmesine ve ideolojik ayrımların silikleştirilmesine izin veremeyiz.
BİTTİ.